Home , Köşe Yazıları , “Hoşgörüden Eşitliğe: Türklerle Ermeniler Arasındaki Güç İlişkilerini bie Sivil Haklar Modeli Aracılığıyla Değiştirmek”[1]

“Hoşgörüden Eşitliğe: Türklerle Ermeniler Arasındaki Güç İlişkilerini bie Sivil Haklar Modeli Aracılığıyla Değiştirmek”[1]

theriaultHENRY THERIAULT | 17-02-2015 |  Söze bugünkü konferansı düzenleyenlere teşekkür ederek başlamama izin verin. Ne yazık ki Hrant Dink’le kişisel bir tanışıklığım olmadı; ama yazılarını ve aktivizmi konusunda yazılarını okuyarak, ve bir o kadar da dostlarının, meslektaşlarının ve yoldaşlarının onun anısına ve geride bıraktığı devasa bitirilmemiş çalışmaya olan adanmışlığını gözlemleyerek öğrendim. Özel Hrant’ın, aynı zamanda kamusal Hrant olduğu çok açık: mirası hâlâ capcanlı olan derinlemesine adanmış, cesur, tutkulu bir düşünür ve eylemci. O mirasa ve esinlediği gelecek umuduna küçük, değersiz bir katkıda bulunmak üzere bugünkü toplantıya dâhil olmaktan büyük onur duyuyorum.

Hrant’tan alıp bu görüşlere taşıdığım özgül ders, çok önemli. Büyük fiziksel ve ahlâksal cesareti yaşam ve ölüm anlatısında bu denli belirginken, cesaretinin kolaylıkla unutulabilecek bir veçhesi hakkında. Zor, acılı ve gerilimli olduğunda dahi, bir işe kalkışma cesareti. Bu, benim önce Hrant gibi Türk bilim insanları ve eylemcileri takdir, ardından da insan olarak oluşturduğumuz dostluklar sayesinde büyüyüp olgunlaşırken öğrendiğim bir ders bu. Bir kaç yılımı aldı. İlkin, belki 15 yıl kadar önce, Türklerle ilişki kurma konusunda çok tereddütlüydüm; bu tereddüdü ilk kırdığım kişinin Taner Akçam olduğunu hatırlıyorum. Bu tereddüdün Melanie Toumani ya da Tom de Waal’in hangi kişisel ya da meslekî kaygıyla ise, yazılarında inşa ettikleriyle bir benzerliği olmadığını burada vurgulamalıyım. [Daha çok] Ermeni Soykırımı’na uzanan bir soy hattına sahip olmanın, şiddetten sağ kurtulabilenlerin torunu olmanın gerçekliği idi. Ailemdeki bireyler dahil, Ermenilerin deneyimlerinin güçlü bir toplum ve hükümetçe alaya alındığı ve çektikleri acıların sevinçle karşılandığı bir dünyada büyümeye karşı normal bir tepkiydi. Bu dünyada Ermeni olmanın gerçek maddi koşullarını yansıtan korku ve travmaydı – bugün neredeyse anlamını tümüyle yitirecek kertede yanlış kullanılan ve suistimal edilen “travma” sözcüğünü kullanırken çok, çok dikkatli olmalıyız; hele ki kitlesel şiddeti sürdürenlerin bu nedenle travma yaşadığı gibi yanlış, hatta budalaca iddialarla karşılaştırken… Bu korku, yerküredeki kurban grupların üyelerinin paylaştığı bir sığınak, bir güvenlik mekanizmasıydı.

Ama aynı zamanda acıların adaletsizliği, soykırımın getirdiği tek-yönlü dehşet karşısındaki öfkeydi. Toumani ve de Waal gibiler, herhangi bir tahlil inceliğinden yoksun olmakla, öfke, tiksinti, nefret ve ötesini körükleyip, ardından da kurban grubun -(kölecilik ve Jim Crow)[2] döneminde ABD’nin güneyinde “küstah siyahlar” olarak bilinen) “aşırılar” tarafından beslenen ya da sergilenen- öfkesinin, bugün Soykırımı inkâr edenler ya da alkışlayanların aşırılığıyla aynı olduğu yolundaki yanlış iddiayı öne sürüyorlar. Oysa bunlar aynı şey değil. Biri en kötü indirgenme ve insanlıktan çıkma, acı ve ıstırap koşullarında, diğeri ise soykırımın harekete geçirdiği mutlak acımasızlık güç ve şenliğinde, dizginsiz bir dokunulmazlıkta açığa çıkan bu iki tutum ve deneyim taban tabana farklıdır ve sonrasında kendi gerçekliklerini sonsuza dek şekillendirirler. -ABD’nde siyahların Michael Brown ve Eric Garner’ın öldürülmesini protesto etmek için ayaklandıklarında olduğu gibi- zaman zaman aynı gibi gözükseler de, beyazların nefret, küçümseme, alay hatta serinkanlı görmezden gelme tutumlarıyla aynı olamazlar. Bunlar tümüyle farklı şeylerdir ve birbirleriyle karıştırılmaları, muktedirlerin -soykırım aracılığıyla da olsa edinilmiş ve sürdüregeldikleri tahakkümlerini kalıcı kılmak için başvurdukları bir retorik aracıdır.

