Anasayfa , Köşe Yazıları , Hrant’ın Hatırlattıkları (=Önemi)[1]

Hrant’ın Hatırlattıkları (=Önemi)[1]

temeldemirer “Yaşamak izler bırakmaktır.”[2]

Sevgili Arkadaşlar,
Hrant Dink, Edward Said’in “Nadide bir kuş” olarak nitelediği aydınlardandı…Müthiş bir umut, bilinç ve imandı…

Michel de Montaigne’in, “İnsanlar amaçlarından büyük olmalıdır,” sözleriyle betimlenendi… Ya da F. Nietzsche’nin, “Issız ve yorucu dorukları sevenlerin kanatları olmalıdır!” diye tarif ettiğiydi… Veya M. Gorki’nin, “İnsan ne onurlu sözcük”ünü hak eden olması… Ve nihayet bunların ötesindeki Ahbarik olmasıydı onu böylesine ender, böylesine değerli kılan…

Ancak Onu önemli kılan, söz konusu müthiş özellikleri yanında ve “Nadide bir kuş” olmanın ötesinde; bir de yaşamı ve yaşattıklarıyla biz(ler)e hatırlattıklarıdır…

Evet, Hrant anımsatan/ anımsamamıza yol açan, unutuşa/ unutturuluşa meydan okuyan bir gerçek, önemli bir kilometre taşıdır…

Duymuşsunuzdur; George Santayana, “İlerleme, değişimden ziyade hatırda tutmaya bağlıdır. Değişim mutlak olduğunda, değerini artıracak bir benlik kalmaz ve olası değer artırmaya dair bir yönelim olmaz: Vahşilerde de olduğu gibi, deneyim akılda tutulmadıkça bebeklik bakidir. Geçmişi hatırlamayanlar onu tekrar etmeye mahkûmdur,” der…

Evet Hrant, Paul Valéry’nin, “Tarih düş gördürür; ulusları sarhoş eder, onları yanlış anılarla yükler; tepkilerini (=réflekse) abartır, eski acılarını deşer; rahat duruyorken azdırır ve onlarda büyüklük hastalığı, haksızlığa uğramışlık duygusunu uyandırır. Tarih ulusları kırgın, dar görüşlü, çekilmez kılar, boş böbürlenmelerle doldurur,” diye betimlediği resmi yalanın susuş ve unutuşuna karşı “İlerleme, değişimden ziyade hatırda tutmaya bağlıdır” geçeğini -yaşamı pahasına- bizlere anımsatıp, gündem maddemiz kılandır…

Hrant’ın önemi tam da burada, hatırlattıklarındadır…

 HATIRLANILMASI GEREKENLER

 “Ermeni” sözcüğünün bir “küfre” eşitlendiği resmi yalan ve dayatmaların en iyi özeti, Arat Dink’in, “Yokluğum Türk varlığına armağan olsun,” ironisiyle betimlenen tarihi bir acıdır…

Tarihi acının mimarı milliyetçiliktir![3]

Milliyetçilik deyip geçmeyin… Erol Manisalı, “İşbirlikçi değilse, herkes biraz ulusalcıdır,” diyerek güzellemeye kalkışsa da; ezenler açısından milliyetçiliğin “pozitifi” falan yoktur!

Hele, hele Türkiye’de asla! Çünkü Seyfi Öngider’in ifade ettiği üzere, “Türk milliyetçiliği İttihatçılıktır”!

