Anasayfa , Köşe Yazıları , İflas bankalardan bankrot devletlere: krizin evrilişi ve olası politik sonuçları

İflas bankalardan bankrot devletlere: krizin evrilişi ve olası politik sonuçları

UFUK BERDAN | 30 – 12 – 2010 | Mali ve iktisadi krizin ardçı dalgaları Avrupa devletlerini bir bir sarsmaya devam ediyor. Sarmal bir karakter kazanan kriz döngüsü İzlanda, Macaristan, İngiltere, İspanya, Portekiz, Yunanistan derken ada ülke İrlanda’yı da hızla ekonomik ve mali çöküntü girdabı içine alıyor.

Birbirinden farklı çıkış nedenleri olsa da, ortak sorun ve sonuç, bu ulusal ekonomilerdeki bankrot, yani iflas durumudur. Ulusal gelir ve gider bilançoları bozulan, makro ve mikro iktisadi dengeleri altüst olan  bu ‘bankrot devletler’ ödeme yapamaz haldeler. Başka bir çok Avrupa ülkesi daha iflas sırasında bekliyor. Güney Kıbrıs’ın, Belçika’nın, İtalya’nın ve hatta İngiltere’nin de yeniden krizin eşiğinde olduğu basında dillendirilmeye başlandı bile.Medyaya bakılırsa, AB’nin motor ülkeleri Almanya, Fransa’da krizin sözde aşıldığı, yeniden ekonomik canlanma devresinde olunduğu söyleniyor. Peki tam da iddia edilen “canlanma’ dönemde nasıl oluyorda bu çaplı iflaslar olabiliyor? Bazı devletlerin finansal çöküşleri, artık tek tek AB ülkelerini değil ve birliğin geleceğini de tehdit ediyor. AB projesi, gelecek on yıl içinde, çok ciddi ekonomik-politik ve toplumsal  depremler veya patlamalarla sarsılma tehlikesiyle karşı karşıya! Bu artık bir çok kesimin paylaştığı ciddi bir yargı. Hatta birliğin geleceğine dair şimdiden ikaz sirenleri dahi çalınıyor. Örneğin deniliyorki; ‘doğru ve ortak çıkarları savunan ekonomik ve mali politikalar hayata geçirilmediği takdirde birliğin parçalanması veya birlikten kopuşlar ihtimal dahilindedir’. Uluslararası mali ve ekonomik krizin derin ve kalıcı tahribatları yeni  tipteki ekonomik-politik krizlerin de yolunu döşüyor. Makro dengelerde ortaya çıkan ana dalga şeklindeki mali ve iktisadi kriz, mikro dengelerde gözlenen ardçı dalga krizlerle birleşerek, uluslararası piyasalarda, derinden yüzeye doğru sessizce büyüyen, tahrip gücü yüksek bir tsunamik dalgaya bürünüyor!

Dünya çapında hiç bir ülke ekonomisi bu ‘binyılın krizi’ne karşı gerçekten resistent olabilme özelliğini gösteremedi/gösteremiyor. Derinlerdeki kriz akıntıları yüzeyde, politik üst yapıda ve egemenlik yöntemlerinde göreceli gerileşme trendini büyütüyor. Demokrasi hızla aşındırılıyor. Ekonomik alt yapıda  sürdürlen dizginsiz liberalizm politk üst yapıda tersi bir etki olarak anti-demokratizmi yeniden güçlendiriyor. Bu olumsuz gidişat halk kitleleri ve en geniş emekçi yığınlar için hiçte hayra alamet değil. Ancak, politik hükmetme krizleri de ‘yaşlı kıta’daki başka ülkelerin de kapısını çalacak. İzlanda ve Yunanistan’da hükümetlerin yıkılmasına ve bazı eski bakanların ülkelerinden apar-topar kaçmasına yol açan kriz, bakalım başka hangi hükümetleri yıkacak. Yunanistan eski başbakanının kaçırdığı paralarla İsviçre’ye yerleşerek keyfini sürdürdüğü söylenirken ülkesi bugünlerde büyük bir iktisadi/siyasi batağın içinde debelenmekte.

