Anasayfa , Köşe Yazıları , 100’E 1 KALA ERMENİ GERÇEĞİNİN TOPOĞRAFYASI

100’E 1 KALA ERMENİ GERÇEĞİNİN TOPOĞRAFYASI

temel-100x100 sibel-100x100SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER | 25-02-2014 | “Ve and Olsun Şart Olsun Yerde Kalmaz Ahım.”[2] 100’e 1 kala soru(n)larıyla Ermeni Gerçeği’nden söz etmek, yine ve yeniden adalet ile adaletsizlik meselesinin tartışma konusu edilmesinden başka anlam taşımaz.

Bu çerçevede adalet ile adaletsizlik meselesini tartışmaya açmak ister istemez, Desmond Mpilo Tutu’nun, “Eğer adaletsizlik karşısında tarafsız kalmışsanız, zalimin tarafını seçmişsiniz demektir,” sözleriyle, Bertolt Brecht’in, “Haksızlık her yerde ve her zaman olduğu için, haklılığın karakter özelliklerini taşımaya başlar… Hatalar kötü değil. Onları düzeltmemek bile kötü değil. Kötü olan onları gizlemektir,” uyarılarını anımsamayı/ anımsatmayı “olmazsa olmaz” kılar…

Bu zorunludur. Çünkü Fikret Başkaya’nın, “Hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza-ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir,” diye tanımladığı resmî tarihin hurafelerine karşı başka türlü radikal bir tavır alamazsınız.

Birileri, “resmî tarihin hurafeleri karşısında radikal tavır almak” önermesinden hoşlanmayıp, “sol bir abartı” olarak mahkûm etmeye kalkışabilir. Böylesi liberal itirazlara yabancı olmadığımız gibi, bunların aşılması gerekliliğinden de kuşkumuz yok.

Bunu böyle kılan “öznelliğimiz” değil; karşısına dikildiğimiz resmî tarihin nesnelliğidir.

O nesnellik ki Turgut Uyar’ın dizelerinde “- hiçbir şey artık eski açıklığında değil ki -/ yani kiliseden bozma camilerde/ yani askeriye deposu yapılmış,/ yani burda, orta yerde, ışıkta ve parada/ zaman zaman gökyüzü gecesi aralığında,” diye yansırken; Faruk Nafiz Çamlıbel’in, ‘Veraset’ başlıklı şiirinde de şöyle ifadesini bulur:

“Ninem beşyüz altına satılmış bir esirdi,/ Dedem beşyüz altını sayan bir derebeyi:/ Köpek kanı, kurt kanı birbirine girdi,/ İkisinden meydana çıktı kurt köpeği./

İki zıt cevheri var nabzımda vuran kanın,/ Biri el pençe duran, öteki durduranın./ Duygum sana taparken, düşüncem bir hayvanın,/ Sırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi./

Ben ninemden muhabbet, dedemden kin almışım,/ Çini bir kase kadar başkadır içim, dışım./ Elini öpmek için yalvarsa da bakışım,/ Isır diye tepinir gözlerimin bebeği…”

Resmî tarih hurafeleriyle beslenen ruh hâli böyleyken; ya bu tarihin köklü inkârına denk düşen radikal bir kopuşla özgürleşirsiniz, ya da esaretiniz farklı versiyonlarıyla sürüp gider…

100’e 1 kala Ermeni Gerçeği’nin bir yanı Hrant Dink Davası, bir yanı enti püften meselelerden Torbalı Açık Cezaevi’ne kapatılan Sevan Nişanyan’ken; “Ermeniliğin bu hâlini ben seçmedim. Ama ülkende iç mihrak, dışarıda oryantalist obje muamelesi görüyorsun sadece insanken,” diyor Karin Karakaşlı…