Bu tarihsel gerçeği görmek için uzun uzadıya araştırmak gerekmez; Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, “Bugün eğer Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etseydi, bugün acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?” saptamasını (daha sonra “tashih” etmeye kalkışsa da!) anımsamak, yeter de artar bile…

Resmi ideoloji açısından soru(n) çok açık ve bir o kadar da nettir: “Türk Milleti= Müslüman Türkler”den ibarettir…

Tam da bu nedenledir ki topraklarımızda, sermayenin Türkleştirilmesi senaryosu gereğince, sonu gelmeyen milliyetçi trajediler yaşanmıştır…

Bu alt başlıkta Ermeniler de sermayenin Türkleştirilmesinin kurbanlarıdırlar; 1915 ise bir soykırımdır…

Hikâye herkesin bildiği “ortak bir sır”dır: “Bir tarafta devletin silahlandırdığı ‘Hamidiye Alayları’nın bakiyesi paramiliter Kürt ve Türk güçleri, öbür tarafta bastırılmış ayaklanmanın ardından Ermeni isyancıları kendi habitatlarından koparmak için, korumasız, önlemsiz tehcire zorlanan, kurda kuşa, eşkiyaya, çetelere yem edilen silahsız, sivil yüz binlerce insan…”[4]

“Türkiye hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun parçasıyken, Türk milliyetçileri 1.5 milyon Ermeni’yi öldüren bir kampanya düzenledi. Bu, XX. yüzyılın ilk soykırımıydı.”[5]

“Ermeni soykırımına dair kayıtlar kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte.

I. Dünya Savaşı’nda bir Ermeni soykırımı var mıydı? Olay gerçekleşirken kimse Ermeni Hıristiyanların Osmanlı Türkleri tarafından katledilmesini soykırım diye nitelemedi. Niteleyemezdi de: Kavramın ortaya çıkması için 30 yıl geçmesi gerekecekti. Fakat Türklerin o dönem ne yaptığını dünyaya anlatmayı iş hâline getirenler, Ermenilerin devlet destekli kitlesel katliamını tarif etmek için başka kavramlar buldu.

Mezalime dair kapsamlı haberler yayımlayan New York Times, katliamları ‘sistematik’, ‘kasti’ ‘hükümet tarafından örgütlenmiş’ ve ‘imha kampanyası’ diye tanımlıyordu. 25 Eylül 1915 tarihli manşeti şöyleydi: ‘İmha Ermenistan’ı tehdit ediyor.’

Bir yetkili Türklerin yaptığının, ‘Tam anlamıyla bir halkın topyekûn yok edilmesi’ olduğunu söylüyordu.

Yabancı diplomatlar da kelimenin tam anlamıyla bir soykırıma tanık olduklarının idrakindeydi. Amerikan konsolosluğunun Times’a sızan raporları şuna işaret ediyordu: ‘Türkler Ermenilere, özellikle de yüzde 90’ının mensup olduğu Gregoryen Kilisesi’ne karşı imha savaşı yürütüyor.’ ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau, temmuzda Washington’a bir ‘ırk cinayeti’nin yaşandığını şöyle bildiriyordu: ‘Barışçı Ermeni nüfusunu söküp atmak… Onlara yıkım ve mahrumiyet yaşatmak yönünde sistematik bir çaba söz konusu.’ Elçi, bunların tesadüfi şiddet patlamaları değil, ‘Konstantinopol’den idare edilen’ ulus çapında bir katliam olduğunu vurguluyordu.

Bir diğer ABD diplomatı konsolos Leslie Davis, Harput’ta tanık olduğu ‘terör furyası’nı ve Gölcük Gölü yakınında öldürülen ‘binlerce ve binlerce’ Ermeninin cesetlerini en ince ayrıntılarına kadar tarif ediyordu. Türklerin emrini verdiği kitlesel sürgünler (yüz binlerce Ermeni yük vagonlarına istif ediliyor ve binlerce kilometre uzağa, çölde veya cinayet mangalarının elinde ölecek biçimde götürülüyorlardı) doğrudan bir katliamdan çok daha kötüydü.

Şöyle yazıyordu Davis: ‘Bir katliamda birçokları kaçar, fakat bu tür bir topyekûn sürgün, neredeyse herkes için uzun süreye yayılan ve belki de çok daha acılı bir ölüm demek.’

