Home , Köşe Yazıları , Farklı bir pencereden Maraş Katliamı,Katliamlardaki tarihsel ve felsefi iz

Farklı bir pencereden Maraş Katliamı,Katliamlardaki tarihsel ve felsefi iz

imagesRIZA ALGÜL-28-12-2014- Maraş Katliamı’nın 36. Yılı nedeniyle, 19 Aralık 2014’te, Nürnberg’deki Demokratik Güç Birliği’nin davetlisi olarak, “Aleviler’in uğradığı katliamların tarihsel ve teorik arka-planı” başlığı altında Nürnberg Alevi Kültür Derneği’nde ve Augsburg Enternasyonal Kültür Merkezi’nde birer sunum yaptım. Bu sunumlarda, Maraş Katliamı da içinde olmak üzere tarihte Alevilerin uğradığı bütün katliamların “arka planında” olan, fakat deşifre edilmemiş felsefi-teorik nedenleri ortaya çıkarmak istedim. Yaptığım her iki sunumda işlediğim konuların tümünü bu kısacık yazıya sığdırmak imkânsızdır. Buna rağmen, “bir şey kazanmak” karşılığında insanları katleden katillerin ruh halini ya da bilinçaltını oluşturan tarihteki izlerine değinmek gerekir.

Tarihte Alevilere karşı işlenen bütün katliamlar olduğu gibi, Maraş Katliamı da bugüne kadar değişik nedenler gösterilerek değişik biçimlerde yorumlandı. Doğruları veya yanlışları bir yana, fakat gösterilen nedenlerin ve yapılan yorumların sistemli bir felsefi-teorik temelden yoksun olduğunu söyleyebilirim. Bunun farkında olarak bu sunumlarda, zamanın darlığına rağmen, Maraş Katliamı da içinde olmak üzere Alevilere karşı işlenmiş bütün katliamlar üzerine söylenmemiş yeni tezler sunduğumu düşünüyorum. “Yeni” olmaktan dolayı bu tezlerin bazı dostlar için “şaşırtıcı” gelmiş olması beni şaşırtmadı. Fakat yeri ve zamanı gelmişse – dostluk zeminini göz ardı etmeden – söylenmesi gerekeni söylemek gerekir.

Maraş Katliamı’nın üzerinden 36 yıl geçti. 36 yıla rağmen bu katliamın toplumdaki, fakat esas anlamıyla Aleviler üzerindeki travmatik acısı hala dinmiş değildir. Maraş Katliamı’ndan bugüne hükümetler ve iktidarlar gelip geçti, fakat dinden beslenen devletin ve devletten güç alan din-aristokrasisinin toplum üzerindeki egemenliği devam etmektedir. Endişe verici ve tedbir alınması gereken tehlike şudur ki, yeni katliamlara açılan kapılar hala açıktır. Çünkü Maraş katliamını Sivas (1993) ve Gazi (1995) katliamları takip etmişlerdir. Ayrıca Alevilere karşı işlenen düşünsel katliam bugün çok daha şiddetiyle devam etmektedir.

Bu katliamlarda sadece “Alevi” olanlar ölmedi. “Sünni olan” devrimciler ve aydınlar da öldü. Yani insanlıktan da bir parça öldü Maraş’ta, Sivas’ta ve Gazi’de. Bu pencereden bakınca, katillerin hedeflerinde sadece Alevilerin olmadığı görülecektir. Alevilere karşı işlenen bütün katliamlarda Aleviler, devrimciler, aydınlar ve insanlık birlikte katledilmişlerdir.

Katliamlardaki tarihsel ve felsefi iz

Alevilere ve Alevi olmayan devrimcilere karşı işlenen bütün katliamlarda, Anadolu’dan İslam’ın kuruluşuna kadar uzanan bir tarihsel iz ve örnek var. Tarih boyunca, Anadolu toprağında Aleviler ve devrimciler toplumsal aydınlanmanın “ikiz kardeşleri” olmuşlardır. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: 13. Yüzyıldan buyana, Hace Bektaş Veli ile başlayan, Yunus Emre, Said Emre, Kaygusuz Abdal ve diğer felsefe ozanlarıyla devam eden Anadolu Aydınlanmacılığı, 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başlarından itibaren mayalanan Anadolu’daki sınıf hareketlerinin kültürel ve kitlesel temeli olmuştur. Günümüz devrimci hareketlerin bu gerçeği ne kadar fark ettiği ve teorik bakımdan bu kaynaktan ne kadar beslendiği ayrı bir konudur. Fakat en belirgin örnekleriyle Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”, Ruhi Su’nun Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal seri kasetleri, Livaneli ve diğer pek çok sanatçının olduğu gibi, en sıradan milyonlarca insanın yüzlerce yıl önce yazılmış ve bestelenmiş yergici-yargılayıcı Alevi ozanlarının şiir ve deyişlerinde kendilerini bulması, Aleviler ile sınıf hareketlerinin tarihsel ve toplumsal bağlarını yeterince ortaya koyuyor. Maraş Katliamı’nda da, katliamcıların, Alevilerle Alevi olmayan devrimcileri ve aydınları tek “düşman cepheye” koymalarının nedeni de budur.

