YUSUF KÖSE | 11 – 08 – 2010 | İki egemen sınıf kliği arasındaki sömürüden daha fazla pay alma savaşımının bir parçası olan „Anayasa Değişikliği için 12 Eylül Referandumu“ yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Şu anda Türkiye’nin gündemine bu sorun oturmuş durumda. Esas gündemin arasına bazan öne çıkan başka gündemlerde olmasına karşın, egemen sınıflar kitlelerin karşısına bu sorunu çıkartı ve dayatıyor. İster istemez bu konuyu yok sayamayız.
Ülke gündemini işçi sınıfı ve emekçiler oluşturamadığı sürece, egemenlerin dayattığı bazı gündemeleri de ele almak ve tavır belirlemek durumundayız. Çünkü Türk egemen sınıfları kendi aralarındaki dalaşa kitleleri dahil etmek ve onların destekleri ile birbiri karşısında üstünlük sağlamak istiyorlar.
O zaman „hodri meydan deyip“ çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerde sahneye çıkarak, burjuvazinin „kırk katır mı kırk satır mı“ ya da „ölümü gösterip sıtmaya razı etme“ politikasına karşı kendi sınıf çıkarları için tavrını belirlemelidir.
İşçi ve emekçilerin faşist egemen klikler arasındaki dalaşta birinin yanında yer alma diye bir sorunu olmadığı gibi, kendi sınıf çıkarlarının yanında/tarafında yer almak durmundadır.
Evet, işçi sınıfı tarafsız değildir. Onun bir tarafı vardır ve bu da kendi sınıf çıkralarının emrettiği ideolojik siyasal çizgide hareket etmesi, eylemelerini bu çizgi doğrultusunda belirlemesidir. Bu çizgi Marksizm-Leninizm-Maoizm’den başakası değildir.
Sınıfın ve sınıf bilinçli proleterlerin sınıfsal duruşu net olmak zorundadır. „Reform“ gibi gözüken şeyler ile onun adıyla oynandığını ayırt etmek ve kitleleri aydınlatmak görevi ile karşı karşıya olduğununda bilincinde olunmalıdır. Komünist ve devrimciler gericiliğin karşısında ilerici reformları da desteklerler. Ama, önümüze sürülen „değişliklik“ ilerici bir reform olmaktan öte, egemen sınıf klikleri arasındaki iktidar kavgasında ezilen kitlelere piyon olma rolü verilmek isteniyor. Liberal aydınlar aynen bu görevi üstlenmiş ve kitlelere bunu, „ilericilik“ olarak lanse etmeye uğraşıyorlar.
AKP hükümeti ve onun temsil ettiği egemen sınıf klikleri, „reformcu“ ve hatta „ilerici“ gözükmek için bir çok şov sahneleri düzenlediler ve düzenlemeye devam ediyorlar. Ve hepisinden önemlisi de işçi sınıfı ve emekçileri nazik bir noktadan, yani „12 Eylül Askeri faşist Cuntasına“ karşı olup olmama noktasına getiriyor.
12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’ndan en çok zarar gören işçi ve emekçiler oldu. Onların siyasal temsilcileri komünist ve devrimciler oldu. Ve 12 Eylül Askeri faşist Cuntası darbesi, esas olarak işçi ve emekçilere karşı yapılan, ABD destekli ve planlı Türk egemen sınıfların –öncesiyle, sonrasıyla-kanlı bir iktidar uygulamasıydı.
Yukarıda da belirtildiği gibi AKP’nin anayasa değişikliği paketi, 12 Eylül 1982 Anayasası“nı değiştirmekten öte, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda, yürülükteki anayasa üzerinde bazı rütuşlar yapmaktır. Faşist 1982 Anayasasi üzerinde rutüşlar yapmak, o anayasanın niteliğini değiştirmiyor. Bugüne kadar yapılan bazı ufak tefek değişikler ise, anayasanın özüne dokunma yerine bazı açıkları kapama, hatta şunu rahatlıkla söylenebilir ki; yapılan değişiklikler ezilen kitleler üzerindeki baskıları artırma, var olan demokratik hak ve özgürlükleri iyice kısıtlama amaçlı olmuştur.
12 Eylül 2010’da refaranduma sunulan anayasa değişiklik pakatinde çocuklar ve sakatlar ile ilgili maddeler, deyim yerindeyse yem olarak konmuştur. Bu maddeleri kanunlada rahatlıkla düzenleyebilirlerdi. „ Memurlar ve diğer kamu görevlileri, toplu sözleşme yapma hakkına sahiptir.“ maddesi (madde 53) olsun, anayasanın 15. maddesinin yürürlükten kaldırılması maddesi olsun, söz konusu anayasa değişikliği için „evet“ denmesi için yeterli değişiklikler değildir.
