Home , Köşe Yazıları , Adalet İçin Dik Duran Cesaret[1]

Adalet İçin Dik Duran Cesaret[1]

TEMEL DEMİRER | 11 – 03 – 2011 | “Entelektüel kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan, devamlı unutulan ya da sümenaltı edilen insanları ve meseleleri temsil etmek için varolandır.[2]

Öğrendiklerimin, öğrenerek yaptıklarımın, yaptıklarımla yaşadıklarımın, yaşadıklarımla taraf olduğumun toplamıyım.

Bu toplamda öğrendiklerime, öğretenlere hep özel bir önem atfettim.

Kiminden yazmayı, kiminden koşmayı, kiminden susmayı, vd’lerini öğrendim; öğrendiklerimi öğretenlere hep minnet duydum.

Öğrendiklerimden, “mahkemeler karşısında ne yapılıp, nasıl dik durulacağı” bahsindekileri öğreten hemşerim “Sarı Hoca” ya da “Mamoste İsmail”dir…

İsmail Hoca, “Bazı düşünceler yazılamaz, sadece düşünülür,” diyen Stanislaw Jerzy Lec’i tekzip eden bir cürettir; düşündüklerini yazmış, haykırmış, bunun da getirdiği “belalar”a, eğilip bükülmeden “Hoş geldin, sefa geldin” diyebilmiştir…

Çatal yürek bir civanmertliktir bu; hem de bir gerillanın kararlılığına bile parmak ısırtan türden…

* * * * *

İsmail Hoca hakkında kaleme alınan her yazı, ister istemez, isyan yazısı olur, olmak zorunda kalır. Çünkü “aydın” dediğiniz şey, eğer alelâde bir egoizm değilse, toplumsal bir davanın isyanıdır

Kim ne derse desin, İsmail Hoca, bir isyanın parçasıdır; ve bu da Ona sonuna dek yakışmaktadır.

Çünkü O, hakikâtleri haykıran cesarettir. Duruştur.

Hakikâti için her şeyi göğüsleyip, göze alandır.

Bunları yaptığı, yapabildiği için de “aydın” olmaktan da ötede, öncelikle erdemli/ onurlu bir insandır.

Erdemli/ onurlu bir insan olduğu içindir ki “Sarı Hoca”, emir kulu değildir, talimat almaz. Sadece tarihe, toplumsal davalara angajedir…

Evet, evet “angajedir”; hakikâtlere yaslanıp, yalanların maskesini yırtarak, kalabalığa boyun eğmemek sorumluluğuyla…

O sorumluluk ki, “Bu benim sorunum mu?” diye değil, “Hakikât bu mudur?” diye sorandır…

Bunun için doğruyu söyler; dillendirdiği doğrunun da sonuna kadar gider. Eleştirmekten de, ulaşacağı sonuçlardan da, ters düşeceği güçlerden de çekinmez “Mamoste İsmail”…

Hırsın başarısızlığın son sığınağına dönüştüğü kifayetsiz muhterisler coğrafyasında, mütevazi atılganlığıyla O; Oscar Wilde’ın, “İhtiyatlılık kadar, kişilik için ölümcül hiçbir şey yoktur,” sözünü de doğrulayandır.

Bu nedenle de “U ta’lo lo mati la unve ‘mırle hamu’ sene”[3] diyen Süryani Atasözü’ndeki tatsızlıklar da karşılaştığı oldu, oluyor da!

* * * * *

“Sarı Hoca”nın “akademisyen”liği, William James’ın, “Gerçekliğin bütün doğası karşısında yetersiz kalan bütün otoriteler arasında en başta ‘bilim insanları’ gelir… Bilim insanlarının ilgileri bölük pörçüktür, mesleki kibir ve bağnazlıkları muazzamdır. Araştırdıkları olgular konusundaki kusursuz otoritelerine ve burada sağladıkları müthiş başarılara rağmen, onlardan daha dar görüşlü bir hizip ya da topluluk bilmiyorum,” diye tarif ettiği malumlara benzemez; çok farklıdır ki, Onu da O yapan bu “çok farklı” olma/ olabilmedir.

Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde sosyoloji asistanı iken aynı bölümde “kıdemli asistan” olan Orhan Türkdoğan tarafından, “Marksist propaganda ve bölgecilik” yaptığı gerekçesiyle “ihbar” edilen de, 12 Mart 1971 darbesince yargılanan da O’dur.

Üniversite ile ilişiği kesilince, mahpus üniversitesine transfer olur. 1974 “affı”yla “soluklanır”. Ancak düşüncelerinden ötürü yargılanmasına dur durak yoktur. 12 Eylül darbesinden önce 1979’da bir kez daha mahpusa gönderilir. 1987’de bırakılır. Ama davalar peşini bırakmaz. Sonra yeniden mahpusluk… (Galiba tam 8 kez cezaevine girip çıktı.)

Hasılı 36 kitabından 32’si yasaklan “Sarı Hoca”nın 17 yılı mahpuslarda tüketildi. (Yanılmıyorsam bir yargılanışında “Tek kişilik gizli örgüt” kurmakla “suç”lanmıştı!)

* * * * *

Varlığı inkâr edilmiş, tarihi, kimliği, dili, toprağı kendilerinden çalınmış Kürtler için bedel ödemiş İsmail Beşikçi, yazdıkları kadar söyledikleriyle de önemli bir isimdir!

Sadece Kürtler mi? Hayır, hepimiz için, herkes için çok önemli ve bir o kadar da gereklidir.

Onun gibi her koşulda doğruyu söylemek misyonuna “es” geçmeyen entelektüellerin uyarıcılığı olmazsa ne(ler) olacağını 1915’te gördük… 1934 Trakya olaylarında gördük… 6/7 Eylül 1955 olaylarında gördük… Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da gördük…

Düşünceyi, onu cisimleştiren entelektüeli “terörize ederek etkisizleştirmeyi amaçlayan”, doğrudan doğruya “vatan hainliği” ile damgalayacak kadar pervasızlaşan devlet zihniyetine, tekçiğine karşı her zamankinden daha çok “Thersites” olmak gerekir; Beşikçi Hoca’nın da yeni bir “Thersites” olduğunu anımsamalıyız!

William Shakespeare’in, ‘Troilos&Kressida’ oyunundaki “Thersites” karakteri, Helen komutanlarının baskısı altında olduğu hâlde, her zaman iktidara doğruyu söylemekten sakınmayan, eleştirelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen bir rütbesiz askerdir.

* * * * *

“Felsefe yapma”, “politika yapma”, “entel-dantel takılma”, “ben tarafsızım” gibi sıkça tekrarlanan repliklerin dört yanımızı kuşattığı bu günlerde herkes, Beşikçi gibi felsefe yapmalı, entelektüel olmalı, taraflılığını ortaya koymalı, tarafsızlığı reddetmeli ve de asılsız “tarafsızlık iddiaları”nın yalan olduğunu açığa çıkarmalıdır.

“Tarafsız olmak”, düpedüz, sorgusuz-sualsiz egemen siyasal ve sosyal anlayışın çizgisinde olmak, o çizgiyi ve denetim sistemini güçlendirmektir…

Söz konusu sistemin en önemli özelliği (baskıyı açıkça uygulamanın ötesinde), etkin bir korku ortamı yaratarak herkesin kendi kendini ve çevresini denetlemesini sağlamayı başarmak oluyor.

Bunu başarmanın yolu da toplumu, “resmi ideoloji”yi her düzeyde yeniden üreten, hiyerarşik bir yapı içinde örgütlemek, dayatmak oluyor.

“Resmi ideolojik düşünce(sizliğ)i” topyekûn egemen kılmayı amaçlayan bu tiranik dayatma, eleştirel karşı çıkış ve itirazları bastırmak, entelektüelleri tümüyle susturmak yanında, eş zamanlı kesitte de “resmi ideoloji”ye biat etmiş, sadık, yalnızca rejimin açıkladığı “gerçekleri” yayan teksesli bir propagandayı örgütlemektir.