Ya öteki yan? O da 1915 virajıyla gündem maddemiz kılınan kara bir tarihtir…

O kara tarihle yeniden radikal bir hesaplaşmaya muhtacız; hem de VIII. Paris Üniversitesi profesörlerinden Nora Şeni’nin, “Tarih belki artık hiçbir yerde, ama geçmiş her yerde,” notunu düştüğü kapsamda ve “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutuşa karşı mücadelesidir,” diyen Milan Kundera’nın işaret ettiği güzergâhta…

2015 EŞİĞİNDE 

Siz bakmayın -liberal bir Ermeni- Etyen Mahçupyan’ın, “Bugünün siyasetinin parçası hâline gelmiş olan geçmişteki olaylar hızla tarihsel niteliklerini yitirirler,” demesine…

2015, 100 yıl sonraki önemli bir eşiktir…

Egemenler bunun farkında. Örneğin “Bugünkü ‘soykırım’ iddiası politik bir savaştır, çıkmaz sokaktır,” vurgusuyla Taha Akyol, “Ermeni meselesi 2015’e doğru daha da ağırlaşacak gözüküyor,” notunu düşerken; Ermeni çevrelerin ‘Osmanlı Türkiyesi’nde Ermeni Katliamları: Tartışmalı Bir Soykırım’ başlıklı yapıtı nedeniyle kendisine “soykırım inkârcısı” ismini taktığını belirten Amerikalı tarihçi Guenter Lewy, Türkiye’yi 1915 olaylarının 100. yıldönümüne denk gelen 2015 yılında yaşanabilecekler konusunda uyarıyor.

Cemal Uşşak da, “2015’e iki yıldan az kaldı. Dünya Ermenileri 1915’in acısını büyük toplantı ve törenlerle anmaya hazırlanıyorlar. 1915’i bir ‘soykırım’ olarak tanıyan ülkeler arasında, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve hatta kültürel ilişkileri bir hayli ciddi, bazı ‘dost’ ülkeler de var,” diye ekliyor…

Aynı konuda liberal Orhan Kemal Cengiz, “Devlet 2015 hazırlığı yaparken… ya siz? 2015 yaklaşırken hazırlıklar yapılmaya başlandı. Özellikle CNN Türk’te yayınlanan Taha Akyol’un hazırlayıp sunduğu ‘Bilinmeyen Lozan’ adlı belgeselden anlaşıldığı üzere, resmi tarihi yıkayıp yağlayıp yeniden ve yeni bir üslupla sunacaklar,” derken; “2015’in eşiğindeyiz” vurgusuyla Hasan Cemal de ekliyor:

“Türkiye, devlet olarak Ermenilerin yaşadıkları acılar karşısındaki sessizliğini artık bozmalı. Siyasal ve ahlâksal olarak bugüne kadar izlemiş olduğu hatalı, vahim çizgiyi mutlaka değiştirmeli.”

Sağcıların uyarılarını, liberallerin dilek ve temennilerini hiç mi hiç ciddiye almadan 2015’in eşiğinde resmî inkârcı faaliyetteki gözle görülür artışa dikkat edilmelidir.

Elbette “Bu faaliyetler tesadüf değil. Ama umulanın aksine, resmî tezlerin aczini her defasında ve her yerde giderek daha patetik bir şekilde gözler önüne seriyor”ken;[3] “Ermeni Soykırımı” gerçeğini sermayenin Türkleştirilmesi (yani gasp ve el koyma) ekseninde ele almakla mükellefiz.

Söz konusu mükellefiyeti “… ‘Ermeni kimliği’ meselesi, Türkiye’deki diğer kimlik talepleri gibi dikkat çekici bir hâle geliyor. 2015 gelmeden yapılabilecek olan çok şeyler var,” diyen Oral Çalışlar gibi minimalize etmek, bir “kimlik” meselesine indirgemek, sorunu müphemleştirip, karmaşıklaştırır.

