MURAT ÇAKIR | 27 – 08 – 2010 | Referandum süreci kısaldıkca egemen cephenin çeşitli kesimleri Kürt hareketine yönlik ideolojik-politik saldırganlıklarını artırıyorlar. Kimi dostum bana son günlerdeki haber ve yorumları okuduklarında, »nasıl olurda, aklı başında bunca insan böylesi vicdansız açıklama veya yorumlar yaparlar« diye hayıflandıklarını söylüyor. Ben ise onlara meselenin »vicdansızlık« değil, tamamiyle çıkar çatışması olduğunu söylüyorum.
Kürt Sorunu’nun geldiği aşama itibariyle alınan pozisyonları soğukkanlılıkla irdelemek gerekir. »Kan dökülmesin«, »barış olsun, silahlar sussun, özgür yaşayalım« gibi iyi niyetli açıklamalar biliniz ki ancak »kanı dökülenler« ve savaşın mağdurları tarafından ifade edilirlerse inandırıcıdırlar. İmtiyazlı coğrafyalarında, savaşın olmadığı yerlerde yaşayıp böylesi lafları söyleyenler, bunun gereğini yerine getirmedikçe sadece laf salatası üretiler, başka bir şey değil.
Diğer tarafta ise meşhur »Türk demokrat kamuoyu« (C. Çandar) ve sözcüleri onca yazar-çizerin aldıkları pozisyonları, salt »iyi niyet« çerçevesinde algılamak, yanlış sonuçlara yol açacaktır. Bu pozisyonları kişi ve grupların çıkarları çerçevesinde ele alınca, daha doğru değerlendirme yapılabilir kanısındayım.
STK’lar, Pol Pot, BDP
Öncelikle bir kaç gündür kamuoyunda tartışılan bir açıklamayı ele alalım. Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği ve Odalar Birliği gibi bazı kuruluşların başkanlarının – bugün, üyelerinin hepsinin görüşlerini almadan yaptıkları anlaşılan – ve BDP’ne »Pol Pot zihniyeti« suçlamasını yönelttikleri açıklamalar, yaygın medya tarafından keyifle »BDP – PKK tüm Kürtleri temsil etmiyor«, »sivil toplum kuruluşları demokrasiyi savunuyor« türünden haberleri için kullanıldı.
Elbette Kürt hareketinin bütün Kürtleri temsil ettiği söylenemez. Ancak söylenebilecek ve bence doğru olanda, Kürt hareketinin bilhassa kadınlar ve yoksullar tarafından taşınan bir halk kareketi olduğudur. Ve elbetteki Kürt hareketini taşıyan halk kitleleri ile Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’nın, GÜNSİAD’ın, MÜSİAD’ın, Diyarbakır Ticaret Borsası’nın ve daha bilimum »tuzu kuru« kesimi temsil eden sözde »STK«nın çıkarları aynı değildir. İki kesimin çıkarlarının örtüşmesi, deyim yerindeyse, »eşyanın tabiatına aykırıdır«. Zaman zaman bu sermaye kesimlerinin bazı taleplerinin »silahlar sussun« noktasında halk kitlelerinin talepleriyle örtüşmesi ise doğaldır. Ancak bu doğallık, iki kesim arasındaki temel çıkar farklılıklarının üstünü örtmez.
Bu açıdan BDP genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Kürt halkının ezici çoğunluğunun çıkarlarına ters düşen sermaye sahiplerine ve hükümet yakın duran kesimlere tepki göstermesi, onları egemen politikanın sularında piyon olmalarını eleştirmesinden daha doğal bir şey olamaz. Demirtaş’ın »ahlâksızlık« eleştirisine »Pol Pot zihniyeti« suçlamasıyla tepki gösteren Esnaf ve Sanatkârlar Birliği başkanı Alican Ebedinoğlu hiç alınmasın ama ağaların, parababalarının dar çıkarlarını halkın çoğunluğunun çıkarları üzerinde tutmak bence de gerçekten »ahlâksızlıktır«. Ebedinoğlu’na benden nacizane bir tavsiye: camdan evde otururken, etrafa taş atmamak gerekir.
