YUSUF KÖSE | 23 – 04 – 2011 |Devrimci mücadele yolunda çok yoldaş yitirdim. Hemen hemen hepisinin acılarını yaşadım. Bakışlarını asla ve asla unutamadan… Ağır bedeler ödendi, daha ödeneceklerden başka… Munzur dağlarında kaldığı kış sığnanın çökmesiyle yaşamını yitiren Gülüzar Özkan ve diğer kadın yoldaşları da ödenen bedellerin sonuncuları olmayacak.Boşuna değildi hiç bir devrimci mücadele ve emek. Hiç bir zaman da boşuna olmayacak. Sevgili Gülüzar Özkan’ın da bir sığnakta kadın kadına olmanın mücadelesi de boşuna olmadı. Bin yılların erkek egemen anlayışının köhnemiş anlayışları onları incitmiş olsada…
Gülüzar’ı hapishanelerden bana gönderdiği duygu yüklü ve erdemli mektuplarından tanıdım. Erzurum’dan Gebze hapishanesine uzanan uzun güzergah’ta mektuplarını hiç bir zaman eksik etmedi. Kurumuş gül gönderdi. Menekşe, dağ çiçeği ve daha ismini sayamayacağı çiçeklerle süsleyerek yazdı mektuplarını. O, hep gül kokulu mektuplar yazardı.
Yalnızlıklar yaşadı. Karamsarlıklar içinde kaldı. Zaman zaman umutsuzluklar çöktü yüreğine. Kırıldı. İncindi. İnsan olmanın insanlığını yaşadı. Aldatılmışlığa sığınmadı. İçiyle dışını bir etti. Yüreğini orta yere koydu ve öyle yürüdü yolunda. Zindan karanlıklarında, işkence odalarında, direncini, inancını, bilincini biledi. Zulüm fetvacıları ve onların işkencecileri kirlenmiş dünyalarında kıs kıvrak yaşarken, o özgürlüğü seçti.
Kadın olduğu için egemenlerin çirkin zorbalıklarıyla karşılaştı. Devrimci kadın olduğu için de bunların kat kat mislilerine maruz kaldı. Yılmadı. Başını hep dik tumasını bildi.
Kadın olmaktı, erkek yoldaşlarından ayrı kadın kadına sığınmak. Eskiyi yıkıp yeniyi kurmanın mücadelesiydi mücadelesi. Yeninin içindeki eskiye karşıda kadının mücadelesiydi. Hep birlikte güneşin içenlerin türküsü söylensede…
Değişmek ve değiştirmek asıl olandı. Özne olup ileri taşımak toplumu. Gülüzar’da buna inanmıştı. Kurulu düzenle haşır neşir ve onun bir parçası olarak yaşamak, insana yaraşır bir yaşam değildi. Yaşamı özgür kılmanın yolu, yaşamı parselleyenlere karşı baş kaldırmaktı.
Gülüzar, hapishaneden çıktıktan sonrada bunları seçti. İnandığı, doğru bildiği yolda yürümenin daha onurlu olduğunun bilincindeydi.
Uyuşmadı, doğduğu toprakların üzerinde kurulu sistemle. Eşeledi. Eşeledikçe özgürlüğü keşfetti. Geleneksel kültüre baş kaldırdı. Biricik oğulunun bakışlarını da yüreğine sığdırarak vedalaştı. Özgürlüğün dağlardan düze ineceğine inandı. Dağları seçti. Bilinci inancı oldu. İnaçlarını yaşadı.
Yaşamı kalıplara sokmadı. Parsellenmesini ise hiç kabullenemedi. Metalaştırılmaya boyun eğmedi. Yaşamı basitleştirmeyi seçti. Yaşamı basitleştirdikçe özgürleştiğinin ayırdına vardı.
Halkı “aptal” yerine koyanlara çok kızdı. Bu tür aptalıkları halktan uzak aydın kibirliği olarak ele aldı. Halkın cahil bırakılmasını “aptallıkla” suçlamanın, halktan uzaklaşmak ve yabancılaşmanın bir yolu olduğunu bildi. Kendisi bir halktı. Halkından uzak kalamadı. Yanarak ışıldamanın erdem olduğunu yeğledi.
38 yaşında dağa çıktı. 43 yaşında ölüm onun yürek kapısını çaldığında ölümsüzleşti. Ölüm dediğin neydi ki… Yaşamdı asıl olan, eğer yaşama bir değer katabiliyorsan. Ölüm ise yaşamın arka yüzüydü. Bazan erken bazan ise geç çalardı yürek kapısını. Güneşin doğuşunu ilk dağ zirveleri görür ama, dağlarda erken çıkar zirveye ölüm. Özgürlük meşalesi taşıyanları da ölüm erken yakalar. Özgürleşmenin bedeli bu olsa gerek…
Ağıt yakmadım toprağa düşen hiç bir yoldaşıma. Yakamadım. Gidenlerin arkasından söylendiğinden olsa gerek. Gitmelerini istemediğimdendir. Anılarını, özlemlerini ve mücadelelerini taşıyarak yaşamak güç verdi bana. Gül kokulu sevgili Gülüzar’a da ağıt yok; özlem var, saygıyla eğilmek var. …..