Home , Köşe Yazıları , Entegrasyon Sakızı Ve Kafatasçılık

Entegrasyon Sakızı Ve Kafatasçılık

YUSUF KÖSE | 01 – 11 – 2010 | Son aylarda Alman burjuvazisi yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı körüklemek için dört koldan harekete geçti desek yeridir. Burjuvazi ekonomik ve siyasal krize girdikçe, kitlelerin dikkatini burjuvaziye karşı güvensizlikten çekip başka alanlara, özellikle de göçmenler sorununa kaydırıyor. Böylece sık sık entegrasyonu bir sakız gibi ağzına alarak geveleyip duruyor.

Alman tekelci burjuvazisinin sadık temsilcisi Merkel ve Hükümetin diğer üyelerinin, ellerine bir cetvel ve mezura almadıkları kaldı. Türkiye’de kafatasçılar, Kürtlere karşı, Tayyip Erdoğan’ın “tek vatan, tek dil, tek bayrak”la, Devlet Bahçeli elinde İngiliz ipiyle gezerken, Alman hükümet temsilcileri ve etrafındakiler de, göçmen işçi ve emekçilerin kafataslarını ölçmeye yelteniyorlar.

Burjuvazi özünde kafatasçıdır. Başka bir söylemle ırkçıdır. Yerine göre ırkçılığa karşı çıkar görünmesi, onun özünün inkarı değil, kamuoyuna karşı “demokrat” görünmesi sahtekarlığından ileri gelmektedir.

Alman Merkez Bankası’nın (Bundesbank) eski yöneticilerinden Sarrazin’in “Almanya Kendini Yok Ediyor” isimli ırkçı kitabı ile başlayan “yeni” tartışma, Hessen eyaletinin eski CDU’lu başbakanı R. Koch’un “Konservativ” kitabıyla devam eden, Bayern eyalet başbakanı Seehofer’le çıtasını yükselten, göçmenlere, özellikle de Türkiye ve Arap kökenlilere karşı ırkçı söylemler, Alman burjuvazisinin gerçek duygularının dışa vurumu olarak değerlendirilmelidir. Alman burjuvazisi için geçmişten beri ırkçılık kelimenin tam anlamıyla “topseller”i olmuştur. Deyim yerindeyse, ırkçı söylemler Alman burjuvazisi için her derde deva olmuştur. Kitlelerin bilincini  “uyuşturmak” için bu tür argümanları sık sık kullanıyorlar. Sarrazin’de burjuvazi tarafından bilinçli olarak piyasaya sürülmüş ve burjuva basını onu, özellikle de Bild gazetesi ve Der Spigel “halk kahramanı” olarak ilan etmekte gecikmemiştir.

Almanya Cumhurbaşkanı Wullf’un “müslümanlıkta Almanya’ya  ait” demesi, dünya kamuoyuna karşı sorunu yumuşatma çabası olarak vurgulanan ve Almanya’da hala “iyimser” yaklaşımların var olduğunu duyurmaya çalışan bir çıkış olarak değerlendirilebilir. Wullf’un “din” olgusunu öne çıkarmasındaki bir nedende sınıf dayanışmasını gizleme olarak ele alınmalıdır. Laik olmayan Alman devletinin “dini” kullanması, Almanya’da dinsizliğin (ateizm) yayılmasının önüne de geçememektedir. (Almanların yaklaşık üçtebirinin dinsiz olduğunu da burada anımsatalım. Kaynak; Selami İnce, Birgün Gazetesi, 24.10.2010)

Burada, konuyla bağlantılı olduğu için The Guardian gibi bazı gazetelerin dikkatini çektiği Avrupa burjuvazisinin ikiyüzlülüğünü hatırlatan gazeteleri anmak gerekiyor:

“Daha genel sorun şu: Başka ülkelerde olduğu gibi Almanya’da da anaakım siyasetçiler bir yandan göçmen karşıtı duygulara oynayıp bir yandan da bunu kınıyorlar. Bu siyasetçilerin çoğunluğun korkularını (kendi yarattıkları korku.YK) zekice istismar ederken, azınlıklarla ilişkilerinde çeşitlilik adına çok daha dikkatli davranıyorlar. Ekonomik baskıların arttığı ve yeni bir bencillikle başkalarını suçlama eğiliminin Avrupa’nın dört bir köşesinde yükselişe geçtiği bir dönemde bu vahim bir bileşim” (Başyazı, 6 Eylül 2010 The Guardian, Radikal gazetesi çevirisi, 07.09.2010)

