FİKRET BAŞKAYA | 29 – 04 – 2010 | Burjuva egemenlik sisteminde, gerçeğin anlaşılmasını sağlaması gereken bilgiler parçalanmış durumdadır. İnsanların bilinci bu parçalanmışlığın sonucunda oluşuyor. Yüksek düzeyde eğitimden [üniversite] geçip ‘uzmanlaşan’ kişi, realitenin küçük bir parçasına odaklanıyor.
Ağacı görür de ormanı görmez… Hiçbir zaman bütünle parça arasında bağ kuramaz, sadece kendi ilgi alanına dair bilgi sahibidir. Aslında çelişik ve şaşırtıcı gelse de uzmanlık arttıkça cehâlet katsayısı da yükselir… Eğitim sistemi, eğitimden geçmiş olanların resmin bütününü görmesini, şeylerin gerçeğine nüfûz etmesini engelleyecek biçimde kurgulanmış durumdadır ve bu bir tesadüf değildir. Eğitim sistemi eğitilmiş olan diplomalıların sınıf değiştirmesini sağlar. Bu yüzden her toplumda ve her tarihsel dönemde belirli seviyenin üstünde eğitimden geçmiş olanlar daima toplum çoğunluğuna göre ayrıcalıklı bir statüye sahiptirler. Fakat şeylerin doğasında mündemiç çelişki, eğitilmiş kesim için de geçerlidir. Eğitim süreci eğitilmiş olanı bazı bilgilerle donatıp ‘uzmanlaştırırken’, aynı zamanda onu üretici işe yabancılaştırıp- ‘kötürümleştirir’ ve artık elinden başka hiç bir iş gelmez. Bu yüzden bürokraside görev alanlar manipülasyona açıktır. Üstlerin astlara her istediklerini yaptırabilmeleri, bu ‘kötürümleşmişlik’ durumuyla açıklanabilir.
XIX. yüzyılda sanayi kapitalizmiyle birlikte, işçiler proleterleştirildi. Ekseri sanıldığı gibi, proleter işçinin özdeşi değildir. Proleter demek düşünme-tasarlama-bilme-yapma yeteneğinden mahrum olmak anlamındadır. Kişi, yoksul olduğu için proleter değildir, proleter olduğu için yoksuldur. Başka türlü ifade edersek, yoksullaşma proleterleşmenin doğal sonucudur. Sanayi kapitalizmi koşullarında işçinin düşünme-tasarlama-bilme-yapma yeteneği makinaya aktarılmıştır. Ve o aşamadan sonra her işçi diğerinin benzeri ve biri diğerinin yerini alabilir, ona rakip olabilir durumdadır. Aynı bir makinanın bir diğerinin yerine kullanılması gibi… Bizde Arapça amale, âmil kelimesinden türemedir emeli olan, isteyen anlamındadır. Dolayısıyla işi yapanın istek ve iradesine gönderme yapar. Proleter vasıfsızdır, artık kendi isteğiyle bir şey yapma yeteneğinden yoksundur. Birey olarak değersizleşmiş durumdadır.
XX. Yüzyılda, özellikle de yüzyılın son çeyreğinde, proleterleşmede bir eşik daha aşıldı: Bu, proleterleşmenin genelleşmesiydi. Fransız filozofu Bernard Seigler’in isabetli bir şekilde tüketicinin proleterleşmesi dediği işte budur. Zira herkes tüketicidir. İnsanlar kendilerine dair hiçbir şey düşünemez, tasarlayamaz, yapamaz duruma geliyorlar. İnsanların yaşam alanı bir bakıma uzmanlar tarafından kuşatılmış durumda. Bir otelde kahvaltı salonunda bana eşlik eden kişi, masaya oturduğumuzda, “ceviz de alsaydın, çok faydalıymış’ demişti. “Faydalı olmasa insanlar bin yıllardır neden yesinler, bunu söylemenin ne anlamı var?” dediğimde “uzman öyle diyor” karşılığını vermişti… Şimdilerde egemenler cephesinin iki unsuru olan politikacılarla uzmanlar arasında sıkı