Cengiz Çandar, Ahmet Altan ve» efendilerin« ırkçılığı
Ebedinoğlu ve diğer sermaye çevrelerinin açıklamaları bugünlerde hızlandırılmış olan bir seferberliğe eklemleniyor. Bu seferberliğin, BDP ve Demokratik Toplum Kongresi ve de bütünüyle Kürt hareketinin meşruluğunu yıkmaya yönelik ve Türkiye’deki karar vericilerin üzerinde anlaştıkları bir seferberlik olduğu anlaşılıyor.
Önceleri »iyi Kürt-kötü Kürt« misâli, »BDP-DTK« ayrımını gerçekmiş gibi, hatta »keşke BDP’de DTK gibi ılımlı olsa« söylemleri ile Kürt halk kitlelerinin temsilcileri arasına nifak sokma çabaları, bugün topyekün bir demagoji saldırısına dönüşmüş durumda. Bu yaklaşımı, egemen politikayı savunmasına rağmen ciddiyetli bir tavır koyan Cengiz Çandar’da görmek olanaklı.
Çandar »Kürt siyasî hareketinin açmazı ve krizi« başlıklı makalesiyle DTK’ne de cephe açmış. Yazısında Türkiye’nin demokrasiye yol alabilmesini »12 Eylül’de anayasa değişiklik paketinin geçmesine« bağlayan yazar, BDP’ni »Türkiye’nin ›demokratik geleceğini‹ umursamaz bir mevziiye yerleşmekle« ve »›yanlış zamanda haklı taleplerini‹, ›yanlış zamanda haksız talep‹ hâline dönüştürmekle« suçluyor.
Anayasa değişiklik paketinin Türkiye’yi demokrasiye götüreceği tespiti zaten hayli tartışmalı. »Yanlış zamanda haklı talebin« sonucunda »yanlış zamanda haksız talebe« dönüşüyor olmasına da ırkçılığı tescilli Cemil Çiçek ile »omurgasını Diyarbakır’ın oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarını« referans gösteriyor. Diğer tarafta da »BDP’de ifadesini bulan silahlı Kürt hareketinin yasal zemindeki temsilcileri ile Türk demokrat kamuoyu arasındaki makasın açıldığı« tespit ediyor.
Çandar, »sivil toplum kuruluşu« olarak nitelendirdiği sermaye gruplarının, halkın çoğunluğunu temsil etmediğini bilerek demagoji yapıyor. Bugüne kadar BDP ve DTK’ni egemen politikaya ve sermaye gruplarına eklemlendiremediğine sinirlenmiş olacak, verip veriştiriyor. Ancak, Veysi Sarısözen’in de doğru tespit ettiği gibi, »Kürt hareketinde Öcalan’ın açıklamalarıyla yarılma olacağı« konusunda yanıldığı gibi, »iti ite kırdırabileceğini« zannediyorsa fazlasıyla yanılıyor.
Ama Çandar bir konuda haklı: Kürt halkı ile »Türk demokrat kamuoyu« arasındaki makasın açılması konusunda! Hoş, bunu tespit etmek için deneyimli gazeteci olmaya gerek yok. »Türk demokrat kamuoyu« ne zaman Kürtlere yakınlaştı ki, makas kapansın? Hafızalar ne kadar unutkan? DTK’nin eski eşbaşkanı Yüksel Genç’in ateşkes ilânından beş gün sonra kaleme aldığı »Suskunluk…« başlıklı yazısında belirttiği gibi, »Türk demokrat kamuoyu« silahların susmasına dönül ciddî ve cesaretli bir ortak söylem geliştirebildi mi? »Türk demokrat kamuoyu« Kürtler konusunda bir türlü »demokrat« olamadı ki, açılan makas kapansın. Çandar, makası açanların »Türk demokrat kamuoyu« olduğunu biliyor. Bal gibi biliyor, ama »yeni efendilerden« olmaya hareketlendiğinden olacak, karar vericilerin emperyal hırsları için gerekli olan yönelimin sözcülüğünü yapıyor.