Junge Welt’den Klaus Fischer’in “İkiyüzlülüğün Tüccarlığı” başlıklı yazısında (bkz. Junge Welt, 28.10.2010) da dediği gibi, entegrasyon konusu Almanya’nın “Topseller”i olmuştur. Alman burjuvazisi bilinçli olarak, göçmen konusunu sık sık gündeme getirmektedir. Özellikle genel ve yerel eyalet seçimlerinde her zaman işlenen ana temaların başında gelmektedir. Burjuvazinin soygun ve sömürü düzenini gizlemek için göçmen konusu önemli bir malzeme kaynağı ola gelmiştir. Bu sorun, salt Alman tekelci burjuvazisine özgü olmayıp hemen hemen tüm Avrupalı emperyalist ülkelerin de sorunu ya da sorun yapmaya devam eden anlayışları ve uygulamaları olarak gelmektedir.

Başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere diğer Avrupalı emperyalist ülkelerin iş gücü göçünü gereksinimleri vardır. Onlar her ne kadar yabancılardan “yakınsalar”da, iş gücü göçü olmadan emperyalist tekelci burjuvazi daha fazla artı-değer elde edemez. Yani, kar oranları giderek düşer. Avrupa nüfusunun yaşlanması ve giderek de yaşlılık oranın artması, genç nüfusun genel nüfusa oranla azlığı, burjuvaziye her zaman yedek bir sanayi ordusunu –kalifiye iş gücüne sahip olanlarda dahil- zorunlu kılıyor. Bu nedenle yedek sanayi ordusu ve de ucuz iş gücü için göçmen işçilere sermaye birikimi için zorunlu olarak gereksinimleri var.

Alman burjuva temsilcileri de sık sık iş gücü göçüne gereksinimleri olduğunu açıklıyor. Kalifiye iş gücünü daha çok istemelerine karşın, Almanya’da Alman olanlar da başka ülkelere göç ediyor. Almanya’ya son bir yıl içinde yaklaşık 70 bin kalifiye eleman –dışardan- gelirken, 160 bin kalifiye iş gücüne sahip Alman’da dışarıya göç etmiş. (Alman Gazeteleri)

Alman tekelci burjuvazisinin diğer emperyalist tekellere karşı rekabet edebilmesi için dışardan işçi göçüne gereksinimi olduğu halde, neden bu gürültü koparılıyor? Çünkü, burjuvazi, içeride anti-demokratik yasaları geçirmek için yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı körüklemesi, işçi ve emekçilerin dikkatini, burjuvazinin sömürüsünden daha başka yerlere, emekçilerin birlikteliğini dinamitlemeye yöneltmesi gerekiyor. Alman burjuvazisinin yaptığı ve yapmaya çalıştığının özü budur. Alman işçi ve emekçileri ile göçmen işçi ve emekçileri arasında bir “uyum” sorunu yoktur ve olamaz. Onlar sınıf kardeşleridir ve burjuvazinin sömürü ve talan düzenine karşı ortak sınıf mücadelesi yürütürler. Burjuvazi, ırkçı propagandalarla bu sınıf dayanışmasını ve birlikteliğini parçalamaya çalışıyor.

.

Alman Tekelci Burjuvazisi Ve Siyasal Temsilcilerinin Uyumsuzluğu

Almanların “integration” dedikleri, bizim “uyum”  ya da “entegrasyon” dediğimiz şeyin ne olduğunu kısaca da olsa ortaya koymak gerekiyor. Alman burjuvazisi gerçekten “entegrasyon” mu istiyor ya da “çekin gidin mi” diyor. Ya da kendi düzenini dikensiz gül bahçesi içinde yürütmek için göçmenlere “ülkenize dönün”tehdidiyle sindirmek, Alman işçi ve emekçilerini de “göçmen fobisi” içinde bu korkuyla yaşatarak sizin esas düşmanınız “yabancılar” mesajını mı vermek istiyor? Alman burjuvazisi bilmiyor mu “göçmenlere Almanya’yı terk ettirdikleri anda yaşamın duracağını, sermaye birikimin ciddi oranda kesintiye uğrayacağını”?  Elbette ki biliyorlar! Peki şimdi bir bardak suda fırtına koparmk niye?