bir ittifak kurulmuş durumda. O kadar ki, nerdeyse “tüm iktidar uzmanlara” denecektir. Kapitalizm öncesi dönemde rahipler, din alimleri, bizde ulema, halka gerçek Tanrının ne olduğunu, gerçek îmânın ne olduğunu, ne olması gerektiğini, Tanrı’ya giden yolun nereden geçtiğini “bilirler” ve söylerlerdi. Sıradan insanların bu konuda fikir beyan etmesi söz konusu bile değildi. Şimdilerde kapitalizmin ürettiği teknik, dinin yerini aldı ve artık eskide olduğu gibi erişilmez değil ama bu işi ancak uzmanlar yapabiliyor… Her şeyin sırrını çözecek ‘sihirli anahtar’ artık uzmanların elinde… Her şey metalaşıyor, teknikleşiyor ve olup bitenlerin ne anlama geldiğini sadece ‘konunun uzmanları’ biliyor. Mesela ‘uzman’ iktisat profesörü piyasanın neden tüm sorunların çözüm yeri olduğunu, hangi ekonomik politikanın neden uygulanması gerektiğini bilir. Zira piyasa rasyonelliğin, nesnelliğin… bilimselliğin timsâlidir. Eğitim, sağlık, sosyal, güvenlik, vb… hizmetlerinin neden özelleştirilmesi gerektiğini, neden parayla alınır-satılır birer metaya dönüştürülmesi ‘gerektiği’nde bilir, zira söz konusu olan bir ‘uzmanlık işidir’… İflas eden bankaların neden kurtarılması gerektiği, ama iflas eden küçük esnafın, mülksüzleşip toprağından atılan köylünün neden desteklenmemesi gerektiğini, neden bu sorunu piyasa ekonomisinin ‘şaşmaz yasalarına’ bırakmak gerektiğini, böyle yapmanın neden iktisat biliminin ve piyasa ekonomisinin ‘gereği’, dolayısıyla zorunlu olduğunu da bilir elbette. O gerçeğin tapusuna sahiptir ve meta mabedinin bekçisidir. Mesela devletin tarım sektörünü desteklemesinin ne kadar kötü bir şey olduğunu, ama sanayiciyi ve ihracatçıyı desteklemesinin neden gerekli olduğunu bilen de odur. Tarım sektörünün desteklenmesi ‘piyasa ekonomisinin’ işleyişini bozar, dengeleri alt-üst eder, enflasyonu azdırır, ‘kara deliği büyütür’… Oysa, bütçeyi ve hazineyi hortumlayan banka patronlarının kurtarılması ‘ekonomi biliminin’ bir gereğidir… Güzelim mis kokulu muzun yetiştiği kendi toprağı üzerine beş yıldızlı oteller dikilmesi, ikinci konutlar [yazlık] yapılması ve muzun orta ve güney Amerika’dan ithal edilmesi piyasa ekonomisinin bir gereğidir. Bu saçmalığa karşı çıkmak bilime, teknolojiye, piyasa ekonomisinin ‘şaşmaz’ yasalarına karşı çıkmaktır, gericiliktir, uygarlık düşmanlığıdır, piyasa Tanrısına itaatsizliktir, zındıklık değilse dinazorluktur… Eğer itiraz ederseniz bu haddinizi aştığınız anlamına gelir ki, uzman olmadığınız bir konuda fikir beyan ederek, uzmanın uzmanlık alanına tecavüz etmiş olursunuz… Eğer toplumun bu gününe ve geleceğine dair tüm hayatî kararlar kapitalist patronların ve politikacıların hizmetindeki uzmanlar, tarafından alınıyorsa, rotayı onlar belirliyorsa, neyin iyi, neyin kötü, neyin gerekli, neyin gereksiz olduğuna uzmanlar karar veriyorsa, yurttaş denilen bunun neresindedir? O zaman siyasi partiler, seçimler, parlamenterler, vb. ne gibi bir kıymet-i harbiyeye sahiptir ve böylesi koşullarda demokrasiden bu kadar çok söz edilmesi abesle iştigal etmek değil midir?
