ONUR GÜLBUDAK | 30 – 05 – 2010 | İbrahim Kaypakkaya’nın, 37 yıl önce işkence edilerek öldürülmesinin üzerindeki kalın örtünün aralanması konusunda tek bir adım atılamamış olması, tüm insan hakları savunucularına dert olmalı. Bu adım atılmadıkça işkence karşıtlığımızın arkasında örtü bir korkuyu taşımakla kalmayıp, bu korkuyu yeni nesillere aktarmaya devam edeceğiz.
Alabildiğine sofistike ve alabildiğine muhtelif olan işkence uygulamalarının belki de hepsinin tanığı, yaşayanı, mağduru olduğumuz halde, işkencenin geleceğe çengel atan ve büyük bir grubu etkisi altına almaya yönelen gizil gücünü deşifre etmekte hala güçlük çekiyoruz. Bu, işkencenin gücünü, işkence mağdurunun travmatik semptomlarının ömrüyle sınırlamayı beraberinde getiriyor. Bu duygusal eğilime paralel olarak, işkence ile ilgili güncel olan tüm „sağlam“ metinlerin, protokollerin, konvansiyonların zayıf noktası, işkencenin ileri erimli siyasi hedeflerine bir şekilde değindiği halde, bunun, işkencenin yapısal önceliği olduğu gerçeğini öne çıkaramamış olmalarıdır.
Bugün hekimlerin, psikologların ve sosyologların etkin bir şekilde dahil olduğu siyasi işkenceyi, „adli“ olan psiko-patolojik işkence vakalarından ayırmak ve işkencenin politiği ile ilgilenmek gerektiği, üzeri kapatılmış işkence olayları ile her yıldönümümlerinde yeniden karşılaşınca daha iyi anlaşılıyor. İşkence karşıtı tutumu, „acı ve elem“e maruz kalan mağdura yönelik hümaniter bir yaklaşıma dayandıranlar, işkencenin kuşaktan kuşağa ardışık bir travma zinciri yaratma hedefini iyi anlayamayanlar, işkence karşıtı tavırları biçimsel olarak ne kadar sert olursa olsun dolaylı olarak işkencenin etki gücünü arttırmış oluyorlar.
Kamuoyuna yerleşmiş genel kanı nedeniyle işkence karşıtlığında öne çıkması beklenen psikoloji dünyası da siyasi değil bilimsel (!) bir konum almak adına, alabildiğine siyasallaşmış bir işkenceyi dahi, işkenceci erk ile (hatta bazen işkenceci birey ile) işkenceye maruz kalan birey arasındaki patolojik bir ilişki olarak tarif etme civarında gezinip durmanın ötesine geçemedi. Burada elbet, psikoloji paradigmasının zaten, sistemi dolaylı olarak restore etme işlevinin payı var. Fakat çuvaldızı takip ederek, daha çok, paradigmaya dışarıdan bakan eleştirel psikologların da işkence karşısında psikopolitik bir tavır geliştirememiş olmaları ile ilgilenmek gerekiyor.
Genel olarak işkence karşıtlarının ya da daha genel anlamda insan hakları savunucularının pratiklerine yansıyan sorunun temeli, işkence görene sempati duyma, işkence uygulayıcısına ise öfke duyarak, işkence karşıtı tavrı bu öfke üzerinden yaşama geçirmekte aranabilir. İşkence karşıtı metinlerin de, pratiklerin de zafiyet noktası, işkence anına ve işkencenin mağdur üzerindeki etkilerine (semptomlara) odaklanmaları, süreci daha çok işkence anı ile mağdurun travmatik rahatsızlıklarının geçtiği zaman aralığına sınırlamalarıdır. Her ne kadar işkencenin „ileriye yönelik etkilerinden“ bahsedilse de bundan kasıt, daha çok „bireyin ileriki yaşamı“ olmaktadır. Pratikte işkence karşıtlarının referans aldığı nokta genel olarak işkencenin somut ontolojik bağlamıdır. Bu, işkencenin ideolojik niteliğinin göz ardı edildiğine ya da yeteri kadar anlaşılamadığına işarettir.
İşkence karşıtlarının teğet geçtiği isim
İbrahim Kaypakkaya dosyası, insan hakları alanında tam da böyle bir zayıflık neticesinde yalnız kalmıştır. Türkiye’nin kara işkence tarihinde özel bir yeri olan ve bu yıl 37. yılını tamamlayan İbrahim Kaypakkaya’nın işkence ile öldürülmesi olayı, üzerindeki kalın örtünün aralanması konusunda tek adım dahi atılamamış olması nedeniyle tüm insan hakları savunucularına dert olmalıdır. Bilindiği üzere, koskoca 37 yıl boyunca İbrahim Kaypakkaya’nın ölümü üzerine elde edilebilmiş derli toplu tek bir belge dahi bulunmaz. Tanık anlatımlarına yansıyanların korkunçluğu, aradan 37 yıl geçmiş olması ve aslında İbrahim Kaypakkaya’nın çok ama çok ağır bir işkence ile öldürüldüğüne ilişkin artık yerleşmiş bir genel kabul olduğu göz önüne alındığında, bu dosyanın onlarca yıl açılamamış olmasını izah etmek güçtür.