İşçi göçünün Almanya’ya taşındığı 1960’lardan bu yana “çok kültürlülük”, “entegrasyon”, “göçmen ülkesi Almanya” vb. gibi kavram ve olgular sıkça tartışıla geldi. Alman burjuvazisi ucuz iş gücüne gereksinim duyduğu yıllarda gelen “misafir işçileri” davul zurnayla karşılıyor ve dil sorununu hiç de konu etmiyordu. Örneğin 1960’larda Türkiye’den gelen işçilerin önemli bir bölümü köylü kökenli olmasının yanında bir çoğunun okuma-yazma bilgisi ise çok sınırlıydı. Ama Alman burjuvazisi “sağlıklı” olma koşuluyla diğer özellikleri dikkate almadı. Ve gelen  işçileri anında en modern makinelerin dişlileri arasına soktu. Çünkü sömürüde egemen olan Almanca değil, makine diliydi.

“Almanca bilmiyorlar”, “Almanca öğrenmek istemiyorlar” vb. gibi ırkçı dıştalamalara gerekçe gösterilmek istenen olgular, burjuvazinin işçileri sömürmesi için zorunlu olan şeyler değildir. Ayrıca, gelinen aşamada bu sav gerçekci bir yaklaşımda değil. Çünkü, bugün Almanya’da yaşayan göçmenlerin önemli bir kısmı Almanca biliyor. Özellikle Türkiyeli göçmenlerin ezici çoğunluğu bu durumdadır. İşçi göçünün başladığı 1960’lardan bugüne 50 yıl geçmiş. İlk gelen birinci kuşağı saymazsak 3 kuşak Almanya’da doğmuş ya da eğitim almıştır. Yani, Alman okullarında okumuşlardır. Bu insanlara “siz Almanca bilmiyorsunuz” demek, sorunun özünü, yani kafatasçılığı gizleme telaşıdır. Sıkça tekrarladıkları “entegrasyon istiyoruz” sözü ise bu anlamda bir şey ifade etmiyor.

“Almanca bilmiyorlar” iddiası gerçekci mi? Hayır! Almanya’da yaşayan göçmen çocukları Alman okullarında okuyor ve esas olarak öncelikle Almanca öğreniyorlar. Çocuklar Almancayı “Kindergarten” dedikleri daha Anaokulunda öğreniyor ve ilk okula başladıklarında ise bu dili bilmeden okula devam etmek olası bile değil. Durum bu olduğu halde Alman politikacılarının “Almanca bilmiyorlar” iddialarını sürdürmeleri niye diye merak edilebilir. Asıl sorun, dil sorunu değil, ekonomik krizi gizlemek için ırkçılığı, Alman kanı taşımamayı kullanıyorlar. Irkçı politikacıların kafalarındaki gerçek düşünce bu olunca, söylem yerindeyse; göçmen “ağzı ile kuşta tutsa”, o hiç bir zaman Alman olamaz.

Alman burjuvazisinin siyasal temsilcilerinden CSU’un şefi Seehofer’in, değişik bir söylem gibi gözüksede, Alman “leit kültür”ünü ileri sürmesi, Nazilerin “üstün Alman ırkı” anlayışından farklı olmadığı, birbirinin devamı olduğundan kuşku duyulmamalıdır.

Alman burjuvazisi, iş gücü göçüyle gelen işçilere hep “misafir işçi” “gastarbeiter” gözüyle baktı ve hala öyle bakmaya çalışıyor. Ya da işin sosyal yönünün böyle olmasını istiyor. Elli yıldan beri Almanya’da yaşayan, “çoluk-çocuğa” karışmış, torun sahibi olmuş, burada ev almış, Almanya’nın sosyal ve kültürel yapısıyla şu veya bu oranda iç içe geçmiş bir kesimi hala “misafir” olarak görmek, öyle kalmasını istemek, insanın sosyal bir varlık olduğunu ya inkar etmek ya da bu tür söylemlerin ırkçılığın dışa vurumundan başka bir şey olmadığını kabullenmekten geçiyor.

Hitler’de “içinizdeki yahudileri temizleyin” derken, yüzyıllardır Almanya’da yaşayan, Almanlarla içiçe geçmiş bir ırkı yok etmeyi planlamıştı, daha doğrusu tekelci burjuvazi, kitleleri, faşist iktidarlarına payanda etmek için onların kurban edilmesini -ırkçı propagandalarla- zorunlu hale getirmişti. Şimdi yeni kurbanlar aranıyor ve bunların başında ise müslüman kökenliler gelmektedir.