Gerçekten de durum öylesine çarpıtılmıştır ki, Foucault’nun bize öğrettiği gibi, muktedir gruptan olanlar, faillerin torunları kurbanları tekrar tekrar çaresizleştiren o son derece zararlı gücü sıkça uygularken aynı zamanda dünyanın en âkil, en serinkanlı insanlarıymış gibi davranabilmektedirler. Kurbanların öfkesi, öfkenin -olması gerekirken- hiç bir etkisi olmadığı gerçeğinin bir belirtisidir ve onların konumunun haksızlığına işaret etmektedir.

Şu hâlde, soykırım mirasında kurbanlar irrasyonelleşirken faillerin yanında saf tutanlar makul sayılmaktadır. Bunu başka bir adım izler. Durum içerisinde iktidar sahibi olanlar -hem fail gruptan olanlar hem de inkâr bağlamında hakikât hakemi konumuna gelen üçüncü taraflar (de Wall gibiler) kurban gruptan “makul” olanları seçer. Yani mesajları belki kurban grup dışında kimseye ciddi bir meydan okuma oluşturmayanları ayıklarlar. Gerçekten de en iyisi budur: Toumani’ninki gibi bir ses, yalnızca fail grubu rahatsız etmemekle kalmaz, aynı zamanda kurban grubu da küçük düşürür. Bunun hem üçüncü taraf hem de fail grubun üyeleri için bu denli cazip olması, soykırım mirasının kurban grubun üyelerine yönelik davranışları hâlâ ne denli etkilediğini göstermektedir.

Ve sorun yalnızca kurban grup üyelerinin aşağılanmasından ibaret değildir. Bu aynı zamanda Soykırım söyleminin ve kurban grup üyelerinin neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğinin denetlenmesidir. “Aşırı” olarak suçlanan kurban grup üyelerini, yaptırımla karşılaşmamak için söylemlerini değiştirme baskısıyla karşı karşıya kalırlar. Okuyanlar marjinalleştirilir, okumayanlar ise alkışlanır ve dilediklerini söyleyecekleri bir zeminle ödüllendirilirler.

Bu uygulamalar ABD’nin azınlık gruplara davranışında yaygındır. Uysal, uyumlu olanlar, ırkçılığın gerçekliklerini görmezden gelen rahatlatıcı tahliller sunanlar ve statükoyu anlamlı bir biçimde sorgulamayanlar, medyada sözcü, kamu önderi ve azınlık grupların genel temsilcileri konumuna getirilirler.

Bu bağlamda, bir Türk kadar iyi hissetmek, hatta bir kahraman olarak alkışlanmak kolaydır. Her durumda, inkâr kusur pozisyonu olduğuna göre, inkârdan hâllice olan her şey olumlu bir adım olarak görülecektir. Bu, 1915’te tek-taraflı bir şey olduğunu kabullenip de, terimin son derece uygun olduğunun aşikar olmasına karşın “soykırım” terimini kullanmayanların, güçlü, ilerici ve kahramanca gözükmesine olanak sağlar; oysa gerçekte yaptıkları gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmaktır – bu kurban grup üyelerine ciddiye alınmama ve kendi tarihlerinin başkalarınca denetlenmesi deneyimini bir kez daha yaşatsa da.

Bu bağlamda bir Ermeni kahraman olmak, eğer olanaksız değilse, aynı ölçüde zordur. Ermeniler soykırım için adalet talebini öne sürdüklerinde, cani muamelesiyle karşılaşmaktadırlar. Ermenilerin “kahraman” olabilmek için, kendi adalet taleplerine karşı çıkmaları, kendilerini susturmaları (ya da başka Ermenilere saldırmaları) gerekir. Soykırımın mirası Türkler ve Ermeniler için çok farklıdır. Bunun inkârı tipik olduğu ölçüde, özgün bir tarzda ilerlemek, bu eşitsizliği dengeleyen bir söylem bağlamını gerektirmektedir.