* * * * *

Bu kısır döngü, Beşikçi gibilerin entelektüel düşünce ve duruşlarıyla aşıldı…

Malum, “entelektüel”, dilimize kökü Latince “intelectus” olan Fransızca “intellect”ten geçmiş. “Soyut ve mantıksal düşünme yetisini kullanan” anlamına gelen “entelektüel” terimini oluşturan mücadele yüzyıllar boyunca, “Orta Çağ” zihniyetine ve Clericus’a (kilise sınıfına) karşı verdiği mücadele sonunda kazanmıştı.

Her “resmi ideoloji”, nihai kertede “Orta Çağ zihniyeti”nden farksız, monolitik bir dayatmadır; “Sarı Hoca”da bu dayatmaya “Hayır” diyerek, düşünsel planda isyan ederek, olması gereken değişimin önünü açanlardan olmuştur.

* * * * *

“Ne çalıp, çırptı, ne de cana kıydı”, ama 17 senesini çaldı T. “C” onun; tam 17 sene… Dile kolay…

Beşikçi’yi yargılayan hâkimler ki başka bir davada sanık yakınlarından milyonlarca lira rüşvet alırken yakalanmışlar ve T. “C” adaletine bakın ki Beşikçi’ye verdikleri 10 yıl hapis 5 yıl sürgün kararına rağmen; hâkimler 8 yıl gibi bir süre cezaya çarptırılmışlardır.

Yani bilim insanına araştırma yaptığı için 10 yıl hapis verenler, rüşvet aldıklarında 8 yıl cezaya çarptırılıyorlardı…

“Neden” mi?

Hayatı boyunca sadece söylediği sözün insanı olduğu için.

Dile bile kolay değil: 17 yıl hapis yattı.

Neden? Resmi yalana yalan dediği için.

Çıplak kralı gösterip “Kral çıplak!” dediği için.

Galile gibi “Dünya dönüyor!” dediği için.

Namuslu olduğu için.

İsmail Beşikçi’yi hapsedenler ne diyor peki şimdi?

“Meğer bazı yurttaşlar Kürt’müş,” öyle mi?

Aferin onlara!!!!

Onlara ve onlar karşısında susanlara!!!!

Onların karşısında susanlar, bilmiyor olamazlar: Susmak da yalan söylemektir haksızlık varken!

Yalan söylemeyi reddetmiş İsmail Beşikçi gerçeğinin maruz kaldığı baskılar karşısında susanlar, nasılsınız, ne âlemdesiniz, kendiniz hakkında diyebileceğiniz bir şey var mı, olabilir mi?

* * * * *

İsmail Beşikçi , “Kürt Aydınlanması”nın önemli, çok önemli kilometre taşıdır

Siyasal ve sosyolojik analizleriyle “Kürt Aydınlanması”na kişilik kazandıran “Sarı Hoca”nın çok önemli bir yeri var.

O, “resmi ideoloji”yi yargılayan, eleştiren, teşhir… “Kemalist Türk Tarih Tezi”ni, “Güneş Dil Teorisi”ni deşifre… Kemalizmi de mahkûm edendir…

“Resmi ideoloji” safsatasının ırkçı, şoven karakterini, saçmalığını hepimize öğreten O, bilimsel gerçekliğin, objektifliğin, aydın olma/ve kalmanın protipidir.

* * * * *

Gerçekler için ödün vermeden, verilmesi gereken mücadeleyi, olması gereken biçimde verenlerdendir O; “Kürt yok, Kürtçe yok” resmi yalanını kararlılıkla tashih edip, ‘Göçebe Alikan Aşireti’ne ilişkin araştırmasıyla, ta 1967-1968’lerde “resmi ideoloji”nin suratına indirilen “ilk” şamardı.

