MURAT ÇAKIR |31-08-2013 | Kapitalist dünyanın merkez ülkelerindeki insanların televizyon başında film seyreder gibi, Suriye’deki iç savaşı, Ortadoğu’da her gün yok edilen binlerce yaşamı, felaketleri ve trajedileri kayıtsızca izledikleri; “kahrolsun emperyalizm” diye bağırmayı siyaset yapmak sanan, ama kapısının önündeki çöp tenekesinin rengini dahi belirleyebilecek siyasi etkinlikten uzak olanların “savaş karşıtlığını” salt 1 Eylül geldiğinde hatırladıkları bugünlerde, savaş stratejileri ve nedenleri üzerine yazmaya insanın eli varmıyor doğrusu.
Sorunların böylesine çetrefil, çözüm arayışlarının bu denli ivedi ihtiyaç olduğu zamanlarda yürütülen tartışmalar, karanlıkta yol gösteren fener olma görevini üstlenmelidirler. Böylesi anlamlı bir tartışmayı gazetemiz yazarlarından Delil Karakoçan yürütüyor. “Bölge’de artan kanlı olaylar ve nedenleri” başlıklı yazıları, ilk bakışta legal Kürt siyasetine yönelik bir uyarı gibi görünse de, aslında muhalif dinamiklerin yozlaşmalarına, hatta tarihsel sosyalizm denemelerinin, sınıf ve özgürlük hareketlerinin yenilgisine yol açan “iktidar ilişkilerinin” bir eleştirisidir.
Karakoçan’ın tespitlerini burada tekrarlamaya gerek yok. Ezilenlerin ve sömürülenlerin perspektifinden bakanların bu tespit ve uyarılara katılmaması olanaksız. Peki, o zaman yapılması gereken nedir? Boynuna kravatı takıp, yasal siyaset olanakları ve uzlaşılarla dönüşümün gerçekleşeceğini zanneden, partinin veya belediyenin makam odalarında kendi küçük iktidarlarını kuranlara çağrıda bulunmak yeterli midir? Yoksa, sınıfsal ayrışmayı teşvik edip, güç ilişkileri temelinde, katılımcı ve toplumsal demokrasi hedefiyle ittifakları yeniden kurmak mı daha hayırlısı olacaktır?
Karakoçan’ın işaret ettiği sorunlar, hiçbir “ulusun” hiçbir zaman “imtiyazsız, sınıfsız, zümresiz bir kütle” olamayacağını kanıtlamaktadır. Sınıfsal çıkarlar her zaman var olacaklardır. O açıdan asıl söz konusu olan demokratik mücadele ve bu mücadelenin sınıfsal özüdür.
Daha önce verdiğimiz bir örnekle devam edelim. Kitlesel Kürt hareketi özelinde kalırsak, en temel sorunlardan birisinin siyasi karar mekanizmalarına katılımın nasıl sağlanacağı ve katılımcı, özerk, insanların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesine olanak sağlayan bir demokrasinin nasıl kökleştirilebileceği olduğunu söyleyebiliriz. Basite indirgersek: Gever köylerinden birisinde yaşayan bir yoksul Kürt kadını ile toprak, nüfuz veya makam sahibi, iyi gelirli bir Kürt erkeğinin legal Kürt siyasetinin karar mekanizmalarına eşit katılımı nasıl sağlanacaktır? Temel soru budur, çünkü bu eşit katılım sağlanamadığı takdirde ne kanlı olaylar engellenebilecektir, ne de dikey ilişkiler.
Kürdistan’daki kapitalistleşme süreci tüm hızıyla geleneksel toplumsal ilişkileri alt-üst ederek, ama patriarkal, feodal ilişkileri de her gün yeniden üreterek devam etmektedir. Burjuva hukuku ile geleneksel-gerici “hukuk” yan yana varolurlarken, sınıf çelişkileri daha da keskinleşmekte ve bir yönüyle bu çelişkilerin üstünü örten bir egemenlik aracı olarak Kürt sorununun “çözüm süreci” ile bu vasfını kısmen kaybetmesiyle, iktidar ve mülkiyet ilişkileri daha da belirginleşmektedir. Mülkiyet anlaşmazlıkları, genellikle bu anlaşmazlıklara dayanan kan davaları, töre cinayetleri ve sosyal dokudaki kırılmalar bu gelişmenin, daha doğrusu gerici toplumsal dönüşümün göstergeleridirler. İktidarlaşmanın kolaycılığı ile siyaset üretmeye çalışan yapılar ve bireyler ise bunu engelleyemezler, aksine bu gerici dönüşümü yeniden üreten özneler haline gelirler.
Kurulan küçük iktidarlar amacı araca, aracı da amaca dönüştürürler. Araç, amaç olunca da, her şey “mubah” olur, esas yerine tali olan öne çıkar.
Kitlesel Kürt hareketinin en önemli özelliklerinden birisi, ezilen bir halkı yaşlısı ve genci, kadını ve erkeği ile politize edişidir. Ancak bugün bu politizasyon, sınıfsal özü muğlak bir “ulus” anlayışına kanalize edilerek etkisizleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Halk kitleleri ile kurulan dikey ilişkiler de bunun sorumlusudur.
Bölgedeki kanlı olaylar nedeniyle hiç kimsenin suçu başka yerde arama lüksü yoktur. Devrimin en başta toplumu değiştirme ve dönüştürme süreci olduğunu ve özgürleşme anlamına geldiğini görmeyip, kendilerini iktidarlaşmanın kolaycılığına kaptıranlar, belki günün birinde bir “ulus devlet” kurup başına geçebilirler, ama köle olmaktan kurtulamazlar.