ÖZGÜR GELECEK- Türkiye de dahil olmak üzere Ortadoğu’da şiddetli çatışmalar, savaşlar yaşanmaktadır. Bu durumun toplumlar tarihinde istisnai değil, esas olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Toplumlar tarihinde barışçıl dönemler değil, karmaşa, kaos, savaş ve ayaklanmalar esas durumdadır. Toplumlardaki değişim, dönüşüm de bu karmaşa, savaş ortamının sonuçlarıyla yakından ilgilidir.
Bu çatışmalar, savaşlar bazen egemenlerin kendi aralarındaki çıkar dalaşları nedeniyle yaşanmaktayken, bazen de ezilenlerin ayaklanmaları şeklinde vuku bulmaktadır. Elbette ki yaşam burada koyduğumuz nitelikte sürmemektedir. Çok farklı ittifaklar, geçici birliktelikler, ortak düşmana karşı birleşip sonra birbirleriyle savaşa girenler gibi bir çok olasılıkla güçler bu kaos-kriz ortamından zaferle çıkmaya çalışmaktadırlar.
Toplumlara ait bu gerçeklik, sadece bir bölgeye, coğrafyaya ait değildir. Oryantalizmle malul bakış açısı, “Ortadoğu bataklığı” terimini çok sever ama Avrupa’nın göbeğinde sadece 20. yüzyılda iki adet emperyalist paylaşım savaşı yaşandığını ve daha 20 yıl önce yaşanan Srebreniska katliamını vs. unutur. 19. yüzyılda ezilenlerin Avrupa kıtasındaki sayısız ayaklanmasını ve bunların yarattığı kriz halini yok sayar! Ortadoğu’nun “talihsizliği” yeraltı zenginlikleri nedeniyle, emperyalistlerin buraya üşüşmeleridir. Emperyalistler kendi aralarındaki savaşları, çıkarlarının çatıştığı yarı-sömürge ülkelerde yürütmeye çalışmaktadırlar. Pek “insancıl” diplomasilerini ise, “uygar” coğrafyalarda gerçekleştirir ve savaşın nasıl bir hal alacağına karar vermeye çalışırlar.
Şunu belirtmeliyiz ki; savaşlar sınıflı toplumların kaçınamayacağı zorunlu bir gerçektir. Egemen sınıfların ayakta kalabilmek için sömürüyü sürekli artırma zorunlulukları, hammaddelere en ucuz şekilde ulaşma ihtiyacı ve bunların getirdiği ölümcül rekabet savaşların ana nedenidir. Ezilen sınıfların, ulusların üzerlerindeki sömürü ve baskıya karşı ayaklanmaları da zorunlu bir gerçektir. Ezilen sınıfların bu ayaklanmalarının niteliğinin ne olacağı, önceden kestirilemez, belirlenemez. Komünist öncülerin sorumluluğu da buradan itibaren artar. Yani kaosun yönünün ne olacağını belirleyebilmeleri; ezilen sınıfların siyasi temsilcisi haline gelip gelmedikleriyle yakından ilgilidir.
“Politika sürekli eylemdir!”
Egemen sınıflar, ezilenlerin kendilerine karşı bir savaşa girişmemeleri için askeri zorun yanısıra ideolojik-politik hegemonyasını da süreklileştirmenin farklı yollarını arar. Halklar arasındaki ulusal, dinsel, mezhepsel farklılıkları kullanır. Mesela Türkiye’de bu durum; Sünni Türk kesimlerin kendilerini devletle bütünleştirmesi haline büründürülmeye çalışılmıştır. Önemli oranda da başarılı olunmuştur. Kürtler, Aleviler ve farklı milliyetlerle, mezhepler bazen askeri zorla, bazen katliamlarla bazen ideolojik aygıtlarla sürekli baskı, şiddet altında tutulmuştur. Sistemin ihtiyaç duyduğu ulus devlet örgütlenmesinin, tekçi, faşizan yapısı ezilenler arasında bu eksenlerde yarılmaların olmasına yol açmıştır. Bu durum şovenizmi yaratmış, farklı mezhepler ise yok sayılmıştır.