Uğrunda hapislerde yattı(rıldı)ğı kitapları üzerindeki yasakların hâlâ kalkmadığı; ömrünün 17 yılını zindanlarda geçiren; düşünce ve davranışlarından ötürü bir insanın başına neler gelebileceğinin örneğidir.

* * * * *

O hâlâ şunları der, denilmesi gerektiği gibi:

“Geçmişte bu ülkede Kürtleri ve Kürtçe dilini inkâr ve imha söz konusunuydu. Asimilasyon politikaları yürütülüyordu. Bugün ise sorun kendi adıyla konuşuluyor ve tartışılıyor. Bu çok önemli bir gelişmedir ve büyük bir değişimdir. Ama bugün bile eksik olan şudur. Kürt sorununun nedenleri değil de hâlâ sadece sorunun çözümü konuşuluyor. Bu büyük bir eksikliktir…

Bugün dünyada 207 devlet var. Bunların arasında nüfusu bir milyonun altında pek çok devlet bulunuyor. Avrupa Birliği’nde Malta, Lüksemburg, Kıbrıs gibi üyeler var. Avrupa Konseyi’nde de San Marino, Lichtenstein, Andora gibi nüfusu 30-40 bin civarında olan devletler var. Kürtler ise bütün Ortadoğu’da kırk milyon nüfus, ama bu 40 milyonun ne Birleşmiş Milletler’de ne Avrupa Konseyi’nde ne de İslâm Ülkeleri Konferansı’nda en ufak bir varlığı, siyasi statüsü var. Uluslararası dünyada Kürtlerin adı sadece terör denildiğinde geçiyor. Kürtlerden söz edilirken, ‘Kürt terörü’, ‘uluslararası terör’ gibi sözler söyleniyor…

Talabani’nin ‘Bağımsız bir Kürt devletinin hayal olduğu’ sözü çok yanlış… Yaşar Kemal de ‘Kürtler devlet istemiyor’ dedi. Bunu, ‘endişelenmeyin’ diye Türk basınına söyledi. Onun söylemi de çok yanlış. Geleceğe ambargo koymamak lazım…”[4]

* * * * *

Her şeyi sorgularken, sadece aydınlanmış değil, aydınlatıcı da olabilen O; dünyaya, ön kabulle bakmayan köktenci bir eleştirinin kendisidir.

Her konuda, herkes karşısında özgürlükçü, bağımsız pozisyonda hakikâte bağlanan özgürlükçülüğüyle, çağının tanığı/ vicdanı olmayı başaran “Sarı Hoca”, Dostoyevski’nin, “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur,” sözünü onaylayandır…

* * * * *

“Yunanistan ya da Bulgaristan’da her gün Türk asıllı çocuklara ‘Yunanlıyım, varlığım Yunan devletine armağan olsun…’ dedirtilse, Türkiye’de buna şiddetle karşı çıkılmaz mı? Aynı şey Kürtler için de düşünülmeli,” haykırışıyla egemenleri tehdit eden bir kimlik ve duruştur O…

Sadece bu mu?

Hayır; bir de üstüne üstlük, “Maaşlı Cumhuriyet Münevveri”nden kopuştur!

Çünkü bir bilim insanında olması gereken tüm özelliklere sahiptir; “resmi ideoloji”ce söylenenleri/ dayatılanları kabul etmeyip, aksine onlardan şüphe ederek, test edip, doğruluk süzgecinden geçirmiştir. Başına da ne geldiyse bunları yaptığı, yani gerçeği aradığı için gelmiştir.

Dik duruşuyla O, hepimize, “Aydınları aydın yapan fikirlerini her ne pahasına olursa olsun savunmalarıdır,” sözlerini anımsatır.

* * * * *

Aydın olmak “en doğru”yu bilmek, “en şaşmaz yanılmaz” olmak falan değildir; tavır alabilmektir.

Evet “malumatfuruş” olmak değil, “duruş”tur aydın olmak.

Doğru olduğunu düşündüğü/ savunduğu duruşu doğru zamanda ortaya koyabilmektir.

