Anasayfa , Köşe Yazıları , Bir Ergenekon Hikayesi: Egemen Sınıflar Arası Savaş (3)

Bir Ergenekon Hikayesi: Egemen Sınıflar Arası Savaş (3)

YUSUF KÖSE | 29 – 04 – 2010 | AKP’nin Kürtlere, İşçi Ve Emekçilere Kapalı, Sermayeye Açık  “Açılımları”

“Kürt Sorunu” Türk egemen sınıflarını uzun bir süredir rahatsız eden konuların başında gelmektedir. Türk sermaye kesimleri, 1990’ların ikinci yarısından itibaren bu sorunu şu veya bu şekilde çözmek istiyordu. Bu konuda da bugün olduğu gibi, o zaman da egemen sınıflar içinde bir çelişki vardı. TÜSİAD’ın önemli bir kesimi Kürt sorunun çözülmesinden yana tavır alırken, Türk Ordusu ve bazı milliyetçi-ırkçı kesimler ise, silahla basıtırlmaya devam edilmesini istiyorlardı. Bu sorunun çözülmesini isteyen, bu konuda akademisyenlere “raporlar” hazırlatan TÜSİAD’da  silahla bastırılmasından “yana tavır” almasına karşın, gelinen aşamada bunun kendilerine –ekonomik, siyasal ve daha bir çok açıdan – daha pahalıya mal olduğunu gördüler. Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadelesinin uzaması, kopmayı da beraberinde getireceğinin sinyallerini alınca ve aynı zamanda Avrupa ve ABD tekelci burjuvazisinin eğilimleri ve telkinleri de “kültürel haklar verin kurtulun” olunca, TÜSİAD, “acil çözüm” raporları çıkartmaya başladı. Anımsanacağı gibi, S. Sabancı, söz konusu raporu savununca, Türkeş’in buna verdiği karşılık “çizmeyi aşmasın” olmuştu. Bugün Türkeş’in MHP’si aynı çizgisini korurken, buna CHP’de eklemnerek, ırkçı-faşist çizgide güçlü bir kora oluşturdular. Bu faşist odaklar, Kürt ulusu üzerindeki baskıların artırılmasını hararetli bir şekilde desteklemeye devam ediyorlar.

İsmi bir çok defa değişerek en sonunda “Milli birlik ve beraberlik açılımı”na dönüşen AKP’nin “Kürt Açılımı”, gelinen aşamada burjuvaziden beklenenin ötesine gidemedi. Yukarıda kısa tarihçesine değindiğimiz Türk egemen sınıfların “Kürt Açılımı” yaklaşımlarında bir değişiklik sözkonusu değil. AKP’nin dillendirdiği ya da dillendirmeye çalıştığı içi boş “açılım”ın da yeni bir şey olmadığı, 1990’ların ikinci yarısından beri tartışıla gelen bir durumdur. AKP’nin “yapmak istiyor gibi” gözüktüğü konu, gerçekten Kürt Sorunu’nu çözmek değil, Kürt Ulusal Hareketi’ni –yani, PKK’yı- tasfiye ve elimine etmektir. AKP şefi T. Erdoğan’ın, Kürt sorunu konusunda ileri sürdüğü argümanlarda ileriye dönük bir şey olmadığı gibi, “Tek vatan, tek bayrak, tek dil” ırkçı söylemleri daha gür bir şekilde tekrarlama sınırının ötesine geçemiyor. Bir bütün olarak Türk egemen sınıflarının “Kürt Sorunu Çözümü” politikası, yukarıda da belirttiğim gibi esasta Kürtçenin serbest bırakılmasıyla sınırlıdır. Okullarda Kürtçe eğitim bunların “çözüm” proğramında yoktur. Türk egemen sınıfların Kürt sorunu konusundaki  şimdiki taktiği; sorunu yatıştırmak, pasifize etmek ve ulusal radikal hareketi kontrol altına alıp evcilleştirerek, asimilasyon politikasını devam ettirmektir.

AKP’nin dini kullanarak Kürt sorununu “din kardeşliği” içinde eritme taktiği olmasına karşın, bir ulusal sorunun bir “din kardeşliği” sınırları içine sığması söz konusu bile olamaz. Bu, ulusların ekonomik, siyasal ve sosyal varoluş tarihsel –yahudiliği saymazsak- gerçekliğine bütünüyle terstir. Bu, bütün ulusların tam hak eşitliği ve halkların kardeşliği temelinde olur ki, bu da ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşebilir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, proleterya önderliğinde demokratik halk devrimi ya da sosyalist devrimle gerçekleşebilir.