Alman başbakanı Merkel’in, partisinin gençlik kolları kongresinde yaptığı “çok kültürlülük tamamen başarısız oldu” açıklaması ise, niyetinin açıkca dile getirilmesidir. Bu aynı zamanda Alman halkı üzerinde yabancı düşmanlığını geliştirme ve yaklaşan seçimlerde bu konunun yeniden manşetlere taşınarak propaganda aracı yapılacağının göstergesidir. The Telegraph gazetesinin de haklı olarak yazdığı gibi: “siz hiç çok kültürlü olmadınız ki…” (Radikal, 24.10.2010)

82 milyonluk Almanya’da 7.185.921 göçmen yaşamaktadır. Yani, nüfusun %8.8’i göçmen. (kaynak; Statistische Amter, 30.04. 2010, internet sitesi) Buna karşın “Almanya’nın bir göçmen ülkesi olmadığını” ileri sürmek kafatasçı yaklaşımdan başka bir şey değildir.  Üstelik bu rakamın içinde Alman vatandaşı olan  göçmenler yok. Onlarla birlikte dokuz milyonu geçtiği tahmin ediliyor.

Yabancıların “uyum sağlamadığını” iddia eden ırkçı kafalar ya da yabancı düşmanı yaklaşımların, “uyum”dan ne anladığı önemli. Onların bütün açıklamaları yan yana getirildiğinde, uyum(entegre)dan anladıkları, yabancılara, özellikle de kalifiye olmayan iş gücüne sahip olanların ve yaşlandıkları için çalışamayanların geldikleri yere geri dönmeleridir. Oysa, “uyum”dan anlaşılması gereken, genel toplumsal kurallar içinde yaşamlarını sürdürme mücadelesi vermeleridir. Entegre olmakta budur. Entegre demek göçmenlerin “Almanlaşması” anlamına hiç gelmez. Bir ulusal aidiyetin bir başka ulusal aidiyete dönüşmesi yüzyılların sorunudur. Eğer genel bir çoğunluk söz konusuysa ve geldikleri ülke ile sıkı ilşkileri varsa, kendi dillerinden medyaya sahipseler bunun olasılığı ise oldukça azdır. Kendi ana dillerini unutsalar bile ulusal aidiyet kısa zamanda terk edilebilecek bir olgu değildir. Özellikle kapitalist sistem altında bunların terki zordur. Çünkü kapitalizm milliyetçiliği öldürmez, yaratır ve geliştirmeye çalışır. Göçmenler çok ileri yıllarda Almanyalı olduklarını kabullenebilirler, ama, “Almanım” yerine sahip oldulkları ulusal adiyetlerini ulusal kimlik olarak benimserler.

Kültürel yapı açısından soruna yaklaşılırsa, egemen burjuva kültür zamanla diğer kültürleri egemenliği altına alır.

Alman burjuvazisi ne kadar “uyum-entegre” sağladı diye soracak olsak, daha baştan beri yabancı düşmanlığını sürekli gündemde tutmuştur. Alman işçi ve emekçileri “yabancılar” ile korkutmaya ve sindirmeye çalışmışlardır. “Yüksek ücret”, “daha fazla ekonomik ve demokratik haklar isterseniz daha fazla yabancı işçi getiririz” diyerek, işçiler arasındaki enternasyonal sınıf dayanışmasını baltalamak istemiştir. Göçmen işçileri Alman işçi ve emekçileri üzerinde bir baskı sopası olarak kullanmaya çalışırken, göçmen işçi ve emekçilere karşı, da, “ekonomik ve demokratik haklarınızı isterseniz” sizi “yabancısınız”, “uyum sağlamıyorsunuz, diyerek geldiğiniz yere geri göndeririz” tehdidiyle sindirmeyi elden bırakmamış, son günlerde Hükümetçe uygulanmaya çalışılan da  bunun bir adım daha ilerisidir, denebilir.