Fakat sistem bu yarılmanın her iki tarafında kalan ezilenleri kendi ideolojik hegemonyasında tutabilmenin yollarını da oluşturmaya çalışmıştır. Modern/laik savunusuyla CHP, Alevilerin zorunlu sığınağı olmuştur. Sünni, muhafazakar kesimler ise Demokrat Parti’den günümüze AKP’ye kadar uzanan damarıyla bu şemsiye altına girmişlerdir. Türk devleti kurulduğundan itibaren bu ideolojik-politik hegemonyanın dışına kitlesel bir örgütlü güç olarak çıkabilenler Kürtler olmuştur. Mevcut sistemden olan umutları kesilebildiği ölçüde, ulus olarak varlıklarının garantisi olarak gördükleri PKK etrafında birlik oluşturmaya çalışmışlardır. PKK de; Kürtlerin devletle olan her çeşit bağını, ideolojik/politik ve askeri olarak alternatif oluşturarak kırmayı başarmıştır. Savaşın, tüm şiddetiyle Türk devleti tarafından sürdürülmek istenmesinin nedeni de budur. Devletin, T. Kürdistanı’nda artık kaybedeceği bir şey kalmamıştır!
T. Kürdistanı’nda devletin hegemonyası bu şekilde güçlü bir kırılma yaşayıp, etkisizleşmişken “Batı”da durum farklıdır. Emek ve demokrasi güçleri çeşitli birliktelikler oluşturmakta, sürece müdahil olmaya çalışmaktadır. Barış Bloğu, bu niyeti ifadelendirmektedir ve demokratik bir hamle olarak önemlidir, anlamlıdır. Ankara mitinginde patlatılan bombalar; on binlerce kişinin Türk devletini simgeleyen kentin ortasında muhalif sesin yükselmesine izin verilmeyeceğinin ilanından başka bir şey değildir. Devlet, “ben savaş dedikçe savaş olacak” demiştir ve T. Kürdistanı’nda otoritesini yerle bir eden Kürt hareketinin, emek-demokrasi güçleriyle birlikte “barış” demesini engellemiştir. Yapılan mitingten bu kadar korkulup, tehdit olarak görülmesi yıkıcı niteliğini güçlü bir şekilde koruyan PKK’nin ideolojik/politik hegemonyasını temsil etmesindendir.
“Fırat’ın batısı”ndaki ezilenlerin siyasi temsilcisi/öncüsü olma anlamında devrimciler açısından değerlendirilmesi gereken çok konu vardır. Bizlerin sürekli olarak üzerinde kafa yorması gereken konu budur. “Fırat’ın batısında” ezilenlerin mevcut ideolojik/politik şekillenişi dikkate alınarak nasıl öncü haline gelinecektir? Emekçi kesimlerin ağırlıklı kısmının, devletle yaşadığı ulusal-dinsel bütünleşme nasıl kırılacaktır? Burada yakalanması ve güçlüce tutulup çekilmesi gereken zincirin en zayıf halkası hangisidir? Biz bu halkayı hangi yol ve yöntemlerle çekeceğiz? Bunlar bizim ideolojik/politik/örgütsel ve askeri anlamda sürekli gündemimizde olması gereken konulardır.
Devrimci hareketin yazımızın başında ortaya koyduğumuz karmaşa, çatışma ve savaş gerçekliğinin uzağında bir duruş sergilediğini rahatlıkla ortaya koyabiliriz. Mitingler ve basın açıklamaları ile giderek pasifleşen, etkisiz bir eylem hattı izlenmektedir. Savaşın şiddeti ve emek/demokrasi güçlerine, devrimcilere saldırıların boyutu hesaba katıldığında, en iyimser ifadeyle “naif” bir duruş sergilendiğini söyleyebiliriz. Liberalizmden fazlasıyla etkilenen, hümanist duyarlılığı en üst noktaya çıkmış, karmaşa, düzensizlikten ziyade egemenlerin iktidarı altında olsa bile bir sükunetten bahsediyoruz. 1971 devrimci çıkışından bugüne kadar göz atıldığında; reformist liberal rüzgarın “devrimcilik” adı altında bu kadar güçlü estiği başka bir dönem gözükmemektedir.