Başka tanıklar, Morgenthau’nun dile getirdiği ‘korkunç işkencelere’ dair iç burkan şeyler anlatıyordu. Kadınlar çırılçıplak soyuluyor ve tecavüze uğruyor, yakıcı sıcağın altında çıplak yürümeye zorlanıyordu. Birçok kurban tahta haçlarda çarmıha geriliyordu; kurbanlar acıyla feryat ederken Türkler, ‘Şimdi İsanız gelsin de yardım etsin!’ diye alay ediyordu. Reuters şu haberi geçiyordu: ‘Tek bir köyde 1000 erkek, kadın ve çocuğun bir binaya kilitlenip yakılarak öldürüldüğü bildiriliyor.’ Bir başka haberde, ‘Çok sayıda erkek ve kadın zincirlerle bağlanıp Van Gölü’ne atıldı’ deniyordu.

Ermenilerin imhasını yöneten Türk İçişleri bakanı Talat Paşa, hedefi konusunda lafı dolandırmıyordu. ‘Hükümet… adı geçen insanların, -Türkiye’de yaşayan Ermenilerin- tamamının yok edilmesi kararı vermiştir’ diye yazıyordu Halep’teki yetkililere ve söyle devam ediyordu: ‘Varlıklarına son verilmelidir ve yaş veya cinsiyete bakılmamalı, vicdan muhasebelerine girişilmemelidir.’

I. Dünya Savaşı’nda bir Ermeni soykırımı oldu mu? Türk hükümeti bugün bunu inkâr ediyor, ama tarihsel kayıtlar kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte.”[6]

“Ermeni soykırımına dair her gün yeni kanıt bulunuyor.”[7]

Bu kapsamda “1915 ise tam tamına … rezaletin son perdesidir. ‘Ruslara yardım etmemeleri, orduyu arkadan vurmamaları için cepheyi temizledik’ diye kendimizi aldatmayalım hiç. Kastamonu ve Bursa da mı Rus cephesiydi? Ya Tekirdağ ve Edirne? İttihat Terakki’nin Derin Devlet’i olan Teşkilât-ı Mahsusa’nın katilleri Ermeni vatandaşlarını Trakya’dan bile kaldırıp Suriye çöllerine, yani savaş cephesine sürdü.

Kadın ve çocuklar da mı orduyu arkadan vuruyordu? Birkaç bin komitacıyı vurmak yerine Anadolu’nun 1.5 milyon Ermenisi etnik-dinsel temizliğe uğratıldı. Bırakın öldürüldüler mi yoksa yolda soğuktan mı öldüler’i. Tek şeye bakın: Anadolu’nun bu otokton (yerli) insanları elli beş bin kişi kaldı bugün…

[Bu çerçevede-b.n.] Ankara’ya kaçan 1915’in Muhacirin Umum Müdürü Şükrü Kaya’yı dahiliye vekili, Tehcir’in ünlü Bitlis ve Halep valisi Abdülhalik Renda’yı TBMM reisi yapmış bir ülkede. Talat Paşa’nın adını en geniş bulvarlara vermiş ülkede. ‘Anadolu sermayesi’nin Ermeni mallarına konarak oluştuğu bir ülkede. Kurtuluş Savaşı’na bu malları geri vermemek için katılan aşiretlerin ülkesinde. Millet-i Hâkime zihniyetinin gayrimüslimleri hâlâ ikinci sınıf hatta tehlikeli saydığı ve hâlâ öldürdüğü bir ülkede…”[8] “ortak sır”ın/ yani yalanın altındaki kızıl şerit, Türk(iye) sermayesinin kanlı bir iktisat dışı cebir mekanizmalarından olan soykırımla temellük edildiğidir…

“Ermeni Sorunu”nun önemi tam da burada saklıdır….

The Guardian’da 22 Eylül 2008’de Robert Tait imzasıyla yayımlanan haberde şu ifadeler de Demoyan’a atfen tırnak içinde verilmişti: “Tarihin yeniden yazılması korkusu, modern Türkiye’nin en büyük korkusudur. (…) Bu, tarihsel gerçekle yüzleşerek, modern cumhuriyetçi Türkiye’nin etrafında biçimlendiği ideolojik eksenin tamamen çökmesine neden olma korkusudur.”

