Prof. Dr. GAZİ ÇAĞLAR | 21 – 11 – 2010 | Emeğin kurtuluşu perspektifinin, insancıl bir emek kavramının, bu kadar az savunulduğu, aydınlar tarafından bu kadar yalnız bırakıldığı bir döneme modern tarihte rastlanılmaz. Sanayi ve hizmet sektöründeki emeğin örgütlenmesi, emeğin kalitesini iyileştirmeye yönelik tüm denemeleri boşluğa düşürmüş gibidir.
Giderek büyüyen bir nüfus, fiziki varlığını sürdürebilmek adına sırf çalışma şansına sahip olabilmek için sabah akşam mücadele etmektedir, yine sayıları giderek büyümekte olan bir emekçi kitlesi “esnekleştirilmiş”, her türlü hukuksal korunmadan yoksun çalışma koşullarına hapsolmuştur. Ayrıca büyükçe bir kesim eskiden değer gören güvenli işyerlerinin meslek olmaktan çıkmasına tanık olmaktadır. Robert Castel’e göre, kapitalizmin metropollerinde bile ücretli emeğin sosyal devlet tarafından kısmi güvence altına alındığı tarihsel koşullardan hızla uzaklaşılmakta, taşeron işçilik, part-time emekçilik, ev işi gibi toplumsal açıdan korumasız emek alanları alabildiğine yayılmaktadır.
Emeğin objektif örgütlenmesindeki bu eğilim, entellektüel ve bilimsel çabaların dikkat alanlarında teorik bir kaymayla paralel yaşanmaktadır. Daha önceleri emeğin kurtuluşu perspektifine sarılan aydın ve bilim insanlarının önemli bir kesimi, iş dünyasına sırtlarını dönmüşler, üretimden uzak başka konularla uğraşmaya başlamışlardır. “Eleştirel” olduklarını iddia edenler bile, siyasi entegrasyon, kültürel kimlik ve vatandaşlık hakları gibi konuları bilimsel dikkatlerinin merkezine oturtmuşlardır. Kapitalist endüstriyelleşmenin çoçuğu olan sosyoloji dahi, kendi ana bilim alanından uzaklaşıp artan ölçüde kültürel transformasyon ve kimlik sorunlarına yönelmiştir. Emeğin kurtuluşu perspektifinin yerine kültürelizm geçmiştir.
Entellektüel dünyada gözlemlenen emek dünyasından kaçış eğilimi, halkın ezici çoğunluğunda egemen olan havaya ve yaşamsal zamanlarının çoğunluğuna hakim olan uğraşıya hiçte denk düşmemektedir. Tüm “emek toplumunun sonu” kehanetlerinin, “elveda proleterya” furyalarının tersine, emeğin toplumsal yaşamdaki merkezi öneminde bir azalma yaşanmamıştır. Yine halkın ezici çoğunluğu, kendi toplumsal kimliğini öncelikli olarak çalışma dünyasındaki konumuna göre algılayıp tanımlamaya devam etmektedir. Kadınların, kapitalist toplumlar tarihinde görülmedik ölçüde çalışma hayatına çekilmeleriyle birlikte, toplumsal rolünü iş üzerinden tanımlayan insanların oranı büyük ölçüde artmıştır. Yani emek ve onun sömürüsü kaynaklı sorunlar, tarihsel-toplumsal yaşamdaki merkezi önemlerini korumaktadırlar.
Emeğin merkezi önemi, sadece ekeonomik, toplumsal, kültürel boyutlarıyla değil, etik ve ahlaki boyutlarıyla da sürmektedir. İşsizlik halen toplumsal bir “sorun” olarak aşağılanmakta ve kişisel bir eksiklik olarak, “vasıfsızlık”, “yeteneksizlik”, “tembellik” olarak yaşanmakta ve yaşattırılmaktadır. Sadece bireyin dış dünya ile ilişkisini değil, iç dünyasını da yoksullaştıran, psikolojik sonuçları ağır, toplumsal kaynaklı olmasına rağmen kişiselleştirilen bir sorun yumağı olmaya devam etmektedir. Sadece çıplak fiziki varlığın sürdürülmesine hizmet eden değil, insanın kendi yeteneklerini geliştirebileceği, kişisel açıdan tatmin edici ve toplumsal açıdan faydalı bir çalışma sürecine özlem, büyüyerek yakıcılaşmaktadır.
Bir tarafta emeğin önemi artar, emeğin kapitalist örgütlenmesi ve sömürüsünün yarattığı toplumsal ve kişisel tahribat globalleşirken, diğer tarafta “sınıf indirgemeciliğine” karşı olmak, “dogmatiklikten” uzaklaşmak, “eski sol”un “öldüğüne” dair keşiflerde bulunmak adına entellektüeller emekten kaçmaktadırlar. Medyada ve bilimsel yayınlarda hakim olan teorik refleksiyon ile toplumsal yaşamın praksisi arasındaki uçurum giderek büyümektedir.
İlginç olan bir boyut da şudur: Kapitalizmin neoliberal dönemi, entellektüel üretimin koşullarında da hızlı dönüşümlere sahne olmuş, bilimsel kurumlar kapitalist emek dünyasının ihtiyaçlarına göre hızla dönüştürülmüş, dünya çapında akademik emek gücünün ücretleri düşürülmüş, modülleştirilen ders ortamlarında “bütünü” düşünmek ve kavramak olanağı neredeyse sıfırlanmış, düşünce süreçlerinin otonomik yapısına saldırılarak üniversiteler önemli oranda soru sorma yeteneğinden yoksun, “hayır” deme medeni cesaretine sahip olmayan ucuz ve kitlesel akademik emek yetiştirme fabikaları haline getirilmiştir. Akademik emeğin proleterleştirilmesi süreci ise giderek daha yaygın hale gelmektedir. Tam da bu koşullarda cereyan etmektedir emekten kaçış eğilimi.
Her entellektüel bilmelidir ki, kendisine hizmet edenler, genel anlamda kendisinin çalışma koşullarını sağlayanlar olduğu sürece, kendisi de modern kölelik dünyasının bir parçası olmaya devam edecektir. İşte tarihsel açıdan entellektüellerin önündeki etik boyutu yüksek seçim de bu noktada ortaya çıkmaktadır: Ya emegin kurtuluşu sürecini genel olarak insanlığın ve dolayısıyla kendisinin kurtuluşu perspektifiyle bir arada örmeye çalışacak ya da egemen düzenin sömürü koşullarına, “insanın insan tarafından sömürülmesine” dokunmayarak, kölelik düzeninin “çağdaşlaşarak” devamına hizmet edecektir. Adorno’nun dediği gibi, yanlış, sahte yaşam içerisinde doğru yaşam mümkün değildir.