UFUK BERDAN |24-09-2013 | Dünya kapitalizmi (emperyalizm), yaklaşık 500 yıllık tarihinin en derin, en sarsıcı ve en yıkıcı krizini yaşıyor. Kapitalizm salt iktisadi ve siyasi değil, toplumları bir uygarlık krizine doğru yönlendiriyor. Bir avuç multi milyarderin dışında bütün toplumların ezici çoğunlukları kaybedenler bölüklerinde buluşuyor. Çalışma, beslenme, barınma, dinlenme, sağlık ve eğitim gibi alanlardaki kazanılmış bütün standartlar ve haklar artık en gelişmiş ülkelerde dahi hızla erozyona uğruyor.
Bu son mali kriz (2007/2008), ekonomik, politik boyutlarıyla kapitalist ekonomi tarihinin ‚en büyük para-sermaye krizi‘dir aslında. 1929 yılında da borsalardan başlayarak reel ekonomiye yayılan kriz sürecinde ‚değersizleşen‘ sermaye miktarının yaklaşık 475 milyar dolar civarında olduğu biliniyor. 2008 krizi sonrası -çok net veriler olmamakla birlikte- değersizleşen, adeta buharlaşan sermaye miktarının ise 60 trilyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Bu demek oluyor ki, böyle kalsa bile, 2008 krizi 1929 bunalımından 12 kat daha fazla, işlem hacimlerinde sanal olarak dolaşan para-sermayeyi şimdiden değersizleştirdi bile. Kriz süreçlerinde para sermaye gücünü kaybedenlerde olduğu kadar kapitalizmin asli hakimiyet gücü olan para-sermayeyi katlayarak büyütenlerde oluyor. Buhran ve bunalım süreçlerinden kazançlı çıkanların sermayesi daha fazla merkezileşme, yayılma ve birikme kapasitesine erişerek katlanmaya ve yerküremizi zehirli bir ahtapot gibi sömürmeye devam ediyor.
Aynı zamanda ‚mülksüzleştirenlerin mülksüzleş(tiril)mesi‘ gibi bir durum da yaratan bu süreç, mali sermaye pramiti tepesindeki emperyalist oligarşik güçlerin bir kısmını daha da palazlandırırken, diğer bir kısmını krizlerle vuruyor ve dehşet boyutlarda kaynak transferlerini açığa çıkarıyor.Kapitalizm artık sömürecek bir şey kalmadığında kendini yiyen bir canavara dönüşmüş durumda! 2008’de resmen açığa çıkan mali kriz, gelinen aşamada reel ekonomik krizleri, kamusal bütçe krizlerini (borç krizleri), para birimi krizleri (Avro krizi) yıkımcılığına devam ediyor ve enflasyonist, pratogonist yeni kriz dalgalarıyla yayılmayı sürdürüyor. AB’nin devresel krizden çıktığı, Avro krizinin aşıldığı iddia edilse de, reel gerçek ve insanların alım gücü başka bir şey söylüyor.
Büyük tekeller ve tröstler uluslararası vergi kaçırma operasyonlarıyla ulusal düzlemlerde kamusal borç ve vergi krizlerini daha da derinleştiriyor ve bedeli daha çok vergi mükkelifi olan halka ve bunlar içinde de en çok emekçilere ödetiyorlar.Uluslararası tekeller ve büyük şirketlerin legal yollardan her yıl yaklaşık 1 Trilyon Dolar vergi kaçırdıkları burjuva medyada dillendiriliyor. AB içinde legal vergi kaçırma sistemleri kuran Luxemburg, Lichetenstein, Hollanda, İsviçre, İrlanda ülkeler sosyal yıkımcılığı kanatlandıran ‚örtülü sermaye transferi terörü’ne öncülük ediyorlar.Artık hiç bir tekel doğduğu, üretim ve işlem yaptığı ülkede vermesi gereken vergiyi vermiyor.
Her hangi bir kapitalist ülkede iktisadi büyümenin ve yapısal değişimin asli kaynakları esasen arz ve talep dengesi tarafından belirlenmektedir.Ekonomik büyüme olgusu, arz yuvarlağınca sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı pradigmalarıyla belirlenirken, karşıt yönüyle ise iç pazarın genişlemesinin talep niteliğinde yarattığı değişme yoluyla belirlenmektedir.