Memurlara toplu iş sözleşmesinin yasallaşması, tek başına yetmiyor, „uzlaştırma kurulu“ ile, memurların aleyhine kararlar alınabiliyor ve genelde de böyle oluyor. Ayrıca, uzlaştırma kurulunun oluşu ve toplu sözleşmenin nasıl yapılacakları „kanunla belirleneceği“ için, „toplu sözleşme hakkı“nın içeriği tamamen egemen sınıfın lehinde yapılıyor.
1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinin yürülükten kaldırılacak olmasının ise gelinen aşamada pek bir hükmü olmadığı gibi, kanunla düzenlenen başka maddeler ile cuntacılar korunmaktadır. Hükümetin bu maddeyi yürürlükten kaldırmak istemesi onun 12 Eylül cuntacılarını yargılamak istemesi amacıyla olmadığı biliniyor. Ya da hükümet 12 Eylül’den hesap sormak amacıyla bunları yapmıyor. Her şeyden önce 12 Eylül dinci gericilere dokunmadığı gibi onların gelişmesinin ve palazlanmasının yollarını açtı. AKP varlığını 12 Eylül cuntacılarına borçludur desek yanılmış olmayız.
Liberal aydınların “12 Eylülden hesap sormakiçin evet denmeli” ya da “demokratikleşmenin ilk adımları için evet denmeli” şekilnde özetlenebilecek savları ise, tutarlı olmayıp, sorunun devede kulak misali çok küçük tali yanını gösterip, esas yanını göstermeme gayretleri olarak yorumlanmalıdır.
Yapılmak istenen değişiklikleri ilerici reform olarak göstermek ise, tamamen yanıltıcı ve anayasanın faşist niteliğinin üstünü örtme amaçlı ideolojik söylemlerdir.
Değiştirilmek istenen maddeler için “evet” demek, anayasaya “evet” anlamına geldiği gibi, “hayır” demek ise, egemen sınıflar arası dalaşta bir tarfın safında yer almak anlamına gelir. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin tavrı ne “evet” ne de “hayır” olacaktır. Onlar, egemen sınıflar arasındaki bu iktidar dalaşında kendilerinin alet edilmesine karşı çıkmalı ve refarandumu “BOYKOT!” etmelidir.
Demokratik bir anayasayı faşist karakterli bir hükümet yapamaz. AKP’den “demokratik” uygulamalar beklemek, işçi ve emekçilerden yana tavır beklemek, Kürt ulusunun demokratik haklarınıdan yana tavır beklemek ya da böylesine bir umuda kapılmak saflıktan öte sınıfsal yaklaşımla ilgili bir durumdur. Yani gericiliğin kampında saf tutmaktır.
Kürt ulusu üzerinde baskı ve katliamlara devam eden, silah zoruyla Kürt ulusal mücadelesini bastırmaya çalışan ve bu konuda egemen sınıflar arasında konsensüs sağlayan bir hükümetten, “demokratik” ya da “reforumcu” bir çaba beklemek ya da böyle bir umut dağıtmaya çalışmak sahtekarlıktan öte bir şey değildir.
Her fırsatta işçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik hak ve özgürlüklerini gasp eden ve ezilen yığınlar üzerinde ciddi bir baskı uygulayan bir hükümetten “demokratik” adım beklemek kitleleri oyalama siyasetidir. Liberal aydınların yaptığı da bunlardır.
12 Eylül 2010’da halk oylamasına sunulan “anayasa değişiklik paketi”, ezilen yığınların ekonomik ve demokratik haklarını genişletme değil, siyasal temsilini AKP’de bulan egemen sınıfların iktidarlarını yasal olarak da sağlamlaştırma çabaları ve taktikleridir.
Durum bu iken, işçi ve emekçilerden “evet” ya da “hayır” beklenmemelidir. Bazı sendikaların “hayır” şeklinde ya da “evet” şeklinde işçilere ve emekçilere çağrı yapmaları ise, onların sınıfsal duruşundan kaynaklanmaktadır. Çünkü onlar işçi ve emekçilerin yanında değil, egemen sınıfların değişik klikleri yanında yer alıyorlar. DİSK’in “hayır”cı bir tavır alması bu sendikadan beklenen bir tavır. Çünkü o devrimci değil, sarı yönü çok ağır basan bir sendikadır. Sendikanın başına çöreklenen sınıftan uzaklaşmış sendika bürokratların işçi sınıfının çıkarlarını savunması düşünülemez. Türk-iş ise “üyelerini serbest bıraktığını” açıklayarak yine de rengini belli etmiştir.
Geçmişte “sol” örgütlerde yer almış ya da “sol” görünümlü bir çok yazar ve aydınların ise, “boykot” yerine ya “hayır”cı ya da “evet”çi olması, onların sınıfsal duruşlarıyla ilgilidir. Kendine her “sol” diyenin solcu olmadığı aşikardır. Onlar egemen sınıflar arası çatışmada bir kanadının yanında kendilerine “yuva” bulmuşa benziyorlar.
Sonuç olarak bu referandumda en doğru tavır “boykot”tur. Boykot geleneğinden gelenler olduğumuz için “biz boykotu severiz.”