Türkiye’de Kürt ulusal sorunun çözümünü Türk egemen sınıflarından beklemek yanıltıcıdır. Onlar çözmez, daha karmaşık ve kanlı bir hale getirirler.

Kürt ulusuna yönelik sistemli baskı ve katliamlar ve hatta “açılımların” konuşulduğu bir ortamda DTP’ne yapılan baskılar ve peşinden kapatmalar, yine BDP’ye yapılan baskılar ve yoğun tutuklamalar AKP’nin ve Türk egemen sınıfların Kürt ulusal sorununu “çözüm”den neyi kastetiklerini ortaya koymaya yetmektedir. Baskı uygula, sindir ve sustur. Gerisi propagandif burjuva argümanlarından başka bir şey değildir.

Sanatçılarla yapılan “açılım” toplantıları da, T. Erdoğan’ın faşist yüzünü gizleme, siyasal olarak da liberal gözükme gayretleridir. Ekonomide neoliberal olan, emperyalist tekellerin bir dediğini ikiletmeyen birisinin “liberal demokrat” olması olası değildir. Türk ordusunun generallerine karşı, kitleler içinde güç toplama “açılımları” ve seçim yatırımları olarak değerlendirmek en doğru olanıdır.

Buraya eklemek de yarar var. Son genel seçimlerde AKP’ye karşı olan bütün ırkçı-faşist düzen partileri ve Ordu, Kürdistan’da PKK’nın yasal temsilcilerine karşı dinci AKP’yi desteklemişlerdir. Birbirini boğazlamaya çalışan dinci ve Kemalist Türk egemen sınıfları, Kürt ulusal mücadelesinin bastırılmasında rahatlıkla “kardeş” olabiliyorlar. Bu kesimlerin birlikte olduğu başat  yanların birincisi; işçi ve emekçi düşmanlığında, ikincisi ise; ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmede…

AKP, Kemalist bir parti değildir, ama, Kürt ulusal sorununda, kısmi tavizlerle Kemalist politikayı devam ettirmek istiyor. Sözün özü, AKP’nin de bu konuda retoriği öncelleriden farklı değildir.

Kemalist Türk devletinin “demokrasi” tarihine bakıldığında, “kara kitabı” oldukça kabarıktır. AKP’nin hükümete geldiğinden bu yana da “demokrasi” konusunda “kara kitabı” öncellerinden hiçte farklı değil ve farklı bir pratik sergilememiştir.

AKP Ve Ordu Arasındaki Çatışmada Devrimcilerin Tavrı Nasıl Olmalı?

Komprador tekelci burjuva klikleri arasında ki çıkar savaşında devrimcilerin “taraf” olması söz konusu olamaz. Bu çıkar dalaşı işçi ve emekçilerin lehine bir sonuç yaratmayacaksa, bu dalaşta yer alamaları doğru bir yöntem olamaz. İşçi sınıfının kendi dünya görüşü vardır ve kendi sınıf çıkaraları doğrultusunda taktik belirler. Ancak o, egemen sınıflar arası mücadeleyi daha da keskinleştirici bir yöntem izleyerek, bu kavgada, işçi ve emekçiler lehine yararlanamaya çalışır. Her iki burjuva kanadın amaçlarını kavaga nedenlerini ortaya koyarak, onların kendi çıkaraları doğrultusunda kitleleri etkilemelerini, burjuva egemen çevrelerin çıkarlarının yanında yer alamalarını önlemeye çalışır.

Bazı eski “sol”cular, kimi revizyonist ve reformist kesimler, bu it dalaşında “AKP’nin yanında yer alınmalı ve desteklenmeli” diye bir sonuç çıkarıyorlar. İki egemen klik arasındaki savaşımda, bir klik diğer kliğe karşı “demokratik” bir mücadele yürütmediği gibi, birbiri arasında da nitelik farkı yoktur. Görünüşte AKP, “demokrasi” mücadelesi yürütüyor gibi gözüküyor. Ancak, AKP, gelmiş geçmiş burjuva kanatlar içinde “en” ABD’ci olduğu gibi, aynı zamanda işçi ve emekçi düşmanı bir siyasi akımdır.