Hangi ülkede veya ekonomik ilişkiler ağı içinde olursa olsun, kapitalizmin gelişmesi genel olarak kalkınma veya büyüme süreçleriyle açıklanır. Her kapitalist kalkınma, gelişme veya büyüme süreçlerinin sosyo-politik açıdan toplumu bir şekilde ‚ilerlettiği‘ de iddia edilir.Kapitalist krizler ertesinde görülen ekonomik canlanma periyotları, bir ekonomik sistemin genişletilmiş yeniden üretim kapasitesi ve iktisadi gücü yanında, askeri ve politik gücüyle de alakalıdır. Kapitalizm, genişletilmiş yeniden üretim yetisine sahip olduğu müddetçe, krizler karşısında nispeten resistent olabilir ve varlığını uzun süre sürdürebilir. Aksi takdirde ulusal ve uluslararası iktisadi, mali ve sisyasi krizlerin kapitalizmi şimdiye kadar çoktan ortadan kaldırması gerekirdi. Öyle olmadığına ve kapitalizmin sosyalizm deneyimleri karşısında görünürde ‚galip‘ geldiğine göre; bu süreğenliğinin bir nedeni olmalı?: Tüm depresyonlarına, buhranlarına, istikrarsızlığına, sürdürülemezliğine ve genişletilmiş yeniden üretiminin eriştiği sınırlara rağmen, küresel dünya kapitalizmi; hem kağıttan hem de dişi kanlı gerçek bir kaplan olarak vahşi varlığını sürdürebilmektedir.Çünkü, uluslararası kapitalizm, yıkıcı bir tekelci rekabet içinde olsa da, halen ’sıçramalı ve eşitsiz‘ gelişebilmektedir. Dolayısıyla kapitalizmin sıçramalı, eşitsiz gelişebilme ve yeniden genişletilmiş üretime girebilme kapasitesi var olduğu ve sosyalizm bir dünya sistemi olarak yükselmediği ve insanlık başka bir toplum artık örgütlüyoruz demediği müddetçe, kapitalizm de bir sistem olarak varlığını sürdürecektir.
Kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretime yönelebilme yetkinliği, bazen yıkıcı bir küresel veya bölgesel savaşla, bazen soğuk savaş stratejileriyle, bazen krizler sürecinde palazlanan sermaye güçlerinin dürtülediği yeni ekonomik hamlelerle, tüketicilerin tüketim bağımlılıklarını artırmayı hedefleyen yeni sömürü yöntemleri gibi kuvvet artırıcı ‚doping‘ aşılarıyla güçlendirilebilmektedir.
Kapitalizmde kalkınma ve kriz süreçleri birbirini koşullandıran, birbirinden beslenen ve birbirini tetikleyen süreçlerdir. Kapitalist krizler karşısında her çözüm yeni bir kriz sürecinin başlangıcıdır. Her kriz yeni bir çözüm veya kalkınma hamlesidir. Ta ki bu süreç içte veya dıştaki sınırlayıcı etmenler tarafından tıkanana dek. Kapitaliizmde kalkınma ve depresyon durumları bir ve aynı sürecin zıt kutuplu son duraklarıdır.Dolayısıyla kapitalist kalkınma süreçlerinde olduğu gibi kapitalist kriz süreçleri de hem yapısaldır (strukturel) hem hemde devreseldir (kojönktürel).
Para Sermaye, borsa ve kredi sistemleri üzerinden biçimlendirdiği yeni mali sömürü metodlarıyla reel üretimden nispeten bağımsız geliştiğinden beri kapitalist kalkınma artık topluma nispi ve reel refah yükselimi olarak dönmemekte, tersine toplumsal refahı talan eden unsur olarak işlev görmektedir. Para sermayenin başat roldeki talancı egemenliği, sosyal sorumluluklarından sıyrılmış, sadece vurgun, talan ve soygun üzerine kurulmuş bir sistemdir. Para sermaye hakimiyetiyle oluşan emperyalist oligarşik egemenlik, kalkınma süreçlerinde, özellikle de bağımlı ülkelerin kalkınma süreçlerinden elde edilen toplumsal zenginlikleri bir sünger gibi emmekte ve sermaye baronlarının açgözlülüklerinin dindirmek için çeper ülkelerden merkez ülkelere doğru korkunç sermaye transferleri gerçekleşmektedir.
Uluslararası kapitalizmin içinde bulunduğu para-sermaye krizleri süreci emperyalist oligarşik sistemin yarattığı ‚talan ve vurgun ekonomisi‘ krizleridir. Bu krizler, klasik meta-sermaye krizlerinden daha farklı ve özgün olarak, bir avuç trilyonerler dışında bütün toplumu vuran bir özelliğe sahiptir ve % 1’lerin saltanatını pekiştirmek için % 99’ları sömürme üzerine kurguludur.
Para-sermayenin azami kar ve palazlandırma hırsını büyütme üzerine tasarlı bütün kalkınma stratejileri yeni toplumsal yıkımlar, siyasal, sosyal ve derin uygarlık-insanlık krizleri üretmektedir. Ekonomik krizlere bağlı olarak, doğa krizleri, enerji krizleri, kültürel krizler, bölgesel egemenlik krizleri, sosyal ve politik krizler birbirinden tetiklenerek peşpeşe patlak vermekte ve her biri kalıcı nitelik göstermektedir. Başta Orta-Doğu ve Kuzey Afrika olmak üzere, dünyamınız kan-revan ve büyük bir yıkım içindedir, kapitalizmin insanlığı topyekün sosyal yıkım uçurumlarının kenarına doğru sürüklemektedir.