Emperyalist dünya sistemi, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, kapsamlı çalkantılara, politik krizlere, alt-üst oluşlara ve sistem içi daha sert kapışmalara gebe.  Burjuva egemen sınıflar (en büyük tekelci sermaye güçleri) özellikle kriz dönemlerinde anti-demokratik siyasal çizgide çok daha ısrarcı oluyorlar.  Bir devlet politikası biçimindeki şönenizm ve  ırkçılık, hatta, yeniden faşizan eğilimler ve yöntemler nispi denge dönemlerine göre daha çok tercih ediliyor. Emperyalizm koşullarındaki sınıf mücadeleleri tarihi göstermiştirki, derin buhran ve bunalım süreçlerinden devrimci çıkışlar bulunamadığında, sistem içi radikal ‘çözüm’ arayışları olağanüstü egemenlik rejimi olan faşizme yol açmıştır.

İflas krizlerinin politik sonuçları…

Yunanistan’ın çöküntüden çıkarılması resmi rakamlara göre AB ülkelerinin ortak kurtarma fonundan tedarik edilen 130 Milyar Euro’luk bir paket ile ancak mümkün olabildi. İrlanda’nın kurtarılması için medyada 85 ile 100 Milyar € civarı bir meblağdan bahsediliyor. Birleşik kurtarma fonu şimdilik 750 Milyar Euro’luk bir stokla doldurulmuş bulunuyor. Bütün bu devasa mikartarladaki paralar esasen emekçilerin vergileri sayesinde oluşan kamusal birikimlerinden tedarik ediliyor. Krizin faturasını toplumun sıtına yükleme esas itibarıyla vergi ve diğer kamu gelirlerini tekellerin kasalarına aktarma, düşük ücretle emekçileri sömürme ve sosyal ödenekleri en minimum seviyeye çekme gibi yöntemlerle yapılıyor. Bu sazede ‘batık’ durumdaki kapitalist bankalara, tekellere ve devletlere milyarlar peşkeş çekiliyor.

Emperyalist AB bloku birlik içindeki ülkelerde ‘mali kurtarma operasyonları’na kilitlenmiş gözüküyor. Herhangi bir batık ülkenin kendi olanaklarıyla bu ölçekteki ekonomik çöküntüden kurtulabilmesinin olanakları sıfırla eşit düzeyde. Bu nedenle, büyük balıklar küçük balıkları ilerde rahatça yutabilmek için şimdilik ‘kurtarıcı’ bir posizyon alıyorlar. Bankrot/iflas durumundaki ülkeleri sözde ‘kurtaran ülkeler’ büyük ülkeler, aslına bakılırsa ve de aynı zamanda, kendi çöküntü ihtimallerini de ertelemiş oluyorlar. Çünkü, iflas eden bir ülkenin kendi kaderiyle başbaşa kalması, bir domino etkisi yaparak diğerlerinin de devrilmesine yol açabilir. Bu nedenle ‘kurtarıcılar’ başkalarını kurtarmak için değil, esasen kendi çöküşlerini geciktirmek için devreye giriyorlar. Nitekim bütün ‘çöken ülkeler’de ‘kurtaran ülkeler’in çok büyük mali, ekonomik yatırımları ve ticari ileşkileri mevcut. Alman hükümetinin kurtarıcı kılığa bürünmesi, kendi tekelleri ve bankalarının oradaki çöküntüye neden olan ve yine bu  sayede kendi kasalarına akan kaynak transferlerini gizlemek ve ‘kurtarıcı’ pozisyona bürünerek bir kez dah kazanmak içindir.  Bu tutumları tam bir ‘kriz tellalcılığı’dır.

Kapitalizmin, ‘bankrot/iflas’ durumundaki ulusal ekonomiler gerçeğiyle ‘kendi kendini regule edebilen pazar’ liberalist iddiasının da boş olduğu yeniden ortaya çıktı.  ‘Serbest Pazar’lar kendi yıkıcı çelişkileriyle yeniden yüzleşir duruma geldi. Yıkıcı/patlayıcı gidişat bu hızla devam ederse, yakın ve orta vadeli bir gelecekte, uluslararası ekonomik ve politik parametrelerde eski dengeler bir şekilde yine sarsılacak ve ‘yeni dengeler’ ortaya çıkacaktır. IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası ekonomik birlikler çıkar dengelerini düzenlemeye yetmemektedir artık.