 SADECE ERMENİLER DEĞİL…

 Hayır iş bunlarla da sınırlı değildir… Osmanlılar’dan Cumhuriyet’e uzanan acılı bir öykü de söz konusudur…

Biraz gerilere dönerek anımsayalım: Hollandalı tarihçi Erik Jan Zürcher, 1850-1950 yılları arasındaki yüzyılın Avrupa’da demografi mühendisliği asrı olduğunu söyler. Göçe zorlama, tehcir, mübadele ve yok etme gibi araçları olan demografi mühendisliğinin erken dönemde uygulanma nedeni dinsel önyargılar iken, XIX. yüzyıl sonlarından itibaren ardındaki egemen itici güç, milliyetçiliktir.

Anılan dönemde Osmanlı coğrafyası da Balkanlar ve Kafkasya’dan göçler, mübadele ve tehcir gibi demografi mühendisliği uygulamalarına sahne olur. Özellikle 1912-1922 dönemi Osmanlı-Türkiye tarihinde, amacı nüfusu homojenleştirmek olan demografi mühendisliği uygulamaları gerçekleşir. Bu uygulamalar, döneme damgasını vuran Türk milliyetçiliği anlayışındaki değişimi de yansıtmaktadır. Şöyle ki; ittihatçıların ve ardından Kemalist kadronun Türk milliyetçiliği anlayışını önemli ölçüde biçimlendiren Ziya Gökalp’e göre, kişiler millete kültür ve vatandaşlık bağı ile bağlanır. Türk milletinin parçası olmak için etnik kökenin çok da önemi yoktur. Aynı dili konuşmak ve ortak kültürü paylaşmak yeterlidir. Ziya Gökalp’in kültürel milliyetçilik olarak nitelendirilebilecek Türk milliyetçiliği anlayışı, Balkan savaşlarından Milli Mücadele’ye uzanan süreçte yaşanan büyük siyasi ve demografik altüst oluşlarla birlikte etnik milliyetçiliğe doğru yol alır.

Türk milliyetçiliğinin, kültürel milliyetçilikten etnik milliyetçiliğe yöneldiği 1912-1922 yılları arasında nüfusun hızla homojenleştiği görülür. Bu amaçla İttihatçılar ve onların ardından Kemalistler, Müslüman-Türk nüfusu merkeze alan homojenleştirici önlemlere başvururlar, ittihatçıların Osmanlı Devleti’nde Türklük eksenli etnik homojenleştirme girişimleri iki ayrı koldan ilerler. Bu kollardan biri, Müslüman ve Türk olmayan unsurlara yönelik, gerektiğinde şiddetin de kullanıldığı bir etkisizleştirme politikasıdır. Diğeri ise Türk olmayan Müslüman unsurların Türkleştirilmesidir. Bu amaçla zorunlu iskân ve yer adlarının Türkçeleştirilmesi gibi araçlar kullanılır.

Yitirilen topraklardan göç eden Müslüman nüfusun iskânı, 1915’te Ermenilerin tehciri ve 1923’te Türk-Yunan nüfus mübadelesi gibi girişimlerle Türkiye nüfusunun etnik ve dinsel kompozisyonunda önemli değişiklikler yaşanır. 1912’de gayrimüslimlerin bugünkü Türkiye sınırları dahilinde yaşayan nüfus içindeki oranı yüzde 20 iken, yaşanan savaşlar ve göçler sonrasında cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı olan 1927 sayımı sonucuna göre, Hıristiyanların ülke nüfusu içindeki payı yüzde 2.64’e geriler. Gayrimüslim nüfusun sayıca ve oranca azalmasına karşın, kalanları öncelikle Türkiye’yi terk etmeye zorlayan, kalacakları da iyice etkisiz kılacak demografi mühendisliği uygulamalarına başvurulur. Gayrimüslimlerin baskı, sindirme ve yıldırma ile gözlerini korkutarak onları gitmeye zorlayan ve şiddeti de kapsayan bu tür olayların en bilinenleri, 1934 Trakya ve 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. Her türlü zor kullanıma karşın Türkiye’de yaşamayı sürdürmek isteyen ve sürdüren gayrimüslimlere karşı ise “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası ve Varlık Vergisi uygulaması gibi kültürel ve ekonomik Türkleştirme uygulamalarına başvurulur.

