Anasayfa , Köşe Yazıları , İçimizdeki Yabancı ! – Rıza Algül
Rıza Algül
Rıza Algül

İçimizdeki Yabancı ! – Rıza Algül

„Yabancılık“, her zaman ve her yerde “olumsuzluk” bildiren bir fobi-kavramdır. “Yabancılık” duygusunun kökeninde “korku” vardır. Bireyde veya toplumda olsun, “yabancılık” rengine girmiş insan ruhu, kendisi dışındaki her şeye karşı duyduğu korkulardan dışa vuran mesafeli ve tedirgin davranışlardan kendini kurtaramaz. Çünkü korku, “yabancılığı” doğuran anadır. “Ana” ile “çocuk” arasında çok derin bir bağımlılık oluşur. “Çocuk” büyüse de, “korkuyu” yaşam biçimi yapmış bir insan hep “küçük” kalır. Böylelikle “yabancılık” ile “korku” bir arada ve “barış içinde” durdukça, birbirini besler.

Her “yabancılık” duygusunun bir kültürel temeli vardır. Kültür, insanların ve toplumların davranış biçimlerinin tümünü kapsar, tarih içinde oluşur ve bir tarihi vardır. Tarih boyunca bütün statüler bir fobi-kavram olan “yabancılığın” istem ve ölçülerine göre belirlenmiştir. Sınırlar buna göre çizilmiş, yasalar buna göre yapılmıştır. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan da yukarıya sirayet eden insan ilişkileri bu fobi-kavramı koruma amaçlı örülmüştür. Toplum psikolojisi bu “yabancılık” kavramıyla baskılanmıştır. Çoğu zaman „haklılığın” veya „haksızlığın” tanımını yapan ve sınırlarını çizen de bu fobi-kavram olmuştur. Her şeye karşı hep bir sınır olan ve sınır koyan „yabancılık“ fobisi, hiç bir sınır tanımadan toplumların psiko-kültürel biçimlenmelerinin bütün ayrıntılarına sınırsızca uzanmıştır.

“Yabancılık” ruh hali sadece duygularla ifade edilemez. Bu, duyguları da kapsayan, fakat daha çok bir düşünce ve davranış tarzıdır. “Yabancılık” bazen daha çocuk yaşlardayken, bazen de, daha ileri yaşlarda insanı şekillendirir, ölünceye kadar onun yakasını bırakmaz.

Farkında oluruz veya olmayız, fakat günlük yaşamdaki sınırları ve korkuları şekillendiren de, çoğunlukla bu fobi-kavram “yabancılık” duygusudur. “Yabancılık” duygusunu üreten toprak, sınıflara bölünmüş toplumlarda her şeyden önce mülkiyet, üretim ve dağılım ilişkileridir. Bu ilişkilerin şekillendirdiği egemen kültür ve yaşam çarkı, bireyi toplumdan, insanı kendi yarattığından, ürettiğinden ve parçası olduğu doğasından koparır. Bireyin yerine bireyciliği, mikro-insan doğasını, insanın da küçük bir zerresi olduğu makro-doğanın karşısına koyar.

Bu koşullar nedeniyle gerçek maddi ve toplumsal bilinçten kopan insan fantezilerde kendini bulur. İnsanın fantezi dünyası, onun sosyal gerçekliğinden kopmuş ve tersine çevrilmiş bilincidir. (Zur Geschichte des Urchristentums. In: Karl Marx/Friedrich Engels

– Werke. Bd 22. Berlin 1963, 450, Fußnote.)

“Yabancılık” duygusunun mekânı dışarıda veya “ikinci” kişilerde değildir. Bireyin kendisinde, birinci kişidedir. Bazıları “yabancılık” duygusunu, sonradan Avrupa’ya veya bir yerden bir başka yere gelmiş “göçmenliğe” bağlayabilirler. Bu bir “kendini savunma” güdüsüdür ve gerçeklikten uzaktır. Bu, bireyin kendi içinde taşıdığı “yabancılıktan” duyduğu huzursuzluğu kendi dışına atma çabasıdır. Böylece, kendi içinde “yabancılık” duygusu taşıyan birey, kendisinin bilinçaltında olanı, yani kendisinde olanı kendisi dışındaki ikinci kişilerde yaratmasıdır.