Yani Rıfat Ilgaz’ın, “Aydın mısın?” sorusunun, negatif yanıtı “Korkuluk ol!” iken, pozitifini hepimize öğreten “Sarı Hoca” gibi olabilmektir. (Bu böyle değilse, tozlu kütüphane rafları “aydın(ımsı)larla” doludur!)

Kolay mı?

Hepimizi utandıracak bir gerçeği açıklar İsmail Hoca: “Hâlâ adalet için cesarete ihtiyaç vardır Türkiye’de…” (“Adalet için cesarete ihtiyaç duyuluyor” ise, orada bir soru(n) vardır!)

Bu nedenledir ki O; dik durmayı başaran bir cesaret ve cüretin, ne kadar elzem, bir o kadar da “olmazsa olmaz” olduğunun somutudur!

* * * * *

Devam edelim: Eski bir deyişle “efradını câmi ağyarını mâni” bir aydın tanımı bilmiyorum.

Ancak tutarlılık gerekir diyorum… Aydın kişinin açıkladığı, savunduğu düşüncelerle, davranışları ve yaşam biçimi aynıdır. Bir aydın, ele verir talkını kendi yutar salkımı anlayışında olamaz. Ortama, koşullara göre sık sık fikir, görüş değiştirmez, esen yele göre yelken açmaz. Mevlana’nın deyişiyle olduğu gibi, göründüğü gibi davranır. Savunduğu görüşlerle çelişkili davranış, yaşama biçimi yoktur.

Sonra da alçakgönüllülük gerekir diyorum… Alçakgönüllülük bir erdemdir, aydın olmanın da vazgeçilmez koşuludur. Aydın kişi, küçük dağları ben yarattım edası içinde olamaz; insanlara, çevreye küçümseyerek yukarıdan bakmaz, yüksekten atmaz. Hele hele bazı çevrelerin ayırtısına kapılarak, büyüklük kompleksine kapılmaz, yalakalık yapmadığı gibi, kendisine yalakalık yapılmasından da hoşlanmaz.

Bir de sorgulama gerekir diyorum… Kendini, duruşunu, eylemini, bunlara kaynaklık eden düşüncelerini…

Adil, özgürlükten yana, muhalif, emeğin ve insan(lık)ın değerini bilen, farklılığa saygılı olan ve iktidar gücüne aldırmadan, ona mesafeli olan, karşı koyandır aydın…

* * * * *

Aydın öncelikle, “Mamoste İsmail” örneğindeki üzere, otorite ve iktidara hizmet etmeyi reddedişiyle, sonra da milliyeti, dini ve geleneğiyle arasına koyduğu mesafe ile tanımlanırken; entelektüeli metaforik bağlamda bir sürgün olarak da görebiliriz.

Hiçbir kahramana ve siyasi hiçbir tanrıya inanmayan; gardiyanlarıyla mücadeleden çekinmeyen kişidir entelektüel.

Hatırlanacağı üzere Edward Said, “sürgün” kelimesini esasında bir metafor olarak kullanmaktadır. Hayatları boyunca aynı toplumda yaşayan entelektüeller de ikiye ayrılabilirler: “Evet” deyiciler ve “Hayır” diyerek imtiyaz, güç, şan ve şöhret edinme anlamında yabancı ve sürgün olanlar. Sürgün kelimesiyle asla tamamen uyumlu olmama, kendini her zaman yerlilerin işgal ettiği aşina muhabbet dünyasının dışında hissetme, çoğunluğa intibak etmekten hiç haz etmeme kastedilmiştir.