Bu son mali ve ekonomik kriz, kontrolden çıkan mali piyasaları ‘regule edecek’ yeni bir uluslararası kurumununda doğum sancılarıdır. 1990’lı yıllara kadar süren ‘bi-polar (iki kutuplu) dünya’dan sonra ABD öncülüğünde yol alan ‘tek kutuplu dünya’nın dengeleri kendi aleyhine ciddi anlamda sarsılıyor. Dünyadaki olası yeni dengenin nasıl ve kimin öncülüğünde olacağı ilerde mutlaka belli olacak. Henüz bir net şey söylemek için çok erken olsa da, yükselen ekonomilerden başta AB, Çin, Hindistan, Rusya, hatta Brezilya’nın yıldızlarının parladığı söylenebilir. Bu ülkeler yeni dengelerin dinamikleri olma iddiasını sürdürüyorlar ve tek kutuplu dünyaya kendilerini dayatıyorlar. G20 ülkeleri zirvesine bu ülkelerin alınması tesadüf değil. Dünya çapında paylaşım oranları ve stratejik önemleri yükseldiği için orada bulunuyorlar. AB hariç bütün diğer yükselen ekonomiler, düşük ücret yüklü yaygın kol emeği sömürüsü, sahip oldukları hammadde kaynakları, askeri güçleri ve artan ihracat payları üzerinden geliştirdikleri ‘sürdürülebilir kalkınma’ modelleriyle ekonomilerini büyütüyorlar. Bu ülkeler, dizginsiz bir sömürü ve kendi halklarını despotik yöntemlerle ezme pahasına yükseliş trendinde yol alabiliyorlar. Türkiye, Meksika ve Arjantin gibi bu arada kendine yol arayan ekonomilerde metropol ülkelerin çeperlerindeki yükselen ekonomileri takip etmeye yönelmiş bulunuyorlar. Dünyanın egemen ekonomileri ve bağımsız gelişme olanaklarına bir türlü sahip olamayan bağımlı ulusal ekonomiler, uluslararası mali ve ekonomik krizden, aynı derecede olmasa da, bir şekilde olumsuz etkileniyorlar. Artık dengeler o kadar hassasdırki; ‘en gelişmiş’ ülkelerden ‘en az gelişmiş ülkelere’ kadar her ülke her an bir iflas/bankrot  durumu ile karşılaşabilir. Her ülke her an bir ekonomik veya mali çöküntü ile karşı karşıya kalabilir. Borsa kumarı, kredi tuzağı ve faiz sarmalı sayesinde çeper ülkelerden metropol ülkelere doğru korkunç boyutlara varan kaynak ve kar transferleri  sürdürülemez bir  boyuta erişmiş bulunuyor. Emperyalizm sayesinde dizginsizce sürdürülen bu devasa kaynak ve kar transferi,  uluslararası düzlemde en büyük mali ekonomik bir çelişkidir. Dünyadaki artan yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin, gücencesizliğin en belirgin nedeni, modern emperyal sömürü biçimi olarak bu kaynak tarnsferidir. Emperyalizmin mali oligarşik yapılanması, işte tam da bu sayede, bırakalım banka, şirket veya tekel iflaslarını, ortaya çıktığından beri ulusal ekonomi iflaslarını da kaçınılmaz kılıyor. Ulusal ekonomilerin iflası üzerinden yeni kaynak transferi modelleri geliştiriliyor ve ekonomik rekabet savaşı bu yeni paylaşım biçimi üzerinden sürdürülüyor.

Kriz bazı kapitalistler için çöküş iken bir başkaları için genişletilmiş (yeniden) üretim olarak yükseliştir. Serbest rekabetçi koşullarda olduğu gibi tekelci rekabet koşullarında da kapitalizm ancak krizlerle yol alabiliyor. Her ikisine de en özgü olan şey onların doğasında bulunan kriz gerçeği ve kendi içlerinde barındırdıkları antagonist çelişkilerdir. Kriz kapitalist gelişmenin ebesidir. Bunalımlar sürecinde sistem dışı ve tamamen karşıt bir çözüm bulunamadığında, kriz, kapitalist gelişme sürecinde yeniden düzenlemelerin doğum sancısını  yönlendiren bir ebe gibi işlev görüyor. Banka, şirket, holding, tekel ve tröstlerin yaygın iflasları ne yenidir, ne de nedenleri bilinmezdir. Her kriz bir tahteravalli misali kimini indirir, kimi kaldırır. Krizlerde birilerinin payına iflas ve batış, diğerlerinin payına canlanma ve yükseliş düşer. Bu bir çelişki değil, kızışan tekelci ve ölümcül rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Bir krizin kazanıcıları bir başka krizin kaybedicileri olur.