Türkleştirme politikaları üzerine araştırmaları bulunan Ayhan Aktar’a göre Türkleştirme; “sokakta konuşulan dilden okullarda öğretilecek tarihe; eğitimden sanayi hayatına; ticaretten devlet personel rejimine; özel hukuktan vatandaşların belli yörelerde iskan edilmelerine kadar toplumsal hayatın her boyutunda, Türk etnik kimliğinin her düzeyde ve tavizsiz bir biçimde egemenliğini ve ağırlığını koymasıdır.”[9] Ekonominin Türkleştirilmesi ise 1912-1913 Balkan savaşları ile birlikte egemen bir ideoloji hâline gelmeye başlayan Türkçülük ve Türkiye’nin ulus-devletleşme sürecine girmesi paralelinde iktisadi yaşamda gözlenen bir olgudur. II. Meşrutiyet döneminde ekonomiyi Türkleştirmeye yönelik görüş ve öneriler ileri sürülmüş, bunlara paralel bazı girişimler gündeme gelmişse de daha etkili ve kalıcı rol oynayan girişimler cumhuriyet döneminde, özellikle ulus-devlet modelinin benimsenmesine paralel olarak gündeme gelir. Bu uygulamalarla, gayrimüslim unsurların iktisadi faaliyet ve rolleri sınırlandırılmaya çalışılır. Böylece Türkiye’de geçim koşulları zorlaşan veya hiç kalmayan bu unsurlar ülkeyi terk etmeye zorlanırlar. Öte yandan, bıraktıkları iktisadi araç ve roller devletin yaratmak istediği burjuvazinin oluşumunda kullanılır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında gündeme gelen ekonomiyi Türkleştirme uygulamalarının, işgücünün ve sermayenin Türkleştirilmesi şeklinde iki koldan gerçekleştiği söylenebilir.

Bunlara paralel olarak -öncesiyle de- Mübadele’den Varlık Vergisi’ne bir alay uygulama devreye sokulur… Yani mübadele, tehcir, korkutup kaçırma, toplu katliamlar sermayenin bütünüyle el değiştirmesine, gayrimüslimlerin iktisadi ve sosyal yaşamdan neredeyse bütünüyle silinmelerine yetmedi. Varlık Vergisi de geldi…

Şöyle ki: Sadece Rumlara karşı değil, Müslüman olmayan Osmanlılara karşı, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde çok büyük bir etnik temizlik harekâtı başlatıldı. Önce Ege’de Rumlar, Trakya’da Bulgarlar hedeflendi. Ardından 1915’te Osmanlı Ermenilerine yönelik kapsamlı ve sistemli biçimde yürütülen tehcir kararı uygulandı. Tehcir sırasında büyük bir kıyım yaşandı, Ermeni kırımı yapıldı. Etnik temizlik Güneydoğuda kadim şark kiliselerine mensup cemaatleri de içine aldı. Lozan’da kararlaştırılan, Yunanistan’la Türkiye arasındaki Müslüman ve Ortodoks nüfusun zorunlu mübadelesi sırasında tehcir artığı Ermenilerin bir kısmı daha ülkelerini terk etmeye teşvik edildi. Ardından sıra Yahudilere geldi. 1930’larda Trakya’daki Yahudi nüfus neredeyse bütünüyle bölgeden göç ettirildi.