Tarihte “yabancılık” duygusunun güçlü olduğu insanlar ve toplumlar arasında çatışmalar ve savaşlar uyandırmak kolay olmuştur. Çünkü “yabancılık” duygusunun arka planında ve derinliklerinde nefret ve düşmanlık duygusuna dönüşebilen unsurlar her zaman vardır. Kendi dışındaki insanları ve toplumları anlayabilme kültürü gelişmemiş insan ve toplumlar, başka insanları ve toplumları kendilerinin “dışındaymış” veya “karşısındaymış” gibi algılar ve başkalarına yer tanımazlar.

“Yabancılık” duygusu, insanın bir başka insanı, çevreyi veya coğrafyayı “tanımamış” olmasıyla da açıklanamaz. Tanımamış olsak da, bizden farklı olan hiçbir şey bize “yabancı” olamaz. Çünkü bir insanın, dünyada yaşayan bütün insanları, kıtaları, ülkeleri ve kültürleri tanıması olanaksızdır. Veya hiç bir insandan, yaşadığı ülkenin bütün insanlarını, şehirlerini, kasaba ve köylerini tanıması da beklenemez. Fakat her insandan, yaşadığı dünyada ve toplumda, kendisi dışında ve kendisinden farklı insanların varlığını anlaması ve kabullenmesi beklenir. Çünkü kendisi dışında ve kendisinden farklı insanların varlığını anlayan bir insan, dünyanın neresinde olursa olsun, dışındaki insanlarla kendi arasındaki farklılıkları olduğu gibi benzerlikleri de anlayabilir. Böylesi bir durumda, yani kendisi ile kendisi dışındaki insanlarda olan farklılığı ve benzerliği anlayabilen bir insanda “yabancılık” duygusu barınamaz. Bundan dolayı Marx, “İnsana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir”, der.

Neden insanlar kendilerinin dışındaki insanlara şiddetle karşı çıkar ve nefretle bakarlar? Karşı çıkarken veya nefret ederken, onların korumak istedikleri ve korktukları nedir? Bütün pratiklerine ve hatta rüyalarına bile yansıyan bu kadar güçlü bir “yabancılık” duygusunun, onların ruhsal yaşamındaki kaynağı nedir?

Bu kaynak, “ben” ve “benim” duygusudur. “Ben” ve “benim” duygusu, kaçınılmaz olarak insanları birbirlerine yabancılaştırır. Bu duygu bireylerle sınırlı da kalmaz. “Ben” ve “benim” kanununun egemen olduğu dünya, bu dünyanın küçücük birer parçası olan bireyleri de kendi hizmetine alır. Onlar da, “hizmette kusur etmemek” için ellerinden geleni yaparlar. Öyle ki, “ben” ve “benim” duygusu, insanları ölmeye ve öldürmeye dahi sürükleyebilir.

Ayrıca, insanları ölüme dahi sürükleyebilen “ben” ve “benim” duygusunun bir tek değil, birçok “nedeni” vardır. Bu demekti ki, insanları ölüme dahi götürebilen “nedenler” de bir tek değil, birçoktur. Bu “nedenlerden” biri etkin olmadığında diğeri devreye girer. Yani, “yabancılık” duygusu taşıyanlar açısından, kendileri dışında ve kendilerinden farklı insanlara korku ile bakmak, nefret duymak ve “gerektiğinde” ölmek veya öldürmek için her zaman bir “neden” bulunur.