Doğru  öngörüler ancak bilimsel-doğru bir yaklaşımla yapılabilir…

ATİK yayın organı mücadele gazetesinin Ekim 2008 tarihli 201. sayısında ‘mali piyasa krizleri, küresel sonuçları ve politikaya yansıması’ temalı bir başyazı yayınlanmıştı. 2008 krizinin patlak verdiği ilk haftalarda bankaların, tekellerin, şirketlerin değil artık ülkelerinde ekonomik açıdan batma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarına dair isabetli bir ifade kullanmış ve şöyle demiştik: ‘’Son yılların moda deyimi emperyalist “küreselleşme” trendinin en belirgin simgesi, uluslararası finans (mali) piyasalar ve onun kalbi durumundaki borsalardır. Dolayısıyla borsalar üzerinden yansıyan uluslararası mali piyasalardaki bütün çalkantılar ve gelişmeler negatif anlamda öylesine devindiricidir ki, çok uzak olmayan bir gelecekte; sadece büyük bir şirketin değil, herhangi bir kapitalist devletin bir günde çöktüğü duyulursa kimse buna şaşırmamalıdır. Finans kapital, klasik kapitalizmin kendi temel dokusu olan sanayi/meta/ticaret ve hizmet sektörleri piyasasını dahi “teslim” alacak ve bir anda bozguna uğratacak kadar tahripkâr bir eğilim göstermektedir.‘’

Yukardaki satırlar kaleme alındığında 2008 mali krizi patlak vereli henüz bir kaç hafta olmuştu ve krizin nelelere yol açacağı konusunda ancak tahminler veya  spekülasyonlar yapılabiliyordu. Bizim yukardaki isabetli tespitimiz ise marksist kriz teorisine dayanılarak yapılan bir öngörü idi sadece. Ve son iki senelik süreç içinde gerçektende görüldü ki,  şirketlerin, bankaların çöküşünü devletlerin çöküşü veya iflasları izledi. Krizin atlatıldığı, resesyonun geride kaldığı ve lokomotif  ekonomilerin yeniden yükseliş/büyüme trendine girdiğinin iddia edildiği 2010 yılının son  günlerinde, bu sefer de AB’nin ‘gözde’ ülkeleri, batık bankalar misali, peş peşe bankrot (ödeme yapamaz) durumuna düştü. Geniş kitlelerin ve emekçi sınıfların homurtularının ve itirazlarının bir çok dünya ülkesinde görece arttığı bu dönemde, iktisadi krizlerin politik krizlere evrimini gerçekleştirmek iradi bir devrimci müdahale ile olasıdır. Dahası, olgunlaşan politik krizlerin sistem krizine dönüşebilmesi için baş aktör olarak proleter sınıfının en dinamik kesimlereinin ve onun önderliğine soyunan uluslararası devrimci-sosyalist-komunist partilerin reaksiyondan aksiyona geçmeleri gerekiyor. Başka bir dünya istemiyle giderayak ve kendiliğindenci bir şekilde seslerini daha fazla yükselten dünya emekçilerine devrimci partilerin çok daha etkili öncülük etmesi gerekiyor ki, ekonomik ve siyasal krizler devrimci krizlere dönüşebilsin. Aksi durumda, emperyalist sistem bütün krizlerine rağmen sürdürülebilirliğinden bir şey kaybetmemiş olacak ve hatta bu süreçten daha da güçlenmiş olarak çıkacaktır. Sistemsel krizlerinin sürdürülemez krizlere dönüşmesi, devrimci durum koşullarından devrimin objektif olarak gerçekleşme koşullarına ulaşılabilmesi,  ancak ve ancak  devrimci bir sınıf hareketi ve partisi sayesinde olabilir. Uluslararası en önemli devrimci görev, bu devindirici ivmeyi kerte kerte örmektir. Süreç devrimcilerden bilgelik ve pratik eylemcilik, cesaret ve atılganlık, sabır ve sebat, öncü ve önderlik erdemliklerini beklemektedir. Uluslararası emperyalist/kapitalist sistem, ne kadar sarsıcı krizlerle boğuşursa boğuşsun, bu egemen düzen asla kendiliğinden çökmeyecek hatta kendi yaralarını bir şekilde yeniden sarabilecektir. Sistemsel çöküşlerin tarihte ortaya çıkardığı felsefeye göre iki temel yıkım nedeni vardır; Bir sistem ya büyük bir başka akımla içten çökertilir ya da dayanamayacağı çok büyük bir darbeyle dıştan…

