Home , Köşe Yazıları , DÜŞÜNMEK ZOR BİR İŞTİR / Rıza Algül
Rıza Algül
Rıza Algül

DÜŞÜNMEK ZOR BİR İŞTİR / Rıza Algül

rizaDüşünmek!

Nedir düşünmek? Nasıl “düşünülür”? Neyi anlatıyor “düşünmek” kavramı? Ağıza yemek götürmek mi; işe gidip gelmek ve evin yolunu bulmak mı? Herkesin “kendisi için” anladıkları mı? Yoksa herkesin “kendi ölçüsünde” anladıkları mı? “Kendi ölçüsünde anlamak” neyse de, “kendisi için düşünen” düşünüyor mu?

Şu da sorulabilir: “Herkes düşünüyor”sa, “düşünmeyen” kim?

Ne kadar “düşünüyoruz”? Günde kaç kere veya kaç günde bir? Neden “düşündüğümüzü” veya neden “düşünmediğimizi” düşünüyor muyuz?

Şurası kesin: Her insanın iş-meslek, yemek-içmek, barınmak, eğlenmek gezip-görmek gibi yaşama dair üretilen ve var olan her şeyde tüketim hakkı var. Fakat J. J. Rousseau, “yalnızca isteklerin dürtüsüne kapılmak köleliktir”, der.

Öyleyse, seçimini çok açıktan “isteklerin dürtüsünden” ve “kölelikten” yana yaparak yalnızca maddi isteklerini elde etmeyi, sayısını ve miktarını çoğaltmayı, insanı ve doğayı sömürmeyi amaç edinen “x” kişi için “düşünüyor” demek mümkün mü?

İkinci versiyon: Başka bir x kişi, kendisini de “içinde” gördüğü toplumda belirli görevler almış olabilir. Aldığı görevler çok önemli ve büyük de olabilir. Fakat alınan görevler “önemli” ve “büyük” olduğu oranda, görev üstlenmiş x kişiye en az o oranda “önemli” ve “büyük” düşünme görevini de yükler. Bu x kişinin “düşünmek” görevi, sıradan bir kişinin ölçüsünde olamaz. “Önemli” ve “büyük” düşünmenin kaynağı, üstlenilmiş “önemli” ve “büyük” görevlerin doğrudan pratik hareketinin içinde var olduğu gibi, dışında ve öncesinde de vardır.

Üçüncü versiyon: Her insan, ancak kendi ölçüsünde düşünür. En çok, en yoğun ve en verimli olsa bile, her insan ancak düşünebildiği kadar düşünür. İnsan ne kadar çaba harcarsa harcasın, yine de düşünmekte eksik kalır. Bundan dolayıdır ki, en iyi ve doğruya en yakın düşünceler, insanın yaptığı her hangi bir eylemden veya davranıştan sonra düşündükleri ve söyledikleridir.

“Düşünmek” veya “düşünmemek” iki zıt kavramdır. Bu kavramlar arasındaki zıtlık, bir soyutlamadan bir başka soyutlamaya (abstraizm) yönelerek çözülemez. Çünkü soyutlamadan soyutlamaya yönelmek, ikisi arasındaki farkı ortaya çıkarmaz. Yalnızca düşünce üzerinde “düşünen” ve “düşünmeyen” ayrımını yapmaya kalkmak, belirli bir ölçüden (metod) yoksun olduğu için hiçbir sonuca götürmez. Çünkü ”kendi başına” düşünce, elle tutulmayan ve gözle görülmeyen “bir şeye” (artık neyse?) indirgenirse, bu durumuyla, canlı yaşama yönelik bize hiçbir şey anlatmaz.

Sadece bu da değil. Canlı yaşama yönelik hiçbir şey anlatmayan bir “düşünce” düşünceden sayılmayacağı gibi, insanı bilinmezliğe (agnostisizm) sürükler. Dolayısıyla, “kendi ölçüsünde düşünmek” ile “kendisi için düşünmek” farkı “doğru” ile “yanlış” arasında değil, “düşünen” ile “düşünmeyen” arasındaki bir farktır. Şöyle ki; düşüncenin “bilinmezlikten” kurtulması için, düşüncenin, akli bir soyutlaması (konkret) olduğu toplumsal yaşamla ve yaşam içindeki toplumsal gereksinmeler ve sorunlarla somut bağlantısının kurulması gerekir. Zaten düşünmenin varoluş koşulu budur ve böyle de gelişmiştir. Şah görmeden şah ustası olmuş hiç kimse yoktur.