T. Kürdistanı’nda ablukalar altında çocuk, yaşlı, genç demeden insanlar katledilirken, “Batı” cephesinde devleti zora sokacak eylemlilikler sürecine girememek, bunun çabasını yeterince verememek yanlıştır! Bahsini ettiğimiz emek/demokrasi güçlerinin içerisinde, tabanında önemli bir kesimin sarı sendika ve konfederasyonların uzlaşmacı politikalarından rahatsız olduğunu biliyoruz. Uygulanan devrimci taktik ilk andan itibaren bu kesimler içerisinde yankılanacaktır. Devrimci güçlerin şu anda iki çizgide yürüdüklerini belirleyebiliriz. Bir kısmı sosyal şovenizmin etkisi altında Kürt hareketini tanımamaktadır. Diğer bir kısmı ise politikalarını Kürt hareketine endekslemiş durumdadır. Zaten yaşanan reformizmin beslendiği damarda burasıdır. Düzenin devamlılığına dair sorumluluk duyulması veya seçim sonuçlarının demokratik bir Türkiye’yi oluşturacağını savunmak buna denk düşmektedir.
Komünist devrimciler ise bir taraftan Kürt hareketiyle; ezilenlerin yanında olmak, birlikte ortak düşmana karşı savaşmak perspektifiyle hemen her alanda gücü oranında birlikte hareket etmekteyken diğer taraftan kendi politikalarını yaşama geçirmeye çalışmaktadır/çalışmalıdır. Bu kapsamda, savaş en yakıcı haliyle sürerken, devletin istikrarsızlığını sağlamayı hedeflemek bizim görevlerimiz arasındadır. Devletlerin ideolojik/politik hegemonyasının kırılmasında, güçsüzlüklerinin ortaya çıkarılmasında askeri pratikler çok önemlidir.
Bunlarla birlikte, Kürt ulusuna karşı yürütülen savaşın haksızlığı ve emekçi gençlerin katledilmesinden hareketle sürekli bir ajitasyon/propaganda faaliyeti içerisinde olunmalıdır. En önemlisi de bu faaliyetin yaygın tarzda yapılmasıdır. Yeni bölgelere nasıl girileceği, o alan faaliyetçilerinin yaratıcılığıyla, girişkenliğiyle yakından ilgilidir. Bu faaliyetlerde en önemli kısırlık, reformizmin etkisiyle sadece açık faaliyetin akla gelmesidir. Gençlik faaliyeti, yeni mahallelere girilmesinde can alıcı bir yerde durmaktadır. Gençlik örgütlenmesinin İsmail Oral, Mehmet Demirdağ, Derya Aras gibi çok sayıda kararlı ve öncü kadroları yarattığı bir geleneğimiz var. Bu geleneğimizden aldığımız güçle faaliyetlerimize çok yönlü yönelmeliyiz.
“Politika, sürekli bir eylemdir!”(Gramsci) Politik olarak doğru belirlemeler yapmak, politika yapıldığı anlamına gelmez. Kürt hareketiyle destek/ittifak doğru politikasına ancak çok çeşitli yol ve yöntemlerle hayat buldurduğumuzda, eyleme geçtiğimizde politika yapmış oluruz. Yeni emekçi mahallelere, en ezilmişlerin arasında emek sömürüsüne dair çalışmalarla gidilmesi, egemenlerin arasında emek sömürüsüne dair çalışmalarla gidilmesi, egemenlerin halklara karşı savaşının teşhir edilmesi gerekliliği doğru bir politik belirlemedir! Ama ancak bunun için emekçi semtlere gittiğimizde, kitlelerle buluştuğumuzda, legal-illegal örgütlenmeler oluşturduğumuzda sistemin hegemonyasını sarsmaya başladığımızda, politika yapmış oluruz. Bu bilinçle, çalışmalarımıza yüklenmeliyiz. Ancak o zaman Mao’nun “Cennette büyük kaos var, vaziyet şahane” belirlemesine devrimci tarzda yanıt almış oluruz.