Kriz, kapitalizm ve topluma etkileri:

Kapitalist sisteme içkin bütün krizlere kendi içindeki antagonist çelişkiler kaynaklık eder. Kapitalizme en özgü olgu krizdir. Bu sistem, kriz ve her kriz sonrası (genişletilmiş) yeniden üretim modeliyle ancak ilerleyebilir.Yani kriz kapitalizmin dinamosu gibidir. Kapitalizm koşullarında hem yapısal hem de döngüsel krizler iç içe ve yan yana varlık göstermekteler. Ne  varki, sisteme içkin bu krizlerin kapitalizmi içten çökertmesine ve bütünsel sistem krizinin olgunlaşmasına yetmiyor. Ekonomik veya mali krizlerin politik krizlere dönüşmesi ve objektif devrimci bir durumun oluşması, dahası kitlelerin devrimci başkaldırısının, önderler örgütünce tek potada örgütlenerek, başka bir sistem yaratmak için hareketi nihai zafere yönlendirmesi olmadan emparyaslist-kapitalist sistemin bir parçadan kopartılması veya bir bütün çökmesi mümkün değil. Krizlere karşı kapitalizmi resistent (direngen) yapan şey onun krizlerle birlikte varolabilme veya krizlerle birlikte yaşayabilir olma kabiliyetidir. Yapısal ve döngüsel krizler sayesinde kapitalist ‘sistemin kendiliğinden çökmesini beklemek’ büyük bir siyasal ve ideolojik hatadır. Devrimcilerin temel göreci görevi, krizler sayesinde emekçiler ve halk içinde oluşan devrimci uyanışlar sayesinde, yelkenlerimizi devrimci rüzgarlarla doldurarak yol almak ve sosyal adaleti tesis eden alternatif sosyalist bir sistemin yaratılmasını iradi olarak organize etmektir.Yani dünyayı yeniden ve yineden değiştirmektir.

Uluslararası işçi sınıfının ve ezilen dünya halklarının omuzlarında duran diğer önemli görevlerden bir taneside de uluslararası meşru devrimci-demokratik mücadeleyi birleştirmek ve örgütlemektir. ABD merkez üssünden uluslararası borsa pazarlarına, banka sektörlerine, sanayi üretimine ve tüketim piyasalarına hızla yayılan kriz, bir sarmal gibi evrilmeye ve toplumları tahrip etmeye devam ediyor. Liberal piyasacı bir dizi ‘uzman ekonomist’in dahi yakın gelecekte yeni ve daha derin boyutlu krizlerin yolda olduğu şeklindeki ‘uyarıları’ eşliğinde, kriz kendi yasalarını dayatmaya devam ediyor. Kriz ve çözüm diyalektiği kapitalist sistem içinde geçerlidir.  Ancak, günümüz emperyalizmi bu büyük krizi bir bütün çözmüş veya atlatmış değildir. Her kriz sürecinde, sistem bir bütün batmadığı müddetçe, kapitalizm bir şekilde yol alabilir.  Her çözüm yeni bir krizin döl yatağıdır. Üstelik bu seferki çözümler sisteme rahat bir nefes aldıracak kadar etkili de olmuyor. Bu koşullarda olamazda üstelik. Son 50 yılda sürdürelebilir kriz ile bir arada yaşama stratejileri üzerine kurulan ve buna göre şekil alan uluslararası ‘status quo’  dikişlerinden tek tek patlamayı sürdürüyor. Bu kriz 70’li, 80’li veya 90’lı yıllarda patlak verseydi uluslararası yeni bir devrim dalgası daha mutlaka yaşanırdı. Emperyalist sistem krizde ama dünya sosyalist hareketi de krizde…Egemen emperyalist sistemi rahatça saldırganlıklarını sürdürmeye iten asıl gerçek; sosyalizmin -teorik olarak olmasa da- pratik olarak 90 sonrası başlayan ‘çöküş krizi’den hala kurtulamamış ve yaralarını saramamış olmasıdır…

