Analiz | 16.09.2020 | „Demokrasi mücadelesinde farklı politik bakış açıları ile ortak paydalarda buluşulması ve ortak mücadele alanlarının yaratılması, kitlelere güven vermenin de temel noktasıdır“
Münih TKP-ML davası, tutuklama süreciyle birlikte 5 yıl 4 ay gibi uzun bir süreci kapsadı. Ve 4 yıl 3 ay içinde de 234 duruşma yapıldı.
Her duruşma günü, ortalama 6 veya 7 saat süren oturumlarla oldu. Tüm bu zaman içerisinde hem dışarda hem de salonun izleyiciler bölümünde, büyük bir dayanışma örneği sergilendi.
Bu dayanışmaya dahil olan, yerli ve göçmen kurum, parti ve örgütlerle birlikte tek tek devrimci, demokrat ve duyarlı bireylerde bu dava sürecimizde bizleri yalnız bırakmadırlar.
Bu politik dayanışma ve sahiplenme, ortak çalışmanın bir ürünü olarak güçlendi ve büyüdü. Tüm bu süreç içerisinde hem dışarıda hem mahkeme salonunda yapılan açıklamalar ve yürütülen kampanyalarda, öne çıkarılan temel argüman, bu davanın bir “terör” davası değil; bilakis, politik bir dava olduğu gerçekliğiydi.
Fakat bu sürecin başından sonuna kadar hem mahkeme hakimler heyeti hem de Federal Cumhuriyet Savcısı, ceza hukukuna göre değil tamamen politik bir zeminde hareket ettiler.
Bu noktada mahkeme başkanı Dauster, yazdığı makalelerde gerçek niyetlerini ortaya çıkardı. Bir örnek vermek gerekirse, mahkeme başkanı Dauster yazdığı bir makalesinde şu tespitte bulunuyor;
“Siyaset ve hukukun birbirine olan yakınlığı görmezden gelinemeyecek kadar alenidir. Bu yakınlığın köklerini tarihte hatta kimi bakımlardan kanlı bir tarihte olduğunu unutmamalıyız.”
İşte emperyalist mahkemelerin bu gibi davalarda, yargı ve karar mekanizmalarında gözardı etmedikleri temel nokta, ülkeler arasındaki çıkar ilişkileridir. Bu noktaya ilişkin denilebilir ki; Almanya ve Türkiye’nin ekonomik, askeri ve politik ilişkileri, Münih TKP-ML davasında önemli bir rol oynadı. Almanya’nın Türkiye’de 37 milyar Euro sermayeli, 7.200 şirketi faal bir şekilde işletiliyor.
Keza bu yatırımları daha kârlı hale getiren noktalar da var.Ucuz enerji kaynakları, ucuz toprak ve kiralar ve de ucuz iş gücünün olduğu bir coğrafyada; üretilen tüm metaların, anında oralarda tüketildiğini de hesaba katarsak, Almanya emperyalist egemenleri için çok kazançlı bir ilişki olduğunu görebiliriz.
Ekonomik ilişkilerin yanında askeri ilişkilerde önemli bir yer tutuyor. Almanya ile Türkiye arasındaki askeri ilişkiler, Osmanlı İmparatorluğu döneminden günümüze kadar sıkı bir şekilde devam ediyor.
Faşist TC devletinin Kürt Hareketine, Alevilere, devrimcilere, sosyalistlere ve komünistlere karşı kullandığı, Leopar tankları, roketler ve diğer büyük-küçük birçok silah Almanya’dan Türkiye’ye verilen silahlardır. TC devleti, yaptığı tüm katliamların önemli bir bölümünü bu silahları kullanarak yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Yine daha yakın bir örnek olarak; geçtiğimiz dönem faşist TC devleti, Afrin’i işgal ederken, tüm medyanın gözü önünde Alman Leopar tanklarını kullanarak işgali gerçekleştirdi.
Ardından R.T.Erdoğan, Afrin’in demokratik yönetimini barbarca talan ederek onların yerine kendi denetiminde olan ve kafa kesen IŞİD çetelerini yönetime getirdi. Bu işgal ve katliamda da gördük ki, yine Alman silahları dolaylı biçimde, IŞİD çeteleri tarafından barbarca; çocuklara, kadınlara, gençlere ve tüm mazlum Afrin halkına karşı kullanıldı ve katliamlar yapıldı.
Bunlarla birlikte, Almanya hükümetinin her dönem Türkiye hükümetleriyle politik ilişkileri kesintisiz devam ediyor. Tüm bu nedenlerdendir ki, Almanya’da yaşayan, başta Kürtler olmak üzere devrimcilere, sosyalistlere, komünistlere ve TC’ye muhalif olan tüm kesimlere dönük Alman burjuvazisi sürekli bir bastırma, tutuklama, yargılama ve cezalandırmayı hep yapmıştır.
Diğer yandan, R.T.Erdoğan’ın Almanya’da kendine bağımlı hale getirdiği 900 DİTİB camisi ile kurduğu ırkçı-faşist Türk parti ve kurumlarıyla da muhaliflere karşı açıktan şantaj ve istihbarat çalışmaları yaptırılıyor. Bu durum Alman devleti tarafından tespit edilip bilinmesine rağmen şimdiye kadar ne bir tutuklama ve ne de bir yargılanma yapılmadığı gibi bir önlemde alınmış değildir.
