Home , Köşe Yazıları , Bitti mi?

Bitti mi?

metin aycicekMETİN AYÇİÇEK |31-08-2013 | Büyük çoğunluğumuz AKP-Devleti’nden barış ve Türkiye’nin siyasal yapılanmasını kökten değiştirecek beklentilere sahip olmadığımız halde, olağanüstü bir destek sunduk sürece. „Bundan bir şey çıkmaz” demeden, „bundan bir şey çıkarmak zorundayız” diye dört elle sarıldık barış ve demokratikleştirme sürecine. Halkların adil ve kalıcı bir barış içerisinde, eşitlenmiş kimliklerle özgürlük içinde birlikte yaşayabilecekleri bir toplumsal biçimlenme istemi, sürece destek sunan bütün örgüt, kurum ya da bireylerin uğruna her türlü bedel ödemeye hazır oldukları bir istemdi çünkü. Kürt halkının açtığı bu yolu değerlendirmek gerekiyordu, Halklar, inanç grupları, ateistler ya da siyasal örgütlenmeler olarak, kapris yapmadan, „ben” demeden sarıldık „biz” olmanın umuduna. Yanlış yapmadık, en haklı olduğumuz bir konuda, çok güçlü olduğumuz koşullarda, barış için barışçı yöntemlerde direndik. Doğru bir adımı, doğru durarak birlikte attık.

Ne var ki, sesimizi almamakta direndi 90 yılın kör ve zalim inadı. Barışçı olmadığını biliyorduk, ama zorda kalarak da olsa, yani atacak adımının kalmadığı o son noktada sadece kendi toplumunu değil, bütün Ortadoğu’yu yeniden ateşe gömecek kadar zalim bir duruşu devam ettirmekte ısrarlı olamayacağını var saydık. Onlar, Osmanlılık hayallerini kanıtlamak için ellerinde kalan tek şeye, „Osmanlı’da oyun çoktur” sözünün içeriğindeki yalan, hile, tuzak gibi metotlara yöneldiler. NeWroz’dan bugüne adım atmamakta direnerek, barış girişimini bir kez daha „boşa çıkardılar”.
***
Bu yazının başına oturduğumda henüz iki günüm daha vardı 1 Eylül’e. Emperyalizm yeni savaşlara hazırlanıyor dünyanın barış günü arifesinde. Oysa Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi bugüne koydu ilk toplantısını, barışa bir vurgu daha yapmak için. Müjdeli haberlerle yola çıkmak istemiştik umudun miladını arkamıza alarak. Ama Anadolu-Mezopotamya halklar mezarlığına çevirenler, inkar ve imhada ısrarla çıktılar önümüze. Roboskî katliamının kanı kurumadan Rojava’yı yok etme ihtirasıyla, bütün bölgeye savaş ilan ettiler.
Acı çekiyorum ama öfkelenemiyorum. Buna hakkım yok diye kendimi tutarak: „siz bildiğinizi yapın, biz de bildiğimizi yaparız!” diyemiyorum. Bunun sonuçlarının hangi onulmaz acılara neden olacağını, son kırk yılın deneyimleri aydınlığında çok açık görüyorum. Barışta ısrarın, en küçük bir barış olasılığının bile değerlendirilmesi zorunluluğunun en doğru yol olduğunu düşünüyorum. Ama bunun sadece bir istek olarak ve tek taraflı dillendirilmesinin sürece katkısı olmayacağını, olamayacağını, olmadığını da biliyorum.
„Bitti” demek istemiyorum. Aptal yerine konulma pahasına da olsa, bu sözü söyleyecek en sonuncu kişi olmayı yeğliyorum. Ama durum onu gösteriyor ki, umutlarla koşturduğumuz bu sürecin büyük anlamı, devlet tarafından hem anlaşılmamış hem de ciddiye alınmamıştır. Devlet, hem Kürt coğrafyasında, hem bütün Ortadoğu yapılanmasında yaşanan bilinç değişimini ve yeni yapısal yönelişi görmemekte kararlıdır. Ne Ortadoğu eskisi gibi kalacaktır artık ne de parçalanmış Kürdistan boyun eğecektir sömürgeciliğe.
Türkiye’de Anayasa’nın ilk üç maddesi tartışması sürecin özüne ilişkin idi: Kürtler ve diğer halkların kimliğinin yasal statüye bağlanması, ana dilde eğitim özgürlüğü, demokratik özerklik gibi istemlerin gerçekleştirilmeyeceğine ilişkin devlet tutumu, bu tartışmalarda netlik kazanmış oldu. AKP’si, CHP’si, MHP’si ve bütün milliyetçi-ulusalcı devlet bileşenleri, 90 yıllık sömürgeci yapının devamı kararında bütünleştiler. Seçim barajı, siyasal partiler yasası ve diğer inkar düzenlemeleri dahil geleneksel devletin temel yapı taşları yerinde kaldı. Anayasa’nın ötesi, laf-ı güzaf.
***
„Ama Kürtçe özgürleşti” deme aptallığına düşeceğimizi kimse beklememelidir? Kürtlerin topraklarında (yani zorla parçalanmış olan Kürdistan’ın Türkiye’deki parçasında) Kürt anaların dengbej’lerinde, ağıtlarında, masallarında Kürtçe vardı zaten. Gerillanın öfkesi de Kürtçe idi. Ama birlikte yaşamaya karar verilen ülke egemenlerinin tanımıyla, bilinmeyen ve yasaklı bir dil olarak bırakılmakta ısrar edildi. Kürtçe, devletin yasaklarına rağmen, anaların zılgıtlarıyla, gerillanın kanıyla, KCK tutuklularının tutukluluk halinin devamına rağmen „anadilde savunma” için sürdürdükleri onurlu direnişle toplumsal meşruiyet kazandı. Yavuz genetikli Kemalist bir devletin lütfuyla sunulan sözde birkaç „özgürlük” ile yetinmeyi istemek, akıllarla dalga geçmekten başka bir anlama sahip olamaz.
***
Şimdi ne olacak? Elbette buna başta Kürt halkı olmak üzere, ezilenlerin, inkar edilenlerin, dıştalananların özgür ve özgürlükçü iradesi karar verecektir.
Peki ben? Ben ne karar vereceğim? Ben de elbette kendi payıma kavgamı sürdürmekte devam ettireceğim. Ya onlarla birlikte özgür olurum, ya da…
Ama’lı açıklamalarda olduğu gibi, ‘ya da’lı soruların sakladığı gerçekçi yanıtlar da ürkütüyor beni. Çocukluk hayallerini terk etmenin yaşama küsmek olduğunu biliyorum. Diğer halklar özgür olmadan özgür olamayacağımı da.
„Kendi düşen ağlamaz” demek kolaycılıktır. Çünkü ben, Türklük ya da erkeklik gibi egemenlik tanımlı bütün kimliklerimin aslında beynimi bağlayana bir zincir olduğunu biliyorum. Bu zincirleri kırmak için yürünmelidir. Fırat’ın Batısında da insan var demek için, terk etmesin sevdamız bizi, insana dair olan, insanca umutlarımızı. Bedelini ödemeye hazırım.