Yalın gerçeğe yeniden dönecek olursak;

İspanya, Macaristan, Portekiz, Yunanistan ve İrlanda  ülkeleri AB içinde çeper devletlerden sayılmaktalar.. Motor gücündeki devletler henüz bankrot durumuna düşmedi. İngiltere ve İtalya kıl payı kurtuldular bu durumdan ama korkuları hala devam ediyor. Hollanda ve Fransa hala krizi tam atlatamadılar. Kriz sürecinde en az yara alan ve yaralarını en çabuk sarmış olan Almanya ekonomisi oldu. Şimdilik resmi göstergeler en azından buna işaret ediyor. Fakat düşünün ki, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, Hollanda gibi başlıca devletlerden birisi çok daha derin bir krizle sarsılsalar neler olur? Bu durumda Avrupa Birliği Projesi pekala çatırdayacaktır. Bütün dengeler sarsılacak ve bu durum büyük bir uluslararası politik krize yol açacaktır yaşlı kıtada. Demokrasi beşiği Avrupa’da beşik yeniden ters yüz olma tehikesiyle karşılaşabilecektir. Böylesi bir kriz ABD’den yayılan krizden daha büyün tahrip gücüne sahip olacaktır. Çok daha ‘tehlikeli’ sonuçları olacaktır. Nitekim, Avrupa bir kaç yüzyıldır savaşların ve kanlı kapışmaların ana sahnesi olmuştur. Savaş ekseni bugün  Balkan’lar üzerinden, Orta-Doğu’ya, Kafkasya’ya kaydırılmış olsa da, emperyalist haksız savaş gerçeği hala bertaraf edilememiştir..

AB’nin motor ülkelerindeki egemenlerin batık ülkeleri milyarlarca kredilerle yeniden ödeme yapabilir durumu getirmekle olağanüstü bir yardımseverlik hislerinden dolayı yapmıyorlar, kendi yatırımlarını ve geleceklerini garantilemek ve krizleri ertelemek  adına bunu yapmak zorundalar. Ancak nereye kadar bu sözde ‘kurtarma operasyonlarını’ finanse edebilecekler? Motor ülkelerdeki vergi veren halk nereye kadar bu kurtarmaları finanse etmeyi kabullenecek? Bu ortak kurtarma girişimleri bir noktadan sonra parçalanacaktır. Şimdinen bir çok ülke haklı itirazlarını yükseltmekteler. ‘Sürdülebilir kalkınma’, ‘sürdürebilir büyüme’, ‘sürdülebilir istikrarsızlık’, ‘sürdürülebilir kriz’ gibi aldatıcı kavramlar kapitalizmin yapısal krizlerini örtbas etme yönlü burjuva politik argümanlar olarak etkisini yitirmeye devam ediyor. Ekonomik krizleri politik krizlere çevirecek ve sistem krizlerine yol açacak olan devrimci şahlanış dönemleri henüz yakın gelecekte ufukta görünmese bile, gidişatın bu istikamette olduğu artık inkar edilemez kadar barizdir. İçte ve dışta sürdürülen gericileşme, artan uluslararası ırkçı ve faşizan eğilimler, demokrasilerin demontajı, yükseltilen ekonomik ve devlet terörü ve nihayetinde insanlığı tehdit eden militarizmin boyutları egemenlerin büyüyen korkularının ölçülebilirliğine dair bariz göstergeleridir.