Bunun sonucudur ki, bu “nedenler”, toplumları çok boyutlu düşmanlıklara götürebiliyor. Çünkü “ben” ve “benim” duygusu, basit ve kolay anlaşılabilir iki “sözcük” ile sınırlı kalmayarak sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, kısaca yaşamın her alanına uzanmış birçok “kimlik”ten uç veriyor. “Yabancılık” duygusu güçlü olan insanlar ve toplumlar, “iktidar olmak ve iktidarda kalmak” isteyen birileri tarafından birçok “kimlik”te bölünmüştür. “Ben” ile başlayan ve “ben”den dışarıya açılan “benmerkezci” kimlikler bu “nedenlerin” başında gelir: “Ben”, “benim”, “benim ailem”, “benim mülkiyetim”, “benim akrabalarım”, “benim devletim”, “benim dinim”, “benim ulusum”, “benim kültürüm”, “benim ülkem”, “benim kıtam”, “benim …”

Bu söz konusu “birileri”, insanları çok kimliklere böldükten sonra, onları kendi haline de bırakmaz. Tersine, çok çeşitli yöntemlerle ve araçlarla, “gerektiğinde” şiddete başvurarak bu “kimlikleri” tarih boyunca onların bilinçaltının derinliklerine yerleştirir. Bu “kimliklerin kuralına” göre, bir kimlikte olanlar, başka kimliklerin güçlenmesine izin vermemeli. Çünkü bir “kimliğin” güçlenmesi, başka “kimliklerin” zayıflaması ve hatta yok olması anlamına geliyordu. Bundan dolayı, tarih boyunca “kimlikler arası” rekabet, düşmanlık, kavga ve savaşlar olmuştu ve olacaktı. Çünkü verilmiş bu “kimliklerin” yönlendirdiği insanlar kendileri gibi değil, bu “kimliklerin” emrettiği gibi düşünüyor, davranıyor, ölüyor ve öldürüyorlardı. Sadece “kimlikler” aktif rol oynuyordu ve sadece “kimlikler” vardı.

Fakat insan yoktu. İnsan unutulmuştu, kaybolmuştu. İnsan, insan olmanın veya insanlığın dışında soyut bir şeydi. Fakat insan, yarattığı tahribatlarla somut “kimliklerde” paramparça edilmişti.

“Kendisi gibi” olmayan her şeye “yabancı” gözle bakanlar, yaşadıkları toplumdan dünyaya bakarak şöyle de düşünebilirlerdi:

İnsan çevresine ve doğaya “yabancı” olabilir mi?

Hangi coğrafyada olursa olsun, ağaçların, otların, çiçeklerin, suların, denizlerin, dağların ve ovaların rengi, kokusu, insan ruhunu cezbeden, hayat akan ve hayat veren güzelliği insana “yabancı” olabilir mi?

Şehirde olsun, kasabada veya köyde olsun, binaların ve evlerin mimari stilleri ve kullanım tarzları, cadde ve sokaklar, bisikletten otobüse ve telefondan mektuba ulaşım ve iletişim araçları insana “yabancı” olabilir mi?

Yemek, içmek, barınmak, giyinmek, kullanılan ve tüketilen her ne varsa, insana “yabancı” olabilir mi?

Ya insanlar! “Tıpkı her insan gibi” başı, gövdesi, iki gözü, iki kulağı, iki eli ve iki ayağı olan; burnu, ağzı ve diliyle bir başka insandan organik hiç bir farkı olmayan; hastalıkta başkasına kan veren, hastalandığında başkasından kan alan insan, insana “yabancı” olabilir mi?

Neden insan, insana yabancı olsun ki?

İnsanın kalp atışları ve kalpten süzülen sevgi, insana “yabancı” olabilir mi?

Bir de tersinden sormak gerekir: Kendi dışındaki insanlara, toplumlara ve topraklara “yabancı” gözle bakanların kendileri “yabancı” olamaz mı? Örneğin, “yabancılık” onların kendilerinde, birinci kişi de başlamış olamaz mı?!