Hadi Çandar çıkarlarının gereğini yapıyor ve bir ölçüde karar vericiler arasındaki bir kesimin düşüncelerine ve politikaların tercüman olduğundan, »ciddiyetini« gene teslim edelim. Peki Ahmet Altan’a ne oluyor? »Türk demokrat kamuoyunun« pek sevdiği Altan herhalde gazeteciliği, roman yazarlığıyla karıştırıyor. Öyle ya, romanda pratagonistleri yaratıcılığının çerçevesinde istediğin gibi konuşturur, istediğin gibi hareket ettirebilirsin. Kimse buna engel olamaz. Ama gerçek hayat roman değildir. Gerçek yaşamdaki aktörlere rejisörlük yapmaya kalkışılırsa, bu en hafifinden terbiyesizlik olur. Hele bir gazete yönetmeni böyle davranıyorsa, asıl kendisinin »maksatlı ve manipüle edici« olduğu suçlamasıyla karşı karşıya kalır. BDP’ni, Kürt hareketini herkes, her gazeteci istediği gibi eleştirir, yetmez, yerin dibine sokabilir. Ama objektif gazetecilik, halkın engelsiz haber alma hakkı, gazetecilik etiği gibi konular söz konusu olduğunda, ciddiyet ve sorumluluk gerekir. Ne yazık ki romanlarını keyifle okuduğum sayın Altan biraz fazla manipülatif davranıyor. Taraf’daki gazeteciler yönetmenlerine gazeteci olmanın en temel kurallarını hatırlatırlarsa iyi olacak. Yoksa Taraf gazete olmaktan çıkacak, hükümet bülteni hâline dönüşecek.
Aslına bakılırsa sayın Altan’ın sergilediği bu ırkçı tutum, Taraf’ın genel yayın politikasının izdüşümüdür ve bana kalırsa bir anlık hiddet nedeniyle ortaya konulan bir tavır değildir. Bilinçlidir. Öncelikle şunu tespit edelim: Taraf’ın tirajı ne kadar? 40 bin? 50 bin? Hadi diyelim 200 bin. Peki BDP’yi temsilcisi olarak gören halk kitlesi? Milyonlar! Bu durumda sormazlar mı, senin yayın politikan mı, yoksa BDP’nin politikası mı halk kitlelerinin çıkarına diye? Ha, »Kürtler aptal, dışarıdan yönetilir« diyorsanız, başka.
Bunun da bilindiğinden zerre kadar şüphem yok. Ama mesele Kürt hareketini terbiye etme, egemen politikaya eklemleme oldukça bilinçli terbiyesizliğin sınırı yok. Taraf’ta yazan ve vicdan sahibi olduğuna inandığım sayın Hilâl Kaplan gibi yazarlardan, Ahmet Altan’ın »kararına katılmadıklarını ve bu karardan vazgeçmesini temenni« etmelerinden ziyade, gazetenin genel yayın politikasını sorgulamalarını ve seslerini daha gür çıkarmalarını beklemek, Taraf’a, vesayet rejiminin koyduğu baskılara karşı çıkan bir okur olarak beklemek herhalde hakkımdır.
Sonuç yerine
Söylenecek çok söz var. Söylenecek sözlerin hepsi söylendi. Bu bir çelişki değil. »Türk demokrat kamuoyu« beyazlığını, ırkçılığını aşamadığı, eşitliği ve gerçek bir demokratikleşmeyi içselleştirmediği; egemen politikanın sözcülüğüne soyunanlar laf salatası yerine gerçekten barış için adım atmadıkları ve sermaye sahiplerinin çıkarları, halk çoğunluğunun çıkarları önüne koyulduğu sürece, ne barış olanaklıdır, ne de basit bir»evet« veya »hayır« ile sonuçlanacak anayasa referandumu demokrasiyi getirebilecektir. Demokratikleşmenin önündeki en temel engel, Kürt Sorunu’nun çözümsüzlüğüdür. Bunun sorumluluğu da en başta bu çözümsüzlüğün sürmesine katkı sunanlardadır. Ancak ne emperyal hırslar, ne de hep yeniden üretilmeye çalışılan köle-efendi ilişkileri, herşeyin olduğu gibi ebediyen devam edebileceğinin garantörü olamayacaklardır.
Kürt halkı artık köle değildir. Eşitliği, özgürlüğünü, barışı, demokratikleşmeyi istemektedir. Sevgili Ayhan Bilgen’in doğru tespit ettiği gibi »eski efendiler ve yeni efendi olmaya niyetlenenler« köle-efendi ilişkilerini devam ettirmek isterler. »Ama hiç bir zaman efendi olamayacaklar, ya da kimsenin köleleştirilmesine yüreği elvermeyenler« buna isyan etmektedirler. Kürt halkının haklılığını zaman gösterecektir. Kürt halkının mücadelesi hem kendilerini, hem de »efendileri« olmaya niyetlenenleri kurtaracaktır.