Kolay ve rahat olana uymaktansa, soykırım üzerine güçlü, bağımsız, meydan okuyucu bir söyleme gereksinimin kabulü, soykırımın etkisinin maddî gerçekliğini yansıtır. Soykırım dünyayı “karıştırır”, kurbanlara her biçimde zarar verir, ama aynı zamanda tutunumlu ve saygın bir dünyanın bağlamını tahrip eder. Yalnızca kurban grubu değil, bizatihî gerçekliği de parçalanmaya uğratır. Miraslarının düğümlerini çözmek, imkânsızdır. Tecavüz çocuklarının yüzyüze olduğu olanaksız meydan okumaları bir düşünün. İnsanlar Soykırımın yarattığı karmaşanın çözümünün salt “soykırım” teriminin kullanımı konusunda doğru bir denge tutturmak, (söz konusu olan geçmişin soykırım olduğunu ikircimsiz bir şekilde telaffuz dahi etmeden) geçmiş için muğlak bir “özür” kampanyası yürütmek gibi önlemlerde olduğunu nasıl düşünebilirler?

Ne mutlu ki Türkiye’de tam da bu güçlükleri uzlaşmaz bir biçimde göğüsleyip gerçek bir ilerlemenin önünü açan takdire değer insanlar var. Ermenilerle ilişkilerinde hem güç dengesizliğini görüp bunu düzeltmeye, hem de aynı zamanda Ermenilere eşitleri olarak davranmaya yetililer – her konuda hemfikir olmayabilecekleri gerçek eşitler. Daha derin bir saygı düzeyine eriştiler. Uğur Üngör ve isimlerini sayarak burada mahcup etmek istemediğim kişilerle bu tür bir ilişki kurabilmiş olduğum için kendimi şanslı addediyorum. Bu yeni model, Ermenilere ve Türklere, kurbanlar açısından daha önce sözünü ettiğim korkunun yerini alan güvene dayalı ortak bir sürece tam insanlar olarak katılma olanağını sağlamaktadır. Bu uysal Ermenilerin seçilmesine bağlı bir boş diyalog değildir; aksine gerçek bir sivil haklar modeli sunmaktadır: şiddet ve iktidar gerçekliklerinin ilişkilerde göz önünde bulundurulduğu ve ilişkinin sorunları açığa çıkartan söylemi marjinalleştirmek yerine, onu tanıyarak üstesinden gelmeye doğru ilerlediği bir model. Benim için bu yeni bağlamda önemli olan, bütün o iktidar ve tarih konularını düşünmek zorunda kalmadan insanlarla ilişkiye girmeme olanak vermesidir – ilişki sırasında gerçekten insanlaşıyoruz. Ama bu tam da iktidar ve tarihi yaşadığımız için mümkün oluyor. Uyum ve uzlaşının ilişkilerini iyileşmesine işaret ettiği yolundaki naif nosyonun yerine, esas yolun, artık kurbanları geçerli kılan ortak bir saygı içinde aynı fikirde olmama yetisinde olduğunu kavrayabiliyoruz.

Benim için bu on yıl önce mümkün olabileceğini hiç düşünemeyeceğim bir şeye kapı araladı. 2009 yılında Beyrut’ta Ragıp Zarakoğlu’yla vakit geçirmek ve 2010’da Ankara’da Sait Çetinoğlu, Temel Demirer ve diğerleriyle tanışmak, derin bir deneyimdi. İlk kez soykırım konusunda yalnızca benim kat ettiğim yolu kat etmekle kalmamış, benden daha uzaklara gidebilmiş Türklerle bağlantı kuruyordum. Ve salt soykırım konusunda değil, insan haklarına ilişkin daha kapsamlı kaygılarda. Onlara derin bir hayranlık duydum. Öyle ki, Ermenilere yönelik olarak, bu Türkleri ABD gibi uzun bir soykırım, emperyalizm ve sömürgecilik, saldırgan savaşlar ve diğer kitlesel insan hakları ihlâlleri tarihi olan ülkelerin yurttaşları olan biz Ermenilerin izlemesi gereken modeller olarak sunan bir makale kaleme aldım. Bu bireyler gerçek sivil haklar önderleriydi. Hrant Dink gibi, Gandhi’nin, Martin Luther King’in, Malcolm X’in, Sojourner Truth’un ve o panteondaki diğerlerinin yolunu izliyorlardı.

1915 mirasında gerçek ilerlemeyi temsil eden, bu tip Türklerle Ermeni “aşırılar” arasındaki ilişkidir. Bu ikili geçmişin yorgun direncini (örneğin “soykırım” terimini kullanmalı mıyız) hızla geride bırakıp, tartışmaların Türk toplumundan birilerini rahatsız etmeksizin nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda herhangi bir sınırlama getirmeksizin, yeni ve umut verici bir düzleme doğru ilerliyor. Bu Türk önderler hepimizi esinlendiriyor, çünkü uzlaşmayı reddediyorlar. Hakikâtin kısımlarıyla değil tümüyle yüzleşilmesi gerektiğinin ve bunun Ermenilerle güveni inşa edebilmenin tek yolu olduğunun farkındalar. Temel Demirer’in 2010’da hem hükümet hem de yalnızca yarı yola dek ilerleyebilen Türk aydınları karşısında soykırım terimini kullanmadaki ısrarını anımsayın. Bu edim, Ermenilerin güvenini kazanmada 1000 günlük yarım yamalak tartışmalardan çok daha fazla işlevsel oldu.