Bu yaşananlar sadece Almanya’da değil elbette, diğer Avrupa ülkelerine de yayılmış bulunuyor. Bundandır ki, geçtiğimiz aylardaAvusturya’nın Viyana şehrinde her hafta, düzenli olarak devrimci, demokrat, Kürt ve Alevi kadınların yaptıkları sokak etkinliği, R.T.Erdoğan’ın çeteleri tarafından provoke edilerek saldırıya uğradı.
Ardından demokratik göçmen derneklerinin bulunduğu sokağa giren kalabalık çeteler, orada bulunan tüm derneklerin cam ve kapılarını kırarak insanlara zarar verdiler. Ertesi günde DİTİB ve ülkü ocaklarından olan, 400’ü aşkın kitle, gece ve gündüz sokaklarda nöbet tutarak “Allah-u Ekber” sloganları ile bozkurt işaretleri eşliğinde; demokrat, devrimci, Kürt ve Alevi insan avına çıkmışlardı.
İşte faşist TC devleti geçmişte, Koçgiri’de, Zilan’da, Dersim’de, Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da, Sivas’ta Suruç’ta ve Ankara Garı önünde halkı nasıl katlettiyse ve diri diri yaktıysa, bugünde Avrupa coğrafyasında bu faşist saldırıların provasını yapmaktadır.Aleni bir şekilde yaşanan bu faşist saldırılara karşı, Avrupa yargıçları ve mahkemeleri kör ve sağır olmaya devam ediyorlar.
Bütünlüklü olarak mevcut tabloya baktığımızda ülkeler arasındaki ilişkiler her dönem yargının üzerinde etkili olmuştur. Bu anlamda Almanya-Türkiye ortaklığı üzerinde şekillenen ve Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde görülenTKP-ML davasının perde arkasında olan gerçekler, emperyalist siyasetin yargıya nasıl yön verdiğini; mahkeme başkanı Dauster yazdığı makalesindeki“Siyaset ve hukukun birbirine olan yakınlığı görmezden gelinemeyecek kadar alenidir” cümleleriyle açıklamış bulunuyor.
Münih Davası Birlikte Yürümenin Önemini Göstermiştir
Görüldüğü gibi içinden geçilen süreçte bir yandan, emperyalist saldırılar, diğer yandan gerici, faşist ve ırkçı Türk çetelerinin saldırıları karşısında bugün birlikte faaliyet yürütmenin önemi ve anlamı daha da büyümüştür. Bundan dolayıdır ki, düne oranla bugün devrimci dayanışmaya daha çok ihtiyacımız vardır. Yerli ve göçmen halkların sorunlarının aynılaştığı bir süreçte; bize düşen görev, geniş-kitlesel birliklerle mücadeleyi büyütmektir.
Demokratik güçlerin birlikte çalışması ve birlikte hareket etmesinin önemi bir kez daha Münih politik tutsaklar davası sürecinde açığa çıktı.
Demokrasi mücadelesi yürüten kurumlar, doğaları gereği geniş toplumsal kesimlerin birlik ve ortak mücadele ihtiyaçlarının ürünü olarak farklı nitelikte kurumlardır. Barbar sistemin kaynaklık ettiği sorunlara, çelişkilere karşı, her demokratik kurumun, grubun, çevrenin, kitle örgütünün ve siyasal partilerin farklı çözüm önerileri, farklı yöntemlerinin olması doğaldır. Bu gerçeklik aynı zamanda gelişmek için bir zenginliktir.
Karşılıklı saygı ve ilkeler bütünü çerçevesinde, anti-emperyalist, anti-faşist, anti- şovenist ve kapitalist emperyalist sistem tarafından hakları gasp edilmiş tüm kesimleri kucaklamak, onlarla ortak sorunlar etrafında buluşmak ve bu uğurda birlikte hareket etmek demokrasi mücadelesinin bir gerekliliği ve zorunluluğudur.
Demokrasi mücadelesinde farklı politik bakış açıları ile ortak paydalarda buluşulması ve ortak mücadele alanlarının yaratılması, kitlelere güven vermenin de temel noktasıdır.
Münih davası sürecinde de yerli ve göçmen, kurum ve örgütlerin 5 yılı aşkın süre içinde ortak hareket ederek birlikte çalışması ve kampanyaların örgütlemesi neticesinde hem mahkeme heyetinin hem de federal savcının üzerinde bir baskı oluşturmuştur.
Diğer yandan demokratik kurum ve örgütler arasında, birlikte çalışma kültürünü geliştirmiş, güven ortamı yaratmış, kurumlar arasında bilgi alışverişi ve iletişimi pratikleştirmiş ve farklı düşüncelerin yanyana ve birlikte yürümesini daha da pekiştirmiştir. Yine yerli ve göçmen demokratik kamuoyu üzerinde de bir güven ve umut ortamı yaratmıştır.
Kısaca bu süreç zarfında ortaya çıkan en önemli öğretilerden biri de budur.