En başta Ermeni tehcirinde elkonanlar olmak üzere, kaçan veya öldürülenlerin bıraktıkları mallar paylaşıldı. İttihat ve Terakki, bir tür kılıç hakkıyla elde edilmiş bu ganimetten alınması usulden olan geleneksel payı aldı. Ganimetin bir bölümü Balkan muhacirlerine verildi. Cumhuriyet sonrasında iktisadi planda sivrilen bazı Sünni-Müslüman tüccar ve sanayicinin ilk sermaye birikimi elkoydukları, yok pahasına kapattıkları Ermeni ve Rum mallarıydı. Toprak mülkiyeti büyük ölçüde el değiştirdi. Son dönem Osmanlı tapu kayıtlarının ulusal güvenlik açısından sakıncalı olduğunu belirtmek ihtiyacını, Milli Güvenlik Kurulu neden duymuş olabilir ki?

Vecdi Gönül, mübadele ve tehcirin nasıl hayırlı bir iş olduğu görüşünü desteklemek için, İzmir Valisi iken İzmir Ticaret Odası’nın kurucuları arasında hiçbir Müslümanın olmadığını, Ege’de verimli toprakların azınlıkların elinde olduğunu müşahade ettiğini söylüyor. “Cumhuriyet öncesinde Ankara Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluşurdu” diye hatırlatıyor. Tehcir ve mübadele olmasaydı, Türk ulusunun başkenti böyle olacaktı, hâlinize şükredin, demeye getiriyor.

Mübadele, tehcir, korkutup kaçırma, toplu katliamlar sermayenin bütünüyle el değiştirmesine, gayrimüslimlerin iktisadi ve sosyal yaşamdan neredeyse bütünüyle silinmelerine yetmedi. Etnik temizlikten geriye kalmış gayrimüslimlerin servetlerinin bir kısmına daha sonra Varlık Vergisi ile elkondu. Bu sadece servetin bir kısmına elkoyma değil, aynı zamanda gayrımüslimlerin iktisaden belini kırma operasyonu idi.

6-7 Eylül’de bu kez vergi yoluyla değil, özendirilmiş ve organize edilmiş yağma aracılığıyla nihai darbe vuruldu. Türkiye artık tamamen Türklerindi! [10] (Sıranın Kürtler’in olduğunu da unutmadan!)

Olup-bit(mey)enin anlattığı, “Ulus Devlet Masum Değildir” gerçeği[11] ya da Rıfat Bali’nin, “Cumhuriyetin azınlıklara vaatleri kağıt üzerinde kaldı. Eşit vatandaş olarak görülmüyor. Geçmişte ihanet ettiniz yine edersiniz düşüncesi hâkim. Toplumun ve devletin hafızası olumsuzluklarla dolu. Gayrimüslimlere öteki olduğu sürekli hatırlatılıyor,” saptamasıydı…

Hrant, canı pahasına biz(ler)e bunu hatırlattı; Hrant bunun için önemlidir; yani inkârı sonlandırdığı ve özür dileyen” bir kardeşleşmenin yolunu açtığı için…

İNKÂRIN SONU/ KARDEŞLEŞMENİN BAŞLANGICI

Hrant’ın açtığı kardeşleşme yolunda çok şey değişti…

Örneğin, “Türkiye kendini sorgulamaktan daha fazla kaçamaz, zira kimliğinin 90 yıldır inkâr edilen Ermeni kısmı gün ışığına çıktı. Psikolojik kilitler yavaş yavaş yok oluyor”ken;[12] Sason’daki Ermeni Derneği Başkanı Aziz Dağcı, Tapu Kadastro Müdürlüğü’nün kendilerine ait olan kilise, mezarlık ve arazileri Hazine’ye geçirmesi üzerine sorunu TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu’na taşıdılar…

Yani Ermeniler artık “Ermeni olmaktan korkmuyorlar”, “saklanmıyorlar”, haklarını arıyorlar…