Başından beri iş gücü göçünü “misafir” olarak gören bir yaklaşımın, üzerinden 50-60 yıl geçmesine karşın hala aynı şeyleri dillendiriyorsa, “uyum sağlamıyorlar”  sözleri, sahte yakınmalardan başka bir şey değildir. Her şeyden önce Alman tekelci burjuvazisi ve onun siyasal temsilcilerinin yabancı düşmanlığını terk etmediği, göçmenleri Almanya’nın birer vatandaşı olarak kabullenmedikleri bilinen bir gerçek. Doğal olarak göçmenleri “entegre olmuyorlar” diye “suçlamak” sahtekarca bir yaklaşımdır.

Göçmenlerin Almanya’ya uyum sağladıkları bir gerçek, ama entegre olmadıkları doğrudur. Entegre yukarıda belirttiğim gibi daha boyutlu siyasal, sosyal bir olgudur. “Uyum”dan anlaşılması gereken şey, zorunlu olarak buraya gelen göçmenlerin, Almanya’nın genel toplumsal yapısı içinde yaşamasıdır. “Uyum”, göçmenin kendi kültürünü terk etmesi anlamına gelmiyor. Ancak, süreç içinde kültürlerinde erozyana uğrayarak yaşadığı toplumsal yapının kültüründen etkilenmesi ve belli oranda içiçe geçmesi sözkonusudur. İnsanların kültürel yapısını belirleyen üretim ve üretim ilişkileri olduğuna göre, göçmenlerde süreç içinde geldikleri ülkelerin kültürel yapılarını –esasta- terk ederek bulundukları ülkenin kültürel dokusuyla içiçe geçerler. Böylece eski kültürel yapının yerini yenisi alır.

Ayrıca Alman hükümetinin göçmenleri “uyumsuz” olarak nitelemesi, göçmenlere hakarettir. Her insan bulunduğu ortama kolayca adapte olur ve sosyal ilişkiler ağı içinde kendine yer edinir. Yıllardır Almanya’da yaşayan ve onları iliğine kadar sömüren Alman burjuvazisinin sözcüsü Hükümetin, göçmen işçi ve emekçileri “uyumsuz” olarak nitelemesi, kendini yalanlamadır. En yüksek teknolojilerle donatılmış fabrikalardaki makineleri kullananları, çalıştıkları her alanda iş güçlerini harcayarak üretimde bulunanları, kısacası hayatı yeniden ve yeniden üretenleri “uyumsuz” olarak nitelemenin hiç bir inandırıcılığı yoktur. Ne Alman işçi ve emekçileri ne de göçmen işçi ve emekçileri “uyumsuz” dur. “Uyumsuz” olan birileri varsa, ezici çoğunluğun dışında yaşayan, onların yaşamından uzakta duran ve onların alın terlerini bir asalak gibi emen burjuvazinin ta kendisidir. Emekçilerin yaşamı, ister göçmen olsun ister Alman olsun içiçe ve birliktedir. Onların birlikteliğine kast edenler sadece ve sadece tekelci burjuvazi ve onun siyasal temsilcileridir.

Almanya’da 3,5 milyon göçmen işçi var. Göçmen işçiler Almanya’da çalışanların %8,9’unu oluşturuyor. Bunların %33’ü kömür, enerji ve diğer büyük sanayi kollarında çalışıyor. %21’i hizmet sektöründe, %13’ü büyük ve küçük ticarethanelerde, %11’i otel ve lokantalarda (gastronomi), %8’i inşaatta (Kaynak:  OECD) ve geri kalanı ise sağlık (%7), eğitm (%3) ve diğer işlerde çalışıyor.

Göçmen işçilerin profili bu iken, Alman burjuvazisinin “entegre”, “uyum” vb. şeylerden söz ederek yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı körüklemesinin altında yatan nedenleri de irdelemek gerekiyor.

Alman hükümeti 27 Ekim 2010’da yabancılar hukukuyla ilgili yeni bir değişiklik daha yaptı. “uyum sağlamayan yabancılara oturum izini verilmeyecek ve devletten aldığı yardım kesilecek” (28.10.2010, Özgür Politika). Bu karardan önce, yani 13 Ekim 2010’da Merkel başkanlığındaki Hükümet, yürürlüğe soktuğu bir kararnameyle, göçmen kökenlilerin (Alman vatandaşı olsa dahi) ayrı istatistikle kaydedilmesini kararlaştırmıştır. 1933’lerden başlayarak adım adım Hitler rejminin Yahudi ve komünist düşmanlığıyla nereden nereye geldiğini bir kere daha anımsayalım. Böylece ayrımcılığı ve yabancı düşmanlığını bir kere daha belgeleyen burjuvazinin ve onun Hükümet’inin izlediği rotayı kestirmek hiçte zor olmasa gerek.

