SADIK VARER | 28 – 08 – 2011 | Korku, insani ve doğal bir duygudur. Doğal olmayan, hiçbir şeyden korkmama halidir. Akıllı insanlar, akıllı oldukları için kimi şeylerden korkarlar ve yine akıl takviyeli bir cesaretle korkunun üzerine giderler.
Akıl ve cesaret düzeyim nedir bilmiyorum, ama şunu biliyorum; ‘kötü adamlar’ tarafından kontrol edilen ve toplumu bilgilendirmek, eğitmek, yönlendirmek, tehlikelere karşı uyarmak, eğlendirmek gibi olabilecek en büyük ‘insani vazifeleri’ üstlenmiş bulunan şu ‘mübarek medya’dan korktuğum kadar hiç bir şeyden korkmam !..
Kapitalist toplumlarda ‘demokratik devlet’ iktidarı, kendini, Montesquie’nün formüle ettiği ‘kuvvetler ayrılığı ilkesi’ne göre düzenlenmiş olduğu varsayılan yasama, yürütme ve yargı erki ile ifade ediyor(du). Klasik siyaset bilimi literatüründe sözü geçen bu üç kuvvet, uzunca bir süredir dörtlenmiş durumdadır; ‘dördüncü kuvvet’ medyadır.
Ve durumun vahameti şuradadır; sermaye bileşenlerinden biri olan bu medya, yasaların, mahkemelerin, polisin ve ordunun etkisini misliyle aşarak, toplumu yeniden ve yeniden biçimlendirip ‘terbiye’ etme, halkın etkilenmeye açık çok büyük bir kesimine biteviye ‘düşünce paketleri’ hazırlayıp, aynı halka neyin ‘doğru’ neyin ‘yanlış’ olduğunu ve de neyi nasıl yapıp yapmayacağını belletme becerisine sahiptir.
Meselenin bu yanı, toplumun kimi duyarlı kesimlerini ilgilendirebilir, ama en çok, emeğin ve insanlığın özgür geleceğini dert edinip sermaye güçleri ile tarihsel bir hesaplaşmaya girmiş bulunan komünistleri ilgilendirir…
Kanımca, öncelikle ele alınması gereken şey; emeğe ve insanlığa yakışan en uygun ‘adresi’ göstermek amacıyla çıkartılan ve “kolektif propagandacı, kolektif ajitatör, bilinçlendirme ve örgütleme aracı” olarak algılanan aylık üç beş bin baskılı dergiler ve web sitelerinden oluşan bizim medya ile sermaye medyasının toplumu etkileme performansı arasındaki muazzam farktır.
Eski zamanlarda vaziyet böyle değildi. Örneğin, Bolşeviklerin Iskra’sı ile gazete dağıtıcısının girdiği işçi ve köylü evlerine, ne Çar’ın medyası ne de propagandisti giriyordu. Iskra’yı ‘okuyup açıklayan’ partililer aracılığıyla sosyalizmi benimseyen emekçilerin düşüncesini ‘bozabilecek’ etkinlikteki ideolojik araçlar henüz keşfedilmemişti.
Artık, yirminci yüzyılın başındaki ideolojik mücadele araçları ve yöntemleriyle yetinmek mümkün değil. Verili koşullarda, emek ve sermaye güçleri arasındaki ideolojik mücadele, ‘önemini biliyoruz işte’ babında bir mesele olmaktan çıkmış, tabir yerindeyse kader belirleyici bir ‘ideolojik savaş’ özelliği kazanmaya başlamıştır.
Ve yanıt bekleyen soru şudur: tarihsel açıdan meşru ve haklı bir mücadeleyi toplum bilincine baş döndürücü bir hızla ‘tehlikeli ve kötü şey’ olarak kaydetme yeteneğine ulaşmış bulunan ve sermayenin, devrimci mücadeleyi etkisizleştirmek üzere etkin bir ideolojik savaş aracı olarak kullandığı medya ile mücadelenin yolu-yöntemi nedir ?…
Teslim etmem lazım; siyasal hayatım boyunca karşılaştığım en zor soru budur ve soruya doyurucu bir yanıt bulamıyorum. Fakat şuna inanıyorum; toplumların hatırı sayılır bir bölümünü etkileyebilen dehalar dönemini sonlandırmış bulunan ‘bilgi, iletişim ve hız çağı’nda, bu sorunun yanıtını, bilim insanı özelliğine sahip komünistlerin kolektif aklı verecektir…