Öte yandan da Türkler, alınlarına sürülen kara için özür diliyorlar…

Siz bakmayın şöven Türkkaya Ataöv’ün, “Özrü kabahatinden büyük!”; “ulusal solcu” Ümit Zileli’nin, “Tarih, işbirlikçilerin utanç öyküleriyle doludur!”; “hümanist” Zeynep Oral’ın, “Fransa’dan bir gazeteci arkadaşım telefonda, ‘Sizin aydınlar soykırımı tanımak için kampanya başlatmışlar doğru mu’ diye soruyor. Neresini düzeltsem ki… Hay başınıza ‘aydınlarımız’ kadar, yeryüzündeki tüm ‘soykırımlar’ kadar taş düşsün!” diyen zırvalarına…

Soru(n) bu tür ucuzluklarla ele alınamaz… Tıpkı Hasan Celal Güzel’in, “Sizler aydınsanız ben aydın değilim!” diyen karanlık satırlarındaki üzere… Görülmesi, kavranması gerek: Ortada ırkçı bir zihniyet ve pratik var…

Örneğin Abdullah Gül’ün annesi Adeviye Gül’ün Ermeni olduğunu iddia ederek tartışmalara neden olan CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın bildiğini okumasındaki üzere…

Sinema eleştirmeni Alin Taşçıyan’ın belirttiği gibi, “İnsanların kökenlerini araştırmak ırkçılık değilse nedir?”

Tam da bu noktada Hrant’ın önemi gerçeği (ve ırkçılığı) deşifre eden ortamı oluşturup, bizlere hatırlatması yanında kardeşleşmemizin yolunu açmasıdır; bakın çok uzaklardaki yakından Jean Kehayan kardeşimiz ne diye haykırıyor:

“Türk entelektüelleri Ermenilerle bir barış kampanyası başlattılar. 1.5 milyon civarında oldukları tahmin edilen Anadolu Ermenilerinin yok olmasına yol açan 1915 kıyımlarının acısını taşıyan herkesten özür dilediler. Bu kampanyanın imzacıları, Türkiye’nin onurudur. (…)

Kampanyayı başlatanlar ve imzalayanlar, biliniz ki, siz, geleceğin umudunu ve tarihi gerçekleri taşıyan herkesin kardeşisiniz. Artık biliyoruz ki, Hrant’ın kanı boşuna akmadı. Biz Ermeni asıllı Fransızlar, sizinle dayanışma içindeyiz. Ve bizim talep ettiğimiz, sadece tarihi gerçektir. Toprak ve mülk iadesi gibi bir talebimiz yoktur.

Kıyımları hazırlayanlar dünyayı yerle bir etti. Doğrudur ama sizin sayenizde dünyayı yeniden inşa edeceğiz…” [13]

HRANT DEYİNCE…

Özellikle “Ermenilerden özüre TCK 301’den dava istemine ilişkin suç duyurusu Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı işleme koymuş”ken; veya Cemil Çiçek’in, “Soykırım iddiası vardır, diyenlerin yalanlarını ortaya dökmek adına topyekûn çabaya ihtiyaç olduğu aşikâr,” ya da liberal solcu Murat Belge’nin, “Ben 1915’in İkinci Dünya Savaşı ile aynı kategori içine konmaması gerektiğini düşünüyorum,”[14] dedikleri kuşatma altında diyeceklerimiz toparlarsak…

“Ermeni Kimliği” başlıklı yazısında Tessa Hofmann, “Hiçbir Ermeni sadece ‘Ermeni’ değildir. O ya ‘Hayastantsi’ yani vatanında doğmuş ve büyümüş Ermenistanlı ya ‘spürkahay’ yani Diaspora-Ermenisidir,” saptamasıyla Ermeniler’in acılı gerçeğini, makus talihini anlatır bizlere…

Ahbarik Hrant bu acılı gerçeğin, makus talihin aşılmasındaki dev bir adımdır ve öne çıkan dört özelliğiyle böyle anılacaktır:

Birincisi: B. Russel’ın, “Ne kadar az bilirseniz o kadar şiddetle müdafaa edersiniz,” sözüyle karakterize olan milliyetçi/ ırkçı bir muhafazakârlık karşısında herkese/ hepimize, Halil Cibran’ın, “Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir,” sözünü anımsattı Hrant…