Ordu’nun dokunulmazlığına dokunulması, prestijinin sarsılması, generallerin yargılanması olumlu bir gelişme. Devrimciler bütün darbecilerin, devrimci katillerinin, halk düşmanlarının yargılanmasını istemeli ve bu yönde propaganda yapılmalı. Bu yetmez, “Faili meçhul cinayetler” olarak bilinen cinayeti işleyen asker, sivil, polis vb. görevlilerin açığa çıkarılması ve yargılanmasını istemelidir.

Halk içinde güçlü bir etkinliği olan ordunun teşhir olması, gözden düşmesi, katilliğinin kısmen de olsa sorgulanması vb. halkın lehinedir. Egemen sınıflar arası dalaşta, istemeselerde onlar birbirilerinin kirli çıkınlarını ortaya dökmek zorunda kalıyorlar. Bu da, onların teşhiri açısından devrimcilerin lehine oluyor.

Ancak, AKP kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiği için, kendini siyasal olarak güçlendirici hareket ediyor ve edecektir. Bu parti, yukarıda da vurgulandığı gibi demokrat değil, dinci -faşist halk düşmanı ve emperyalist tekelci burjuvazinin hizmetinde olan bir partidir. Bu parti, burjuva anlamda dahi “demokrasi” getiremez. İçerde güçlendikçe faşist baskı yasalarını daha da artırıcı bir yol izleyecektir.

AKP’yi salt özelleştirmeyi daha fazla yapan bir parti olarak değerlendirip, ona göre emperyalist yanlısı olduğu kararına varmak yanlış. AKP değil de,  örneğin CHP tekbaşına iktidar’da olsaydı, özelleştirme açısından tablo değişmeyecekti. Bütün egemen sınıf kesimleri özelleştirmeyi hararetli bir şekilde istiyor ve destekliyor. Ayrıca, yerli işbirlikçi sermaye kesiminin emperyalist tekeller karşısında “millici” olmaları düşünülemez. Bunlar açısından sorun “millicilik” değil, sömürüden pay alma, egemenlik alanlarını pekiştirme ve geliştirmedir.

Devrimcilerin sınıf savaşımda kendi tarafları vardır ve o tarafta yerlerini almaya devam etmelidirler. Liberal “aydınlarımızın”, sermaye kesimleri arasındaki savaşımı “ilerici” göstermeleri, onların şimdilik iktidara tam egemen olmamış sermaye kesimi tarafında yer aldıklarından kaynaklanıyor. Tekelci burjuvalar arası kavganın gerçek içeriğini, işçi ve emekçilerin sömürülmesinden daha fazla pay alma savaşımı olduğunu gizlemeye çalışan bu kesime liberal de olsa “aydın” demek biraz lüks kaçıyor.

Kısaca özetlersek:

Bu dalaşta tarafların temel özellikleri: Sermayeyi ve üretim araçlarını elinde bulunduran, son yılların popüler söylemiyle; “beyaz laikler ve beyaz dindarlar”. Az çok eğitim görmüş ve eğitimli kentliler, “laik” yaşama gölge düşürüleceğinden endişe ettikleri için, AKP’ye karşı Ordunun yanında yer alırken, diğer tarafın yedeğinde ise, yoksul ama “dindarım” diyen kesimler.

İktidar kavgası veren sermaye kesimleri, birbirilerine karşı daha güçlü olmak için, yedeklerini güçlendirmeye, daha doğrusu ezilen milyonları da yanlarına çekmek için yoğun bir propaganda ve taktik savaşımı veriyorlar. Oysa, bu egemen kesimlerin gerçek derdi, ne “tesettür” ne de laiklik”. Varsa yoksa devlet iktidarını ele geçirerek sömürüden daha fazla pay alma savaşımıdır. Bu savaşta onlar açısından her yol mübahtır. Yargı, bürokrasi, basın önemli saç ayaklarıdır. “Anayasa değişikliği” hikayesi de, yeni palazlanan sermaye gücünün, diğerine karşı iktidarını sağlamlaştırma çabalarıdır.

Kısacası sorunun özü budur. Gerisi teferruattır. Kitlelere bunlar anlatılmalı ve açıklanmalıdır.