Düşünmek bazen yaşamın önüne geçebilse de, genel anlamde yaşamı takip eder. Çünkü insan, ancak yaşam içinde ortaya çıkmış obje-resim ve kavramlar arasında bağıntı kurarak düşünür. Kavramlar ise, doğada ve toplumda, düşünceye yansımış doğa yasalarının çözümlenmesinin ve toplumsal ilişkiler bütünlüğünü düzenleyen gelişmelerin her biçiminin ayrı ayrı adıdır. Bu nedenle, doğal ve zorunlu koşullardan dolayı toplumsal ilişkiler içinde yer alan, fakat bunun tersine olarak, “doğadışı” ve “toplumdışı” bakış açısını seçenek yaparak az veya çok “kendisi için” düşünene “düşünüyor” demek, yerine oturmuyor.

Şu nedenden dolayı: Doğa ile toplum arasındaki ve toplumsal ilişkilerin kendi içindeki iç içe geçmiş (komplike) ilişkileri görebildiği ölçüde, düşünmek bir iştir. Hatta bu, bugün içinde yaşadığımız sınıflı toplumda, en ağır ve zor bir iştir! Elbette ki, göz görmeden akıl yürümez. Fakat hiçbir iş yoktur ki, düşüncede başlamış olmasın: Nasıl başlanacak, hangi araçlar kullanılacak, nasıl devam edecek, istenen sonuçlar nelerdir?..

Nasıl ki, büyük bir binayı yapmak plan-proje olmadan mümkün değilse, toplumsal “projeler” bakımından da büyük düşünmeden büyük bir işi başlatmak ve başarmak mümkün değildir. “Büyük işler” birden olup-bitmeyeceğine göre – ve çünkü “büyük işler” , “küçük işler”deki süreçlerin ve başarıların bir toplamı ve amaçlanan “son süreci” olacağına göre, “küçük işler”in bütün süreçlerinde de büyük (derin ve geniş) düşünmek, başarmak için zorunlu bir iştir. Yapı mimarıyla toplum mimarını yanyana koyduğumuzda, yapı mimarının işi bir ülçüde “kolaydır”; çünkü elinde var olan ve kesinleşmiş ölçüler üzerinde düşünmektedir. Fakat toplumsal eylemde çoğu zaman kesinleşmiş ölçüler olmadığından, toplum mimarının düşünmek anlamında “işi” çok daha zordur.

Ancak, yaşamda, aşılmayacak hiçbir zorluk yoktur. Zorluklar, aşılmak için vardır. Bunun için K. Marx, “insanlık, ancak çözebileceği görevleri önüne koyar”, der. Ayrıca, her türlü görevin, yeniliklerin ve devrimlerin kaderinin ustaca düşünceler tarafından çizildiği anlaşılırsa, özgürleşmenin düşüncede başladığı da anlaşılır. Bu, “her hangi bir biçimde düşünmek” değildir ve bu, obje üzerinde yöntemli, sistemli ve objektif düşünmek anlamına gelir.

Kolayca anlaşılabilir ki, yöntemli ve sistemli düşünmek bir “tanrı vergisi” veya bir “buluntu” değildir, tecrübe ve bilgi bakımından yoğunlaşmayı, derinleşmeyi ve olgunlaşmayı gerektirir. Böylesi bir derinlik ve olgunluk, bireyin kendi yaşam sınırları içinde kalarak yalnızca kendi tecrübeleriyle elde edebileceği bir şey olamaz. “Doğrudan” ve “dolaylı” bilgi de diyebileceğimiz bu bilgiye, doğruları ve yanlışlarıyla, gerçek olanı ve gerçekdışı olanıyla, tarihte ve bugün insan hayalinin, aklının ve ellerinin yarattığı her şeyden bilgi edinmekle ulaşılabilir ancak.

Büyük Alman felsefe-şairi Göthe bu nedenle, “üç bin yıllık tarihe girmeyen insan, günübirlik yaşayan insandır”, der. Çünkü insana “insan” unvanını kazandıran şey yalnızca “üretmek-tüketmek” değil, aynı zamanda – bazen daha fazlasıyla – yaşadığı anda taşıdığı erdemleri ve idealleridir. Fakat zihinsel ve bedeni zorluklara katlanmadan ve içindeki “engelleri” aşmadan, insanın bu düşünsel derinliğe, hayatı dönüştürücü olgunluğa ve kısaca bu ideallere ve erdemlere sahip olması olanaksız olduğu gibi, özgürleşmesi de olanaksızdır. Buradan yansıyan uyarı şudur: Düşünmek zor iştir. Zorluklar sonucu elde edilen her şeyin değeri büyüktür. Dostlar: Düşünün!