O halde her şey sarpa sararken, araç duvara çarpmak üzereyken, bütün göstergeler kararmaya devam ederken, egemenler cephesinin hareket alanının hâlâ bu kadar geniş oluşu ve bu kadar kolay yönetebiliyor oluşu nasıl açıklanacak? Bu sorunun cevabı ‘tüketicinin proleterleşmesi’ kavramından hareketle verilebilir. Kapitalist metalaşma, paralılaşma, teknikleşme, tüketimin yaşamın yegâne ereği mertebesine yükseltilmesi, insanların giderek insâni değerlere daha çok yabancılaşması [zira yaşam yiyip-içmeye – bu arada asgari düzeyde yiyip-içemeyen milyonların varlığını da unutmayarak, zira kapitalizmde bu başka türlü olmazdı- mal mülk sahibi olmaya, daha çok tüketime indirgenmiş durumdadır], uzmanların tahakkümü ve reklamların baskısı, insanların düşünme, muhâkeme yapma, karşı çıkma, karşı proje oluşturma, itiraz etme, şeyleri asıl olması gereken zeminde tartışabilme yeteneğini dumura uğratıyor. Velhasıl tüketici, kavramın asıl anlamında proleterleşiyor. Bunu insanların beyinsizleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz. Elbette bu kafalarının içinde beyin olmadığı anlamında değil ama artık pek kullanmadıkları bir beyin olduğu kesin… Zira insanları uzmanların ve reklâmcıların yönetmesi demek, düşünme yeteneklerini onlara devrettikleri, uzmanlar lehine düşünmekten vazgeçtikleri anlamına gelecektir. İnsanın düşünemez, tasarlayamaz, yapamaz, edemez duruma gelmesi, ürkütücü ve kaygı verici değil mi? Bu durumun sanki insanlığın normal haliymiş gibi algılanması, tartışma konusu yapılmaması, daha da vahimi bunun bir ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘muasır medeniyet seviyesini yaklaşma’, vb… olarak sunulması da rahatsız edici değil mi?
Buraya kadar söylediklerimizden uzmanların sadece kamusal alana dair sorunlarla [politika, ekonomi]ilgili karar verdikleri gibi bir anlam çıkarmak doğru olmaz. İnsanların tüm özel yaşamı ve insan varlığının tüm veçheleri de artık uzmanlar tarafından belirlenmekte, yönlendirilmekte ve yönetilmektedir. Mesela uzman “günde kaç litre su içilmesi gerektiğini biliyor ve öneriyor… kahvaltıda nelerin ne kadar yenmesi gerektiğin de… İnsanın ne zaman ne kadar su içmesi gerektiği neden bir uzmanlık konusu olsun. İnsan susadığında kanıncaya kadar su içer ve bunun için uzmanın uzmanlığına gerek duymaz ve duyması abestir… Beslenme uzmanı da nelerden ne kadar nasıl yenmesi gerektiğini söylüyor… işte günde şundan şu kadar ötekinden şu kadar ve şu zamanda… Böylece yeme-içme alışkanlığı standartlaştırılıyor. Bu durumun neden olduğu sayısız kötülükleri burada zikretmemiz gerekmiyor… Ve bu işin arkasında da gıda üreticisi ve pazarlayıcısı büyük kapitalist tekeller var. Kadın doğurduğu çocuğu uzmana başvurmadan büyütemiyor, çocuğuna bakmasını bilmiyor. Babanın çocuğuyla ilgilenmeye vakti yok. Çocuk yalnızlıktan, tecrit olmuşluktan, iletişimsizlikten kaynaklanan nedenlerden sorunlu hale gelince bir uzman psikologa başvuruluyor… Oysa çocukla gerektiği gibi ilgilenilse, ana-baba analığı-babalığı bilse, uzmana iş kalmazdı. Babanın-annenin çocukla ilgilenmeye vakti yok, zira çok çalışması, çok kazanması, çok harcaması gerekiyor. Kapitalist mantık onu daha çok tüketmeye zorluyor ve çocuğun odası dağ gibi oyuncaklarla dolu… Oyuncak üreten kapitalistin daha çok kâr etmesi için çocuğun odasının oyuncakla dolması gerekiyor. Sadece çocuk değil, hasta ve düşkün anne- babayla da ilgilenmeye vakitleri yok… Mümkünse huzur evine yollamayı ya da bakıcı tutmayı yeğliyor… Her iki halde de ana-babalar bir ‘fazlalık’ ya da ‘yük’ olarak görülüyor. Merak etmeyin böylece GSMH artıyor… GSMH arttığı sürece gerisi önemli değildir… İnsanlar evlerindeki onca şeyin nasıl kullanıldığını bilmiyor, kullandıkları şeylere yabancılaşmış durumdalar. Giderek her şey otomatize olup-mekanikleşiyor. Bu çılgınlığın son aşaması sürücü gerektirmeyen otomobil… Velhasıl insan beyni giderek kullanım dışı kalıyor…