İkincisi: “Bir insan kendini yalnızca insanda tanır,” der Johann Wolfgang von Goethe; çoğumuz kendimizi/ gerçeği Hrant’ta tanıdık; bunun için Ona çok şey borçluyuz…

Üçüncüsü: Fikret Başkaya’nın da işaret ettiği üzere, “Resmi tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarih”ken; Hrant düşünce ve davranışıyla hepimize, herkese, “Tarih evrenin vicdanıdır,” diye haykırdı Ö. Hayyam’ın sözleriyle…

Ve nihayet dördüncüsü: Halil Cibran’ın, “Kederlerimizi ve sevinçlerimizi, onları yaşamadan çok uzun zaman önce seçeriz,” sözündeki üzere kederini ve sevinçlerini kendi seçmişti Hrant… (Ne mutlu Ona… Onun gibilere…)

Ahbarik Hrant’ın aziz anısı önünde bir kez daha saygı ve sevgiyle eğilirken, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim hepinize…

17 Ocak 2009, 15:23:29, Ankara.

N O T L A R

[1] 18 Ocak 2009 tarihinde “Hrant Dink ve Halkların Kardeşliği” başlığıyla AKA-DER Kadıköy (İstanbul) şubesinde düzenlenen toplantıda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:97, Şubat 2009…

[2] Walter Benjamin.

[3] Milliyetçilikten kaynaklanan ırkçı/ ayrımcılık her yerdedir… Örneğin, Pan Helenik Sosyalist Partisi PASOK Başkanı Yorgo Papandreu’nun eski iletişim başdanışmanı da olan Grigori Valyanatos, “Ülkemizde Makedon azınlık vardır” dediği için partisinden ihraç edildi. (Murat İlem, “Azınlık Sözü İhraç Getirdi”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2008, s.10.)

[4] Ertuğrul Kürkçü, “Dil, Ağrıyan Dişi Kurcalar”, Radikal İki, 21 Aralık 2008, s.1-4.

[5] “Soykırımı İnkâr En Başta Türkiye’ye Zararlı”, The New York Times, 13 Nisan 2007.

[6] Jeff Jacoby, “… ‘Bir Daha Asla’ Sloganı Ne Kadar Samimi?”, Boston Globe, 23 Ağustos 2007.

[7] Robert Fisk, “Ermeni Soykırımının Yeni Kanıtları…”, The Independent, 28 Ağustos 2007.

[8] Baskın Oran, “Verdiğimiz Huzursuzluk İçin Özür Dileriz”, Radikal İki, 14 Aralık 2008, s.3.

[9] Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve “Türkleştirme” Politikaları, İletişim Yay., 2000, s.101.

[10] Ahmet İnsel, “Özür Dilemek Artık Bir Zorunluluk”, Radikal İki, 16 Kasım 2008, s.1-4.

[11] Konuya bağıntılı olarak geçerken anımsatalım: DTP Genel Başkan Yardımcısı Emine Ayna’nın, “AKP’nin savaşçı ve Kürtleri inkâr eden tutumuna rağmen herhangi biri ortaya çıkıp, ‘Ben Kürt’üm’ diyerek AKP’den aday olmaya kalkmasın. AKP’den aday olan Kürtlük’le ortaya çıkmasın, Kürt değildir,” (“DTP’li Ayna: AKP’den Aday Olan Kürt Değildir”, Radikal, 3 Aralık 2008, s.7.) demesi müthiş bir yanılgıdır!

[12] “Türkiye’nin Kimliğindeki Psikolojik Kilitler Çözülüyor”, Le Monde, 19 Aralık 2008.

[13] Jean Kehayan, “Türk Kardeşlerime Mektup”, Liberation Gazetesi, 5 Ocak 2009.

[14] Murat Belge, “Genoside Uğrama Şerefi!”, Radikal, 7 Mayıs 2005, s.11.

| 11 – 02 – 2009 |