REHA RUHAVİOĞLU | 05– 12 – 2012 |Başlarken, mevzuun ismi üzerinde yapılan tartışmaya bir ilave sunmak isterim; “Kürt Sorunu” Kürtlerin sorunu değildir. Kürtlerin Türk kamuoyunun algısında “sorun” ile işaretlenmiş olması yanlış ve üzücü bir durumdur. Dolayısıyla “Kürt Sorunu”
denilecekse bu Kürtlerin değil Türklerin sorunudur, Kürtler için mevzuun adı “Kürt Meselesi”dir. Kürtler ile Türkler veya Kürtler ile devlet arasındaki durumun adı ise “Kürt Krizi” olmalıdır. Sorun tek bir öznenin müdahalesi ile hallolacak bir durumu tanımlarken, “kriz” iki tarafın oturup halledeceği bir duruma işaret eder.
Yirminci asrın başında bir etno-politik sorun olarak doğan Kürt Meselesi, bugün çeperlerini genişletmiş (yanına sosyal, kültürel, ekonomik sorunlar da eklenmiş) durumdadır. Bugün Kürtlerle ilgili hemen herşey bu sorun/mesele ile birlikte değerlendirilmektedir.
TC’nin 1950’ye kadar güttüğü dini yok etme politikası 50’den sonra Demokrat Parti ile yerini „yok edemediğin dini vesayet altına al“ politikasına bırakınca, 1900’lerle başlayan inkar ve asimilasyon politikası 50’den sonra arkasına dinî referansları da alarak devam etmiştir.
Cumhuriyetin kurucu paradigması işine geldiği yerde dini kendi lehine yontmuş, kullanmıştır. Bu yontup kullanma meselesinde çok zorluk çekmemiş, Ziya Gökalp gibi bir ideolog sayesinde en önemli meselenin üstesinden gelebilmiş, İslam’ı “millî bir bilinç” oluşturmanın aracı olarak kullanmış, başarılı da olmuştur… Öyle ki bugün İslamî camianın büyük bir kısmına sirayet etmiş bulunan “ulus-devlet kutsalları” artık adiyattan sayılmaktadır…
“Ulus Devlet İslamı” diye tanımlanabilecek bu inşa sürecinin başarısına bir örnek Mazlumder’in Roboskî için düzenlediği iftara yapılan saldırıdır. Mazlumder’in Ramazan’da Fatih camiinde düzenlediği “Roboskî için Adalet İftarı”na silahlı, sopalı, sakallılar, şalvarlı yani Fatih’in İslamî camiasına mensup insanlar saldırmış; “Ümmetin birliğine giden yol Kürdistan’dan geçer” pankartından rahatsız olmuş, “Burası Fatih, burada Kürdistan diyemezsiniz” demişlerdir. Ümmetin birliği Kudüs ise Kudüs’e giden yol Kürdistan’dan geçer. Ama İslamî camianın kahir ekseriyeti ya uçakla üzerinden, ya gemi ile aşağısından geçiyorlar…
Özetle İslam, Türk milliyetçiliğinde bu milliyetçiliğe yedirilen bir sos olmaktan ziyade bir işlev görmemiş, buna imkân tanınmamıştır. İslami camianın kahir ekseriyetinin Kürt meselesinde sınıfta kalmasının en temel sebebi; bu paradigma inşasının bir sonucu olarak kendilerine ulusçuluktan sirayet eden “millet-i hakime” bakışıdır.
Algı arızalı olunca söylem de arızalı oluyor. Müsaade ederseniz “Kürt Mahallesi”nde tepki ile karşılanan bu arızalı söylemlerden, İslami temsiliyeti olan şahıslardan duyduğum ve/ya okuduğum, birkaçını zikretmek ve bunlara cevap vermek istiyorum.
Kürtçe eğitim verilse Kürtler nasıl iş bulacak?Anadilde eğitim taleplerinin hiçbirinde tek dilli bir talep yoktur. Bu söylem kafaları karıştırmaya yönelik bir söylemdir. Kaldı ki öyle olduğunu varsayalım, bir insan işsiz kalmak pahasına anadilinde eğitim görmek istiyorsa bundan kime ne?
Ayrılırsanız Somali olursunuz!Eğer bütün mesele bu ise ve Kürtler ile Türkler kardeş iki halk ise, ayrılıktan sonra Somali’ye yaptığınız gibi Kürdistan’a da yardım edersiniz.
Batıdaki Kürtler (ve doğudaki Türkler) tehcir mi edilecek? Bu da zihinleri bulanıklaştırmaya dönük bir söylemdir. Bugün Almanya’da çalışıp da Avusturya veya Türkiye nüfusuna kayıtlı binlerce insan yok mu? Dert bu ise ayrıldıktan sonra batıdaki Kürtlere (ve doğudaki Türklere) “yabancı işçi” statüsü verilir, olur biter!
Kürtler ayrılırsa “Kürt Kemalizmi” hakim olur! Kürtlerin derdi devlet olmakla bitmez! Faşist dikta dönemi yaşarlar!Bütün bunlar
Kürtlerin kendisini ilgilendirir. Türkler nasıl demokratikleşme mücadelesi verdiyse Kürtler de öyle verir, hatta Türk kardeşleri tecrübeli olduklarından onlara bu mücadelede yardımcı bile olurlar…
Bütün bu soru ve endişeler, Kürtleri çok sevdiğinden mi yoksa başka bir saikle mi dillendirilmektedir? Kürtlere karşı bu kadar müşfik ve duyarlı olup akıbetten endişe eden kardeşler, halihazırda yerde duran bir cenaze var: Roboskî için ne yapmışlar acaba?