Yarı yolda durup çok daha fazla şöhret kazanabilecekleri düşünüldüğünde, yolu açan Türklerin attığı adımlar daha da çok önem kazanmaktadır.

Ancak, biz ortalama insanlar için neyse ki soykırım gibi konularda bir sivil haklar kahramanı olmak gerekmiyor, hakikâtle doğrudan yüzleşmek, yeterli. Karşılıklı bir angajmana giriştiğimiz Türklerden beklentim, bir ABD yurttaşı olarak kendime ilişkin beklentilerimden fazla değil. Tabii yerli Amerikalılara karşı davranışları soykırım olarak nitelemede (hatta bunun için onlara toprak tazminatı ödenmesi konusunda şiddetle ısrar etmede) ve Endonezya, Doğu Timor ve Guatemala’daki soykırımlarda ABD’nin rolüne işaret etmekte tereddüt etmiyorum. Ama bu, belki de kolaydır. Bazı Türkler atalarının soykırım uyguladıklarını söyleyerek başkalarını tedirgin etmek istemediklerini belirtiyorlar. Ama durum böyle olsaydı, bunu söylemekte sorun ne olabilirdi? Benim durumumda, ben de benzer bir şey yaptım. Bu konuda daha önce hiç kamuya açık biçimde konuşmuş olmasam da, belki de bu karşılıklı güven havası nedeniyle bugün bunu yapacağım; çünkü bunun 1915’in Türklere yönelik meydan okumasını farklı bir ışıkta görmelerini sağlayabileceğini düşünüyorum. Babam Vietnam Savaşı’nda hayatını yitirmiş madalyalı bir ABD askeriydi. Bunun ailem üzerinde hâlen devam eden yıkıcı sonuçları oldu. Ölümüne anlam verebilmem için, onun Vietnam halkını “komünizmin şerlerinden” korumak isterken canını feda eden bir kahraman olduğu yolundaki menkıbelerle büyüdüm. Yani, ölen babamla ilişkim ABD’de Vietnam Savaşı hakkındaki başat propaganda aracılığıyla dolayımlanmaktaydı. Savaş karşıtı aktivistler bu durumda vicdanın sesi değil, babama küfreden kişiler oluyordu. Ancak büyüyüp de üniversiteye gittiğimde, savaş konusunda daha fazlasını öğrenmek için uğraştım. O zaman gerçekte ne olduğunu ve nedenini öğrendim. Dinleyerek büyüdüğüm mitik anlatıyı sürdürmek kolay ve rahatlatıcı olabilirdi ancak olgular bana babamın bütün boyutlarıyla yıkıcı bir şiddeti sürdüren emperyalist saldırgan bir ordu ve devletin bir unsuru olduğunu gösteriyordu. Artık onun ölümünden dolayı komünistleri suçlayamazdım. -Ölümünün gerçek sorumlusu- ABD hükümetinin babam gibi insanları nasıl manipüle edip sömürdüğünü kavradıkça, onun zamanında daha iyi düşünmesi gerektiğini kavradım. Böylesi bir hakikâtle yüzleşmek kolay değildir, ama tek doğru yoldur. Bir ABD yurttaşı olarak kendimi sürekli olarak daha iyi düşünmeye adadım. Babası Vietnam savaşına katılmış bir ABD yurttaşı olarak taşıdığım sorumluluk, bugün ABD yayılmacılığı ve militarizmine meydan okumayı gerektiriyor. Bu ABD’de bir hayli zor, ama bu benim yükümlülüğüm.

Bu gün tereddüt eden Türklerden bundan daha fazlasını istemiyorum. Bu tam da Hrant Dink’in savunduğu şey değil, ama farklılığımıza saygı duyuyorum. Bunun da ötesinde, o, bu farklı şeyi huzurlarınızda dile getirebilmemin nedeni. Sanırım o da, söylediklerimden bazılarıyla karşı çıksa da, böylesi bir toplantıyı sevinçle karşılardı.

 

N O T L A R

[1] ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin 17 Ocak 2015’de Ankara’da (Türkiye), “Hrant, 1915 ve Adalet” başlığıyla düzenlen konferansa sunulan tebliğ… Türkçeleştiren: Sibel Özbudun… Kaldıraç, No:164, Şubat 2015…

[2] ABD’nin güney eyaletlerinde “Jim Crow yasaları” olarak bilinen ve1965’e dek yürürlükte kalan, Afrika kökenli Amerikalılara yönelik ayırımcı yasalara gönderme. (ç.n.)