“Nasıl” mı? Yanıtı Karin Karakaşlı’ya bırakıyorum:

“Eşit vatandaş olamadığı oranda Lozan azınlıkları olarak görülmüş gayrimüslimler için Kürt hareketinden gelen her tür aslî unsur anımsatması, acı bir tebessüm sebebidir

Haberin haber konusu olması, sık rastlanan bir durum değil. BDP heyetinin, İmralı’da Abdullah Öcalan’la yaptığı görüşmenin tutanakları ‘İmralı Zabıtları’ başlığıyla, Milliyet’te Namık Durukan imzasıyla yayımlandı…

‘Türkiye’de üç koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her üçü de Anadolu çıkışlıdır’ diyen Öcalan, ‘Ermeni lobisi etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar’ diye vurguluyor.

1915’e ilişkin resmî devlet tezinin karbon kopya tekrarını ifade eden bu anımsatma, Kürtlerin tarihini aktaran şu sözlerde ise bambaşka bir boyuta zıplıyor: ‘Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir… Anadolu İslâmlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder.’

Bu nasıl bir ‘dışlama operasyonu’ ise o bin yıldan önceki dört bin yıl boyunca bu topraklarda yaşayagelmiş Ermeni halkı, bugün 50 ila 70 bin arası tahmin edilen bir nüfusa indi. Kiliseleri, okulları, bağları, bahçeleri, dükkânları, köyleri, müstakil konakları dahil buharlaşıp gitti. Buna sayıları 1500-2 bin arası tahmin edilen Rumları ve 25 bin civarındaki Yahudi’yi de ekleyelim. Bunca gayrimüslim, cumhuriyetin ilanından beri eşit vatandaşlık için umutsuzca bekleşir durur. Eşit vatandaş olamadığı oranda Lozan azınlıkları olarak görülmüş gayrimüslimler için Kürt hareketinden gelen her tür aslî unsur anımsatması, acı bir tebessüm sebebidir. Zira bizzat Osman Baydemir ve Ahmet Türk’ün kamuoyu önünde Ermeni halkından özürlerinin de anlatacağı üzere, o aslî unsur olma ve bu cumhuriyeti birlikte kurma anlatısının kökeni, kökü ortak olarak kazınmış Ermenilere dayanır. Zaten tam da bu yüzden Ermeni soykırımını es geçen hiçbir siyasi perspektifin gerçek anlamda barış tesis etme imkânı yoktur.”

Biz de tekrarlayalım: 2015 eşiğinde Ermeni Soykırımı gerçeğini “es geçen” hiçbir siyasi perspektifin, gerçek anlamda barış tesis etme imkânı yoktur

Tam da bunun için söz konusu eşikte 1915 soykırımıyla yaşananlarla, vicdan, adalet ve sermayenin Türkleştirilmesi kavramlarından yola çıkarak egemen ulus talanı açısından hesaplaşılmalıdır!

Hesaplaşma 1915 soykırımıyla yaşananların insanî, toplumsal, ekonomik ve siyasî boyutları ve sonraki nesillerde bıraktığı ağır izlerden kurtulma ile söz konusu izlerin günümüzdeki yansımalarıyla yüzleşmeden başka bir şey değildir ve olamaz da.

“Ya aksi mi?” bu da olsa olsa, resmî duruştur…

RESMÎ DURUŞ 

İnkârcı resmî duruşun birbirini bütünleyen birkaç düzeyi vardır.

İlk düzey Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in ağzından, “Soykırım, bir gerçeğin tespit edilmesi çabası değil artık. Bir sektör, bir radikal ideoloji, bir tür hesaplaşma. Hesaplaşmanın olduğu yerde kimsenin aklına yüzleşme ve helalleşme gelmez. Bunların olması için hesaplaşma arayışlarının devreden çıkması gerekir,” diyerek yüzleşmenin önünü ne pahasına olursa olsun kesme niyetindeki devlet müdahalesidir.

Ancak resmî duruşun devlet müdahalesi abartıldığı kadar da inandırıcı değildir.