Sonuç olarak;

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, halk kitlelerinin bağımsız eylemlerinde çok ciddi bir yükselişin ve kalıcılığın olduğu devrimci durumlardan uzağız henüz. Ancak, bu durum her an bir ülkenin batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı günümüz koşullarında, herhangi bir ülkede aniden karşımıza çıkabilir. Subjektif ögelerin bu duruma henüz hazır olmadığı günümüz koşullarında, buna rağmen toplumsal-sosyal sarsıntılar özellikle Güney Avrupa / Akdeniz kıyısındaki ülkelerde  gündemden düşmemektedir. Türkiye, Yunanistan, İtalya, Fransa hattı yeni ve kapsamlı işçi-emekçi direnişlerine sahne olmakta ve halk kitleleri tepkilerini buralarda daha daha militanca vermekteler. Uluslararası Sosyalist Hareketin bu kendiliğinden gelişen kitle hareketlerini kendi potasında toplamaya hazır olup olmamasından bağımsız olarak, (devrimci) kitle hareketleri gelişebilir ve bu sarsıntılardan burjuvazinin bir başka kesimi veya küçük burjuvazi pekala kendi lehine faydalanabilir. Ne varki her iki durumda da zafer kalıcı ve gerçek anlamda kazandırıcı olmaz. Uluslararası işçi sınıfı ile birlikte devrimlerden çıkarı olan anti-emperyalist, anti-kapitalist bütün sınıflar ve katmanlar subjektif rollerini oynayabilmek için tek tek ülkelerde devrimci tarzda harekete geçmek ve uluslararası birleşik mücadeleyi yeniden örgütlemek göreviyle karşı karşıyalar. Çünkü, dünya çapında bütün başlıca çelişmeler derinleşmekte ve sınıf mücadelesi yeniden kızışma ihtimali göstermektedir. Sıçramalı, dönemsel, kabaran yakıcı bir ateş gibi ortaya çıkan toplumsal itirazlar ve esasen kendiliğinden gelişen  kitle hareketlenmelerinin sonuçları olsa da, gidişat sınıf bilinçli uyanışa hizmet eder durumda ve umut vericidir.

İşçilerin, emekçi kitlelerin ve halkın birleşik eylemleri geliştikçe umutlar daha da büyüyecektir.  Demokratik, ilerici ve devrimci uluslararası hareketler ortak çıkarlar etrafında güçlerini birleştirme ve  sarsıcı vuruşlarla kazanımlar elde etme göreviyle karşı karşıyadırlar. Sınıf bilinçli yerli işçiler ile sınıf bilinçli göçmen emekçiler arasında kalıcı enternasyonalist köprüler kurmak işçilerin ve en geniş emekçilerin demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesini daha da güçlendirecektir. Avrupa’da devrimci yerli ve göçmen işçiler sokakların, meydanların devrimci ruhunu kuşanmak ve sınıf mücadelesinin seyrini ileriye taşımak için dünden daha çok çaba sarfetmeli ve fedakar olmalılar. Toplumsal mücadele seyri içinde  aynılaşan ve ayrışan sorunlarımızın farkındalığı üzerine yükselen sağlam sınıfsal köprülerin kurulması yeni başarılara imza atacaktır. 2011 yılının ilkbahar ve sonbahar aylarında Avrupa ülkelerinde mücadele yeniden ivmelenecektir. Yerli ve göçmen ilerici güçler kendilerini şimdiden buna hazırlamalı ve gerçek anlamda enternasyonalist ittifak politikaları ve pratiklerini şimdiden geliştirmeliler.

Avrupadan yükselen işçi, emekçi, göçmen, genç ve kadın kitlelerin hareketlenmeleri bize yeni ve çok çeşitli birlikleri ve ittifakları dayatmaktadır. Demokratik kitle örgütleri, daha doğrusu kitlesel işçi, göçmen, gençlik ve kadın hareketleri, zengin ve etkili yeni örgütleme yöntemlerini de kuşanarak, geleceği kazanmak adına kendilerini doğru konumlandırmalılar. Avrupa’da yerli ve göçmen işçiler birbirine daha fazla yakınlaştırılmalı, ayrışan ve aynılaşan ortak sorunlarımızın açığa çıkartılması ve birlişik mücadelenin geliştirilmesi bağlamında bir bilinç oluşturulmalıdır. Hangi millet ve etnik kökenden veya inançtan olursa olsun, emekçi yığınlar arasına sınıf perspektifli yeni mücadele köprüleri örülmelidir. Bu tarihsel ve ertelenemz bir görevdir.

Ufuk Berdan – 28 Kasım 2010