Alman burjuva Hükümetlerinin yaptıkları iki şey var: Biri, “tasarruf paketleri” dedikleri, işçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik haklarını kısıtlayan kanun ve yasalar hazırlamak, ikincisi de göçmenlerin yaşamlarını iyice zorlaştıracak kanunlar ve kararnameler çıkarmak. Bunaların her ikisi de nerdeyse üç ayda bir yapılıyor desek pek de yanlış olmaz.

Ayrıca vurgulamak gerekiyor ki, içişleri bakanı göçmenlerin %15’nin “uyum sağlamayı reddettiğini” (Ö.Politika) açıklamasının gerçek olduğunu düşünelim. %15 karşı geri kalan %85 “uyum sağlıyorsa” bu çığırtkanlık niye? Hükümetin kendi istatistikleri de gösteriyor ki, göçmenler açısından “uyum” diye bir sorun yok. Göçmenlerden rahatsız olan Hükümetin ve sermaye sınıfın kendisidir.

Alman burjuvazisinin, göçmen işçi ve emekçiler üzerindeki baskılarını bu denli artırmasının bir nedeni de herkesin ana dilinden eğitim hakkını istemesinin önüne geçmek içindir. Örneğin 2,5 milyon Türk ve Kürdün yaşadığı Almanya’da, bunların kendi dillerinden eğitim hakkı olmalı ve kullandırılmalıdır. Burjuva anlamda dahi olsa demokrasi ve ulusların eşitliği-kardeşliği böyle bir söyleme sahiptir. Ana dilinden eğitimin önündeki engellerin kaldırılmasının yanında eğitimin koşulları da devlet tarafından oluşturulmalıdır. Almanca eğitimin yanında herkesin kendi ana dilinden eğitim alması “uyum” ya da “entegre”yi daha da kolaylaştıracak ve geliştirecektir. Aynı zamanda bu işçi ve emekçilerin birbiriyle kaynaşmasını güçlendirecek, “yabancılık” olgusunu ortadan kaldırmaya hizmet edecektir. Ama Alman burjuvazisi böyle bir “uyum” ve “entegreyi” istemediği için, devlet tarafından da “eğitim” hakkının kullandırılmasının koşullarını yaratmaya yanaşmayacaktır.

Nedir bu “Entegrasyon…!” ve “Çok Kültürlülük…!”?

Uyum sorununun ne olduğunu yukarıda açıklamaya çalıştık. Ortada bir uyumsuzluk varsa, o da, toplumun ezici çoğunluğu ile ters düşen Alman burjuvazisinin kendi uyumsuzluğudur. Bunlar, sınıfsal yapıları gereği entegre olamayacağına göre, işçi ve emekçiler kendi iktidarlarını kurana dek bu sorunda varolmaya devam edecektir.

Göçmenlerin “entegre” diye bir sorunu da yok. Alman burjuvazisinin yaptığı bu tür propagandalara rağmen,   her iki kesim de de düşmanlık içeren nüveler oluşturmakla birlikte esası hiç bir zaman olmamıştır.

Burjuvazinin istediği, her iki halkın bir birine olan güvensizliklerinin gelişmesi ve birlikteliklerinin bozulmasıdır. Makineleri birlikte kullanan, hayatı yeniden üreten işçilere “uyumsuz” demek, ya da işçiler arasında sınıf birliğini ve sınıf kültürünü yok sayarak, soruna burjuvazi gibi miliyetler ve burjuva sınıf kültürü açısından yaklaşmak, sorunu kavrayamamaktan ya da anlayamamaktan kaynaklanıyor.

Aynı sokakları temizleyen (temizlik ve diğer ağır işlerde çalışlnların ezici çoğunluğu her ne kadar göçmen işçiler olsa da) işçilerin birbirlerini anlamamaları düşünülemez. Onlar, farklı ülkelerden gelselerde, farklı dilleri konuşsalarda birbirlerini anlarlar ve anlıyorlar da. O zaman geriye kimin kime uyması sorunu kalıyor.

Örneğin, Ruhr havzasında göçmenlerin sayısı 561.111. ve buradaki genel nüfusa oranları %10,7 ve bu bölgede 140 milliyet mensup insan yaşamaktadır. (kaynak; RVR-Datenbank 2008) ve Türkiye ve Kürdistan’dan gelenlerin sayısı ise 234,854. dir.