Bu, yukarıda anlatmaya çalıştığım zayıflığın bir sonucu olmakla birlikte, insan hakları savunuculuğu konusunda başka bir patolojiye de işaret ediyor: Öğrenilmiş çaresizlik ve bu suretle ihmal tutumunu içselleştirme.
İbrahim Kaypakkaya, resmi ideolojinin en hassas noktalarına radikal itirazlar getiren keskin bir politik portredir. Resmini taşıyanlar cezalandırılmakta, yalnızca „onu sevmekten“ bahsedenler dahi hapis cezalarıyla yargılanmaktadır. Özellikle son yıllarda sürekli olarak, tolerans çıtalarının yükseldiği propaganda edildiği halde Kaypakkaya’ya yönelik gözle görülür bir tahammülsüzlük söz konusudur. İşte bunun bir ucu da insan hakları savunucularına değmiştir.
Kaypakkaya, bir radikalizm fenomeni olarak on yıllardır devlet şiddetinin hedefi oldu. Radikalist sembollerin azalması, varolan çoğu radikalist fenomenin/kavramın ise „hazmedilebilir“ bir çizgiye çekilmesi ile birlikte Kaypakkaya, fenomenololjik varlığıyla „tehlikeli“ bir uç olarak egemen erkin hışmına uğradı. Adı telaffuz edildiğinde dahi kovuşturmalara konu olabilen Kaypakkaya’nın işkence dosyasının açılması talebinin bu sebeple güdük kaldığı söylenebilir. Bugüne kadar bu talep genel olarak, zaten onun fikirlerini savunuyor olmanın bedellerini göze almış politik ardıllarına bırakılmıştır. Onun sert olan görüşlerine uzak olan işkence karşıtları, onun ağır işkence sonucu ölmesi olayına da uzak durmuşlardır. İbrahim Kaypakkaya bu anlamda insan hakları savunucularının örtülü ihmali ile yüz yüzedir.
Buradan işkencenin etiyolojisine geri dönersek, Kaypakkaya’nın maruz kaldığı işkencenin tam da böyle bir siyasi amacı olduğu açıktır. Tarihin her döneminde kullanılan, sürekli olarak kendini yenileyerek, her dönem daha da entelektüelize olan işkence, İbrahim Kaypakkaya örneğinde, kuşaktan kuşağa geçmesi planlanan etkili bir ideolojik bir araç olarak kullanılmıştır. İbrahim Kaypakkaya’ya yapılanları „tarifsiz acılar“ olarak tanımladığımızı hatırlayalım. Yaralı haldeyken kilometrelerce buzda yürütülmesi, ayaklarının kesilmesi, 90 gün kesintisiz olarak işkence edilmesi ve bedeninin babasına parça parça verilmesi bellek sokaklarımızda dolaşmaya başladığında, işkencenin siyasi kudreti de kendini gösterir. Siyasallaşmış işkence uygulamalarının temel amacı, geçmişte „akla hayale gelmeyecek“ vakalar yaratmış olmak suretiyle toplumsal bir korku yaratmaktır. Böylece „geçmiş vaka“ ile o veya bu düzeyde yakın olan tüm unsurlara hudut tanımayan ve hesapsız bir şiddet erki ile karşı karşıya oldukları mesajı verilir. Toplumsal korkunun esas sebebi insan bedeni üzerinde gerçekleştirilen bu hudutsuzluktur.
İşkencenin farklı kuşaklardan kitleler üzerinde yarattığı travmaya karşı koyabilmenin yolu ise travma ile yüzleşmek, işkencenin siyasi hedeflerini deşifre etmek ve işkenceci erk üzerinde siyasi baskı uygulayabilmektir. Aksi takdirde işkence karşıtlığımızın arkasında örtülü bir korkuyu taşıyacak, taşımakla kalmayıp bu korkuyu yeni nesillere aktarmaya devam edeceğiz.
Geçtiğimiz yıl, yani Kaypakkaya’nın 36. ölüm yıldönümünde yine insan hakları savunucularına yönelik yapılan çağrılara karşın, İbrahim Kaypakkaya’nın dosyasının açılması konusunda güçlü bir çaba gösterilemedi. Müzisyen Pınar Sağ’ın Kaypakkaya’yı övdüğü gerekçesiyle yargılanmaya başlamasıyla konunun medyatik olması ve hemen ardından Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis’in Kaypakkaya’nın nasıl öldürüldüğünü sormak üzere Meclis’e sunduğu soru önergesi dahi işkence karşıtlarını itekleyemedi. 2010’nun Mayıs ayı itibariyle, İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan işkencenin 37. yılını da böylece geride bıraktık. Tekrar edecek olursam, bu durumu işkenceyi anlama konusundaki zayıflıkla ve İbrahim Kaypakkaya’nın devlet katında maruz kaldığı özel muamelenin hak savunucuları üzerinde bıraktığı etki ile açıklıyorum.
İbrahim Kaypakkaya sert bir politik fenomen olmakla birlikte, işkence denince akla ilk gelen siyasi portredir. Bu yüzden, Kaypakkaya dosyasının açılması talebinin kitlesellik kazanmasının işkence ile ve işkencenin ileri erimli ideolojik hedefleri ile hesaplaşmada özel bir önemi olduğunun altını çizmek gerekiyor. 37 yıl çok fazla değil mi? (SP/EÖ)
Onur Gülbudak, Psikolog