 

Herkesin tanrısı kendine benzer

Antikçağ Yunan felsefeci şairlerinden Xanophanes bir şiirinden şöyle der:

Olsaydı öküzlerin, atların ve aslanların elleri / yapabilselerdi resim / öküzlerin tanrısı öküzlere, atların tanrısı atlara ve aslanların tanrısı aslanlara benzerdi…

Alevi ozanlarından Harabi ise, 1800 yıl sonra Xanophanes’in bu vargısını bir şiirinde şöyle ifade eder:

Daha Allah ile cihan yok iken / Biz onu var edip ilan eyledik…

Xanophanes’in ve Harabi’nin felsefi şiirlerinden anlamamız gereken şudur:

Bir: İnsanı yaratan Tanrı-Allah değil, Tanrı’yı-Allah’ı yaratan insandır. Bu gerçek, insanlık tarihinin on binlerce yıllık çoktanrıcı totemist tanrı ve tanrıçaların yaratılmasında da böyleydi. Aynı şekilde, tarihi 4000 yılı geçmeyen tektanrıcı Tanrı’nın-Allah’ın yaratılmasında da böyledir.

İki: Her iki durumda ve dönemde de, insanların yarattıkları Tanrılar-Tanrıçalar, Tanrı-Allah, yaratıcılarının karakteristik özelliklerini taşırlar ve yaratıcılarına benzerler.

Üç: Tıpkı yaratıcısı insanların birçok özelliği ve birçok karakteri gibi, çoktanrıcılığın tanrı ve tanrıçalarının da, tektanrıcılığın Tanrı’sının-Allah’ının da “bir tek” değil, birçok özelliği ve birçok karakteri vardır. Hıristiyanların birbirleriyle savaşırken Tanrıyı yardıma çağırmaları ve Müslümanların birbirleriyle savaşırken Allah’ı yardıma çağırmaları bunu yeterince açıklıyor. Tektanrıcı dinlerin de tanrısı “bir” değil, “tek” değil, “birçok”tur. Bunu şöyle de ifade etmek mümkün: İnanan ne kadar insan varsa o kadar da “tanrı” vardır ve ikisi de birbirlerine benzerler. Sömürenlerin tanrısı sömürenlere, sömürülenlerin tanrısı sömürülenlere benzer. Kısaca: Herkesin Tanrı’sı-Allah’ı kendine benzer.

Örneğin İsa peygamber havarileriyle birlikte ilk ortay çıktığında, karşıtlarına karşı bir savaş gücü örgütlemedi. İlerisi için bir savaşı örgütlemeyi isteyip istemediğini de bilmiyoruz. Onu kendilerine “ihanet etmekle” suçlayan Yahudilerin kışkırtmaları sonucu İsa, Romalı vali Pilatus tarafından çarmıha gerildi.

Peygamber Muhammed ise, Mekke’de değil fakat Yatrib’de (sonraki adı “Medine”de = “peygamber şehri”) iktidar olduktan 632’de ölünceye kadar elinden kılıç düşmedi. Ünlü İslam tarihçisi Taberi, Muhammed’in “27 savaşa doğrudan kumanda ettiğini” yazar. Aynı kaynak ve Nuri Ünlü’nün “İslam Tarihi”, Muhammed’in bizzat kendisi şunu söylemiştir: “Ben savaş peygamberiyim.”

Muhammed’in yaptığı bu savaşlarda, puta tapanlardan, Yahudilerden ve Hıristiyanlardan binlerce insanın başı kesildi, kadınlarına ve mallarına el konuldu. Ayrıca Muhammed, “Allah için” verilen bu savaşlara (“cihada”) katılmayanları bu dünyada ölümle tehdit ettiği gibi, “öbür dünyada” cehennem azabıyla korkuttu. Muhammed’in bu ruhu ve pratiği Kuran’a sirayet etmiş, her ikisinin ruhu ise İslam’ın temelini oluşturmuştur. Bugün İŞİD’in veya diğer İslamcı teröristlerin yaptıkları her ne varsa, peygamber Muhammed önderliğinde kurulan İslam’ın ilk kuruluşunda vardır. Aradaki fark, sadece savaşta kullanılan silahlar ve araçlardır.

Buradan yeniden baştaki konumuza dönersek: Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, tarih boyunca “din adına” Alevilere karşı pek çok katliam işlenmiştir. Demek ki bu katliamları örgütlemek ve geçekleştirmek için iki şey gerekiyor: Bir: “Alevi” kitleyi katletmek için “Sünni” kitle gerekiyor. İki: “Sünni” kitleyi motive ederek katliamlar gerçekleştirmek için, anlayışında var olan ve tarihsel pratiğinde yapılmış ve yapılacak olan katliamları “sevaptan” sayan bir din gerekiyor. Bu din vardır ve adı da İslam’dır. İslam hiçbir yerde gönüllere girerek iktidar olmamış, tersine, her yerde kafaları keserek iktidar olmuştur. Fakat kafaları keserek iktidar olmak, her şeyden önce, “her şeye hükmeden Allah”ın “mukadderatına” inanmamak olduğu gibi, “Allah’ın zayıflığını tamamlamak”tan başka bir anlam taşımaz.

Not: ATİK’in internet sayfasında, benim Almanca çıkacak kitabın adı “Dinler ve Devrimler” olarak verilmiş. Doğrusu, yeni bir çalışma olarak: “Der Alevismus: Eine Lehre, die Gott ins Verhör nimmt”