Aslında Şükrü M. Elekdağ’ın “yangından mal kaçıran” vaveylaları da buna tersinden bire kanıt oluşturuyor:

“Ermeni tarafının sahip olduğu uluslararası siyasi ve moral üstünlük her geçen gün daha da artıyor. Türkiye bu tabloyu değiştiremezse haklı davasını kaybetme ve bunun ciddi sonuçlarına katlanma durumunda kalabilecektir…”[4]

“Türkiye’nin hukukun temel prensipleri ışığında soykırımla suçlanması yargısız infazdan başka bir anlam taşımamakla birlikte, Batılı tarihçi ve akademisyenlerin yanında birçok ülke parlamentosu da ifrat derecesinde bir önyargıyla Türkiye’yi suçlamayı sürdürdüler… 1950’de yürürlüğe giren BM Soykırım Sözleşmesi hükümleri, 1915’te vuku bulduğu iddia edilen olaylardan dolayı Türkiye açısından sorumluluk yaratmaz. Kanunsuz ceza olmaz (nulla poena sine lege); yani 1915’te soykırım diye bir suç olmaması nedeniyle, o tarihteki eylemler bugün suç diye Türkiye’ye dayatılamaz…”[5]

(Burada bir parantez açıp soralım mı: Ortada bir “suç” yoksa, yasaya neden gerek duyulsun?)

“Uluslararası Adalet Divanı’nın 26 Şubat 2007 tarihli Bosna Hersek – Yugoslavya davasına ilişkin kararı Türkiye’nin tezlerini kuvvetlendiriyor… Uluslararası Adalet Divanı’nın kararında, ‘Devlet, koşullar ne olursa olsun, bir soykırım suçunun işlenmesini önlemekle zorunlu değildir’ denilmektedir…”[6]

(Elekdağ’ın mugalatası da bir parantezi hak ediyor: Bu ifadeler Ermeni soykırımının birinci dereceden fail ve sorumlularının devlet görevlileri olduğunun üzerini örtüp, 1915 olayları sanki serserilerin, başıbozukların “iş”iymiş izlenimini yaratmaya yöneliktir. Bu mantığa göre devlet, olsa olsa bu eylemleri engelleyememiş olabilir – ki bu da “suç” teşkil etmez(miş)!)

Resmî duruşun ikinci düzeyi de yandaşların “mazeret” üreten resmî ideolojik yalanlarıdır.

Bu da içinde çeşitlilik üretir.

Mesela “1915 yılında gerçekten Osmanlı Ermenilerine ne oldu ve o dönem neler yaşandı? Osmanlı tehcir kararı nasıl ve hangi ortamda alındı? Anadolu’da neler yaşandı? Ermeni iddiaları herkesin malumudur. Türkiye tarihini, bir Amerikan avukatının deyişiyle, maalesef ‘hijack’ etmişlerdir,”[7] diyen Özay Mehmet’ın satırlarındaki üzere…

Bu “böyle” ilan edilince 10 Nisan 2010 tarihli ‘Radikal’den Türker Alkan’ın şu satırları karşımıza dikilir:

“… Tehcir elbette yanlış bir karardı. İnsanlar evlerinden zorla alınıp dağlardan bayırlardan Suriye’ye sürüldü. Ölen öldü, kalan da bizim olmadı. İyi de şimdiki Yugoslavya’dan aç biilaç Manisa’ya göç ederken yollarda ölen binlerce Müslüman Türk’ün anısından kimse özür dilemeyecek mi? Kimsenin onlardan özür dilemeye niyeti yok galiba. İyisi mi ben kendi adıma özür dileyeyim. Hrant Dink de dahil olmak üzere, yalnız 1915’te değil, bundan önce ve sonra sırf Ermeni oldukları için öldürülen bütün Ermenilerden… Ermenilerin kestiği bütün Türklerden ve Kürtlerden… Bulgar ve Yunan çetelerinin öldürdüğü Arnavutlardan ve Türklerden… Kendi adıma özür diliyorum. Ne işe yarayacağını bilmesem de!”[8]

“Onlar da yaptı” diyen örtük “karşılıklılık” yaygarası yaygın bir milliyetçi “mazeret”tir ki, bu da “mukatele” ile “gerekçe”lendirilir!