Tamda bu süreçlerde mali/para sermayenin palazlanması ve tekelci rekabetin daha keskin sürdürüebilmesinin yapısal koşulu esnek üretim örgütlenmesinin tüm dünyada yaygılaştıtılmasıdır. Esnek üretim örgütlenmesi sadece emeğin en rafine, en rahat ve en verimli sömürüsü demek değildir. Bu model, azami karlardan oluşan devasa kaynak tarnsferleri için kollektif emeğin ve toplumsal rafahın küresel bir diyazn içinde daha randımanlı sömürülerek para sermaye havuzlarına konsantreli olarak akıtılabilmesinin önkoşuludur. Böylesine azami sömürü ve devasa kaynak transferinin gerçekleşebilmesi için emek biçimleri içinde zihin emeğine, kadın emeğine ve göçmen emeğine daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır.
Artık uluslarüstü birlikler temelinde işleyen başat roldeki tekeller için bu üç emek biçimini yönlendirmek, denetlemek ve örgütlemek esastır. Esnek üretimle emeği ve toplumu esir almayı, zihinsel emeği mobilize ederek oluşturulan göçmen emek sömürüsüyle artı-değer sömürüsünü boyutlandırmayı, kadın emeğini üretimde daha fazla konumlandırarak mikro-teknolojik ve zihinsel-duygusal-kültürel meta üretimleri ve tüketimlerinin daha fazla yaygınlaştırmayı hedeflemekteler.
Uluslararası istihdam pazarlarında göçmenler, kadınlar, zihin emekçileri ve çok dilli genç nüfus kapitalist üretim ve tüketim sistemlerinin gözde köleleri olarak algılanmakta ve rekabet bunları yönlendirme üzerine de kızışmaktadır. Dünya Kapitalizminin en gözde ülkesi Almanya’nın yıllık en az 100.000 göçmen emekçiye ihtiyacı olduğu ilanı resmidir. Bu ihtiyacın demokrafik iç gelişmelerle karşılanması artık mümkün değildir ve sürekli bu ihtiyaç büyümektedir. Dolayısıyla rekabette altta kalmamak için Amerika, Canada ve Avusturalya’da olduğu gibi, Almanya ve Avrupa devletleri de zihinsel emeği, ‚Mavi Kart‘ uygulamasıyla göçmen statüsüne kavuşturarak çok ucuz ve en üretken bir emek biçimi olarak değerlendirmek istemektedir. Zihin emeği göçü yeni toplumsal krizlerin de habercisidir. Göç veren ülkelerden yüksek eğitimli emekçilerin başka ülkelere göç etmesi tüm dünyada yeni toplumsal sorunlar ve huzursuzluklar yaratacaktır. Genel olarak göçmenler ve özel olarak göçmen emekçiler içinde kadın oranının % 50’yi geçmesi, göçmen emekçiler içinde geleneksel beden emekçisi sayısının hızla azalması, tersine zihin emekçilerinin çoğalması uluslararası bir trenddir.
Göçmen emekçiler dünya işçi sınıfının organik bir bileşeni ve özgün bir biçimi olarak daha adil bir toplum ve sosyalizm uğruna politik iktidar mücadelesinin çok önemli bir gücüdürler. Bu kesimleri örgütleyebilenler politik hedeflerine ulaşma yönünde nispeten daha başarılı olacaklardır. Göçmen emek ile göçmen olmayan emekçiler arasında sınıf temelinde birliktelikler geliştirmek dünden daha önemlidir ve daha gerçekçidir.Çünkü, artık kapitalizm ulusal-etnik sınırları kendi çıkarları ölçüsünde aşma eğilimindeyken, bu sisteme alternatif olanların da bu sınırları aşarak düşünmeleri gerekir. Sınıf hareketleri ve sendikalar özgünlükleri ve kültürel farklılıkları inkar etmeden yerli ve göçmen emek.iler arasında yeni birleşik mücadele yöntemleri-birlikleri-odakları yaratmak durumundadırlar. Yerli ve göçmen emekçilerin doğru mücadele ve eylem birlikleri içinde örgütlenmesi meselesi, her şeyin fiyatının bilindiği, ama hiç bir şeyin değerinin bilinmediği, her şeyin kısa sürede tüketildiği günümüz dünyasında ırkçılığa, ayrımcılığa, parçalanmışlığa ve talancılığa da panzehirdir ve çok önemlidir. Uluslararası birleşik mücadele ve dayanışma süreçlerinde ortaya çıkan örgütleme sorunlarına yeni cevaplar bulmak istiyorsak yerli, göçmen, kadın ve genç zihin emekçilerini ortak paydalarda buluşturmaya ve örgütlemeye daha fazla önem vermeliyiz. Dünya işçi sınıfı, ezilen halklar, esaret altındaki bağımlı uluslar ve dizginsiz sömürülen göçmenler sokaklarda, işyerlerinde, eğitim odaklarında ve bütün yaşam alanlarında geliştirilecek birleşik mücadeleden en fazla faydalanacak kesimler olacaktır.