Değerli hocamız Mehmet Bekaroğlu’nun dediği gibi Pozantı için ne yapmışlar? Oradan çıkan çocuklar “dağa” gittiler! Size daha kötüsünü söyleyeyim mi? Pozantı’da ırzına geçilmiş çocukların dışarı çıktıktan sonra “dağa” gitmesinin kamuoyunda sebep olduğu travma, o çocukların ırzına geçilmesinin sebep olduğu travmadan daha derin; bu durum çocuklardan azade “ben merkezli” bir yaklaşımın sonucudur. Çünkü ırzına geçilen çocuk bir tehlike değilken, onun “dağa gidişi” kendisine, egemenliğine karşı bir tehlikedir. Bu yaklaşımın kendisi de nasıl bir “toplumsal travma” içinde bulunduğumuzun resmidir…
Kamuoyunda ve İslami camiada ulusçuluktan sirayet eden “millet-i hakime” bakışı kibirli bir dili beslemektedir. Bu dil “Kürtler ne istiyor?”, “Daha ne verelim?”, “Onu versek bunu da isterler” gibi mağrur ifadelerle hergün izhar oluyor. Kürtler (ve hak talebinde bulunan diğer haklar) kendi gaspedilmiş haklarından fazlasını istemiyorlar. Öyle ise burada şöyle bir soru sormak gerekmez mi: bütün bunların, Kürtlerin haklarının sende ne işi var?
Kürtlerin istediği şey basit: İslam ümmetinin bir parçası olan Kürtler, „ümmetin yetimleri“ olmaktan kurtulmak için, İslam Peygamberi’nin sünnetine istinaden “eşitlik” istemektedirler. Bunun “İslam” adına reddedilmesini anlaşılır mı? Kabul dilebilir mi?
Devletin/Hükümetin bilhassa son zamanlarda bazı iyileştirmeler yaptığı aşikâr, fakat bunların hemen hepsi zamanından çok sonra yapılmış, geç kalmış gelişmelerdir. Hâlbuki zamanlama hayatidir, vaktinden çok sonra gelenin kıymeti çok azalır; TRT6’nın açılması da Seçmeli Kürtçe dersi de böyledir (1876 Anayasasında(dikkat! 136 yıl önce.) “Her kavim kendi anadilinde eğitim öğretim yapabilir.” ifadesi yer almaktadır). Kürtçe yayın yapan kanal yahut seçmeli Kürtçe dersi 10-15 sene önce reform yahut devrim sayılabilirdi ama bugün artık önünde durulamayacak gelişmelerdir. Hal böyle iken bu adımların devrim olarak görülmesini isteyen devlet hala kibrin kulesi olan “hak bağışlamış olma” noktasında durduğunu göstermekte, bugün yapılması gerekenleri de on yıllar sonraya öteleme gafletine düşmekte, kendi ayağını zincirlemektedir…
İslamî camianın Kürt meselesini anlama sorununda en önemli eşik, “ulus devlet islamı” ile yüzleşmektir. Eğer Türk İslamî kamuoyu “ulus devlet islamı” ile yüzleşmez ve talak-ı selase ile ondan boşanmazlarsa; Müslüman Kürtler, Müslüman Türklerden boşanacaklar…
Bugün Diyarbakır’da parkta dahi açlık grevleri için oturulmasına, açlık grevine parkta girilmesine izin verilmemektedir. Diyarbakır’dan geçilen fotoğraflara bakın, 20 metre aralıklarla duran Akrep ve TOMA’lar nasıl bir manzarayı anlatıyor? Bugün Kürtleri zindanlara mahkum eden, cop ve gazlara maruz bırakan durumlara bakıldığında bunlar devletin kurallarına göre işlemekte ve devlet kendi kurallarını uyguladığı için kendisini “adil” görmektedir (burada acı olan, İslami camianın da büyük ölçüde devlet gibi düşünmesi, bir otoritenin keyfi ürünü olan bu beşerî kuralları ihlal edenlerin cezalandırılmasını düşünmesidir). Kendisini “adil” gören otoriteyi adalete davet etmek beyhudedir. Burada kendisi ile muamele edilen adalet sisteminde bir sorun olduğu ve bunun “hakkaniyet” üzre olmadığı açıktır. Öyle ise yapılması gereken otoriteyi önce “hakk”a davet etmek, sonra “hakk” üzre adaletle yönetmeye çağırmak ve zorlamaktır.
Bakınız; meselenin aslı anadilde eğitim vesaire değildir. Meselenin aslı “egemenlik paylaşımı” meselesidir. Kürtlerin böyle algılayıp algılamadığı bir yana; Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve kamuoyu bunu böyle algılamaktadır, böyle görmektedir. Allah ömür verirse anadilde eğitimin de benzer hakların da tanındığını göreceğiz. Siz tehlike, güzel bir gelişme yahut doğal süreç deyin mesele gelip egemenlik paylaşımında dayanacaktır. İşte o zaman devlet ya yeni bir yönetim şekline geçecek, Kürtlerin statüsü değişecek ya da devletin paradigması tamamen değişmek zorunda kalacaktır.
(*Not: Bu yazı, müzakereci olarak katıldığım Mazlumder’in 2.Kürt Forumu’nda serdetmiş olduğum ifadelerden oluşmaktadır. Forumda zaman azlığından veya unuttuğumdan dolayı atladıklarımı da buraya aldım. Konuşmayı daha önce kaleme aldığım birkaç yazıdan beslenerek yapmıştım. Dolayısıyla bazı ifadeler bazıları için tekrar olacaktır, bunun için de hoşgörü ve anlayışınıza sığınıyorum…)