Çiftçinin hangi tohumu kullanacağına, ne kadar kimyasal gübre, ne kadar zehir atacağına bu işin uzmanı karar veriyor. Bir bakıma çiftçi, tohum, kimyasal gübre, pestisit, herbisit üreticisi çokuluslu tarım-sanayi baronlarının esiri… Artık toprağı nasıl işleyeceğini bilmiyor ve giderek kavramın gerçek anlamında proleterleşip, kelimenin bilinen anlamında çiftçi-köylü olmaktan çıkıyor. Çokuluslu şirketin çıkarı her seferinde toprağa daha çok zehir atılmasını gerektiriyor ve her seferinde daha çok zehir atılan toprak ölüyor ve bu durum ‘uzmanlar’ tarafından bir ‘kalkınma’ başarısı olarak sunuluyor. Kimse toprağın kirlenmesinin neden suyun ve havanın kirlenmesinden daha vahim olduğunu tartışma konusu yapmaya yanaşmıyor. Zira o alan çokuluslu tekellerin ve onların beslemesi olan ‘uzmanların’ korunmuş alanıdır çünkü… Sendikalarda işçilerin ücretinin ne kadar artırılması gerektiğini bilen ‘toplu sözleşme uzmanları’ var. İşçi ücretlerinin düzeyi bir uzmanlık alanı mıdır? Sendikada uzmanın işi ne? İşçiler, şu kadar ücret istiyoruz diyecek durumda değil mi? Ücret artışı talep etmek için bir aracıya, “bu işin uzmanına mı” ihtiyaçları var? Aslında uzman sendika bürokrasinin hizmetinde ve sendika bürokrasisi de kaçınılmaz olarak sermaye ve devletin hizmetinde olduğuna göre, toplu sözleşme uzmanının da neyin hizmetinde olduğu açıktır.
Televizyonlarda uzmanlar ve medyatik aydınlar tartışma programlarına davet ediliyor ve onlara ‘konunun uzmanı’ deniyor. Bazıları her konunun uzmanı olacak ki, tartışılan sorun ne olursa olsun mutlaka ekranda. Onlar her şeyi bilen, her konuda söyleyecek sözü olan yetenekli ve birikimli insanlar, bu yüzden uzmanın en gelişmiş türü sayılmaları gerekir… Televizyonun yegâne amacı ve varlık nedeni kâr etmek ve kârı büyütmekken, uzman ve medyatik aydın neye yarıyor dersiniz? İki şeye yaradıklarını söyleyebiliriz: Birincisi, sorunun tartışıldığı izlenimini ve yanılsamasını yaratmak; ikincisi, uzmanın ve medyatik aydının ününü kullanarak daha çok reklam almak. Elbette reklamlarda ünlenip tartışma programlarına çıkanları da var… Zaten tartışmalar ‘kısa bir reklam’ arasına sıkıştırılıyor. Fakat, televizyon programcısı bir uzman davet ettiğinde güya muhalifini de davet ediyor… Böylece ‘farklı’ görüşleri karşı-karşıya getiriyor… Aslında uzmanın karşıtının da son tahlilde bir uzman olduğu gözden kaçıyor. Başka türlü ifade edersek, aynı paradigma dahilindeki iki uzman sayesinde, sanki farklı şeyler söyleniyor, savunuluyor izlenimi yaratılarak, insanlar aldatılıyor. Bir televizyon programcısı akıl edip mesela reklâmlarla ilgili bir tartışma programı yapsa, reklâmın nasıl bir kepazelik olduğunu savunan birini de davet edebilir mi? Geçerli paradigmaya gerçekten muhalif olan birini çağırmasına izin verilir mi? İzin verilmez zira muhalif zaten uzman sayılmaz, kimin uzman sayılacağı ‘başka’ kriterlere göre belirlenmektedir. Böyle bir şeye cesaret ve cüret etmek, televizyonun varlık nedenine bir saldırı sayılacağı için, programcının öyle bir şeye cüret etmesine asla izin verilmez, ama cüret ederse işinden olması ihtimal dışı değildir. Sonra da her şeyin serbestçe tartışıldığı safsatası…
Kapitalist mantık geçerli olmaya devam ettikçe ve her ileri aşamada, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmazdır. Zira, yegane ereği ve varlık nedeni kâr etmek olan meta uygarlığının, insanı insanlıktan çıkarmadan yol alması mümkün değildir… O halde iki şey: Birincisi kapitalizmin insanlığın ‘normal hali’ olamayacağının bilincine varmak; ikincisi de, bu durumun normal, gerekli, zorunlu, alternatifsiz, insanlığın yegâne ufku olduğu görüşünü geçerli bilinç haline getirmenin hizmetindeki “konunun uzmanlarından” uzak durmak. Elbette bu, iktidar ilişkilerinin ve onun gerisindeki mülkiyet ilişkilerinin hafife alındığı anlamına gelmemelidir…