* * * * *

Julien Benda’nın da işaret ettiği gibi “aydın”, sürekli olarak uyanık ve algısı açık, günlük kaygılardan uzak, ne dini ne de ırkı olan, her dine, siyasi düşünceye, toplumsal aidiyete, ırka eşit derecede mesafeli birisiyken, “Aydının yerine getirmekle yükümlü olduğu işlev, ‘aydın’ olmayanların ihtiraslarını dizginlemektir”[5] ki, Beşikçi Hoca’da bunu, çok şeyi göze alarak yapar…

Sadece bu mu? Hayır, bunun da ötesinde entelektüel, dışlanmış ve dezavantajlı grupların lehine kurulu düzene, baskıcı otoriteye muhalefet eden bilgi donanımlı kişidir. Adalete ve gerçeğe bağlıdır, yozlaşma ve çürümeye karşı çıkar. Kamusal rolü ne önceden kestirilebilir, ne de bir slogana ya da dogmaya indirgenebilir.

Entelektüel bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi topluma karşı ve toplum için temsil ve ifade eden kimsedir. Bu rolde insanları tedirgin eden sorular sorar; dogmalar üretmez onlara karşı çıkar; hükümetler ya da şirketler tarafından satın alınamaz; varoluş nedeni sürekli olarak görmezden gelinen insanları ve sorunları temsil etmektir.

Nihayetinde O; entelektüelin toplumsal sorumluluğu ve işlevine ilişkin olarak, “Ahlâki sorumlulukları hakikâti anlamaya çalışmak, dünyaya ilişkin bir kavrayışa ulaşmak için başkalarıyla birlikte çalışmak, bunu diğer insanlara aktarmaya çalışmak, onların da kavramasına yardım etmek ve yapıcı eylem için zemin oluşturmaktır,”[6] diyen Noam Chomsky’i de doğrular pratiğiyle…

* * * * *

F. Nietzsche’nin, “Alev, başka şeyleri aydınlattığı kadar aydınlatmaz kendini. Bilge de böyledir,” sözüyle betimlenmesi mümkün olan Beşikçi’nin tarihinde, dönekliğin “d”si yoktur; “af dilemez”, kendi kendini itham edecek tutumdan özenle uzak durur.

Hançer gibi bir dile, pamuk gibi bir yüreğe sahip olan O, olduğu gibi görünendir; ne bir eksik ne de bir fazla… (Geçerken, Cervantes’in, “Her parlayan altın değildir,” sözünü de anımsatayım!)

Mütevazıdır; her şeyi olduğu gibi görmek yanında sadece kitapları değil, yaşamı da doğrudan doğruya okur.

Doğru ve iyi olanı bilmekle yetinmeyip, onu uygulamaya sokacak kadar bilge bir derviş; kişiliğini öne çıkarmaya gerek duymayacak kadar geliştirmiş olan O; “efsanevi” yemyeşil uzun bir kazağı, ayna gibi kafası, gözlükleri ve daim gülümseyen naifliğiyle, Martin Van Bruinessen’in deyişiyle “Kürtlerin Frantz Fanon’u”dur!

* * * * *

Orhan Kotan’ın, ‘Geçen Yıl’ başlıklı şiirinde, “Kürt halkı da bütün halklar gibi/ insanca yaşama hakkına sahip olmalıdır’ dediği için/ ‘Türk devleti/ Kürt ulusuna/ köle olmayı öneremez’ dediği için/ vurdular kollarına kelepçeyi/ Beşikçi’nin” diye bahsettiği “Kürtlerin Frantz Fanon’u”dan, özür dilenmeden Kürt Sorunu çözülmeyecektir…

10 Mart 2010 21:01:53, Ankara

N O T L A R

[1] İsmail Beşikçi, Derleyenler: Barış Ünlü-Ozan Değer, İletişim Yay., 2011… içinde…

[2] Edward Said.

[3] “Üzüme yetişemeyen tilki üzüme ‘ekşi’ der.”

[4] Neşe Düzel ile söyleşi, “Lozan’da Musul-Kürt Pazarlığı”, Taraf Gazetesi 7 Eylül 2009.

[5] Julien Benda, Aydınların İhaneti, Çev: Cem Soydemir, DoğuBatı Yay., 2006.

[6] Noam Chomsky, Entelektüellerin Sorumluluğu, Bgst Yay, 2005, s.8.