Alman sanayisinin bel kemiği Ruhr havzasında 140 ayrı milliyete mensup işçi ve emekçiler içiçe çalışıp-yaşarken, “uyum” ya da “entegre” diye dıştalayıcı olgulardan söz etmek, işçi ve emekçilerin birlikteliğini baltalamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. O bölgede bir uyumsuzluktan söz edilecekse, işçilerin milliyetine bakmadan onları en ağır koşullar altında çalıştıran ve çevreyi zehirleyen, Alman burjuvazisinin çelik devi Thyssen’in kendi uyumsuzluğudur. Üstelik katmerli sömürünün alası da burada yapılmaktadır.

Farklı dilleri konuşmanın birlikte olamamakla ya da birlikte mücadele edememekle hiç bir ilgisi yoktur. Aynı sınıfsal yapıya sahip olanlar kendi aralarında anlaşacağı ortak dili eninde sonunda bulurlar. Nitekim, göçmen işçiler yerel işçi sınıfıyla her alanda birlikte mücadele etmektedir. Ancak göçmenlerin geldiği ülkelerdeki egemen sınıflar ve gericiler, gazeteci Gündüz Vassaf’ın da dediği gibi (bkz. Radikal Gazetesi 24.10.2010) “kendi beşinci kollarını” yaratmak için  kendi milliyetinden göçmen işçiler arasında milliyetçiliği geliştirmeye çalışırken (Türk devleti bunu başından beri yapıyor) Alman burjuvazisi de ırkçı ve dıştalayıcı yaklaşımıyla, işçiler arasında güvensizliği geliştirici rol oynuyorlar. Burjuvazi ve gericiler kendi sınıf çıkarları açısından böyle bir politika izlerken, devrimci ve komünistler ise işçi sınıfının birliği ve ortak mücadelesi açısından soruna yaklaşarak, “uyum”, “çok kültürlülük” vb. gibi burjuva argümanları proletaryanın kendi sınıf argümanlarının yerine koymamalıdır.

Elbette bir kültür farklılığı söz konusu. Bu inkar edilemez. Örneğin Türkiyeden gelen bir işçi ile bir Alman işçisinin kültürü farklıdır. Bin yıllardan beri edindikleri farklı gelenek görenekleri vardır. Ama onları birleştiren proleter kültür olmalıdır ve onlar işçi oldukları sürece proleter kültüre özünde sahiptirler. Bu sınıf kültürüdür. İşçi sınıfının sahip olduğu devrimci kültür, bin yıllardan beri gelen egemen kültürleri alt edecektir ve etmektedir de. Sermaye sahibi, nasıl ki sömürdüğü işçiyi milliyetine göre ayırmıyorsa, işçilerde sermaye sahibi karşısında birbirlerini milliyetlerine ya da konuştukları dillerin farklılığına göre ayırmazlar. Onlar, sermaye sahibi karşısında sınıf kardeşleridir ve öyle kalırlar. Çünkü kurtuluşları kendi birlikteliklerinde, ortaklaşa dayanışma ve mücadelelerinde yatmaktadır.

Devrimci ve komünistler için “uyum” ya da “entegre” sınıf dayanışması, sınıf birlikteliği ve sınıf mücadelesidir. Kısacası işçi sınıfı ve emekçilerin -burjuvaziye karşı- sınıf birlikteliği ve mücadelesi esas olmalıdır. “Demokratik Entegre” vb. gibi zorlayıcı ve yanıltıcı argümanlar üretmek devrimcilerin görevi olamaz. Devrimcilerin esas görevi; emperyalist burjuvazi ve gericilerin çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin birlikteliğini bölme çabalarına karşı durmak ve karşı-devrimci propagandaların iç yüzünü ortaya koymak olmalıdır.

Burjuvazinin “uyum” ya da “entegre”den kastı; burjuva çıkarlarına hizmet etmek, onun sömürü ve egemenlik alanlarına karşı çıkmamaktır. İşçi ve emekçiler, sınıf içeriğinden yoksun, daha doğrusu burjuvaziye hizmet eden  bu tür “entegre”lere sert şekilde karşı çıkmalıdır. Bu görev başta  Alman işçi sınıfı ve emekçileri olmak üzere tüm göçmen işçi ve emekçilerin  görevidir.

***