Bu da “böyle” olunca Hasan Pulur ekler:

“1915’te isyan eden Ermenilere karşı, Osmanlı’nın ‘tehcir’i, yani zorla göçü devreye soktuğunu inkâr edecek değiliz, başka çare var mıydı? Elbette tartışılır, ama Ziya Gökalp’ın deyimiyle ‘mukatele’ olmuştur, yani insanlar karşılıklı birbirlerini öldürmüşlerdir…”[9]

İş bunlarla da sınırlı kalmaz. En sona saklanan “öldürücü darbe” Türkkaya Ataöv tarafından şöyle dillendirilir:

“Fransa dışında da iyi tanınan meslekten sanatçı ve şimdi Ermenistan Cumhuriyeti’nin büyükelçisi Charles Aznavour kısaca ‘soykırım sözcüğünden vazgeçelim’ diyor. Bu gerçek 1915 olayını tarihsel boyutuna indirir; başka bir deyişle, Türkleri ve İslâmı tanımayan, Haçlı vurgulu Protestan Amerikalı ve Katolik Fransız misyonerlerin ırkçı kışkırtmalarıyla Osmanlı topraklarını da bölmek isteyen emperyalist Batı’nın silah, para ve diplomatik yardımları bir yana, olaylar zincirini yalnız ‘Türklerin Ermeni soykırımı’ biçimine sokan Fransa gibi ülkeler dengesiz ‘soykırım’ sözcüğünü artık terk etmelidir.”[10]

Evet, hikâyeleri budur!

Bu egemen inkârcı hikâyenin tümleyici alt başlıklarından birisi de Ermenilerin “Gregoryan Türkler” olduğu saçmasına sarılmaktır.

Bakın ne de bu konuda Namık Kemal Zeybek:

“Ermenistan’da halkın genetik tarihçesini çıkarmak için başlatılan proje krize dönüşmüş. Projenin Sorumlu Müdürü Prof. Levon Yepiskoposyan ‘Ya ataları Türk çıkarsa korkusuyla kimse, bize kan örneği vermek istemiyor’ demiş… Böyle yazdı gazeteler… Bugünkü Ermenistan’da ya da dışarıda yaşayan Ermenilerin önemli bir kısmının atalarının ‘Gregoryan Türkler’ olduğu bilinen bir konudur.”[11]

Evet, Ermenilerin “Gregoryan Türkler” olmasıyla da yetinmeyenler anti-emperyalist söylencelere sarılırlar.

Mesela Yıldırım Koç, “Emperyalist güçler Osmanlı devletini parçalamada halkın çok etnisiteli yapısını kullandı. Emperyalistler tarafından kullanılmayı kabul eden Ermeni ve Rumlar büyük acılar çekti… Ermeniler ve Rumlar, emperyalistlerin piyonu olmanın bedelini pahalı ödediler. Onbinlerce Ermeni ve Rum hayatını kaybetti. Ermenilerin 1915 yılındaki tehciri ve Rumların önce 1922 yılında Yunan ordusunun arkasından topraklarından koparak kaçmaları ve 1924 yılında mübadele ile Anadolu’dan ayrılmaları bu bedelin ne kadar ağır olduğunu göstermektedir,”[12] derken Şükrü M. Elekdağ sazı yeniden eline alır:

“Tarihi kayıtlar, Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra, Ermenilerin millet adı altında örgütlenmelerine müsaade edildiğini, patriklerine onların ruhani ve cismani lideri statüsünün verildiğini ve XIX’uncu yüzyılın son çeyreğine kadar süren zaman diliminde Ermeni toplumunun Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamını, millet sisteminin bahşettiği muhtariyet çerçevesinde, dinsel özgürlük, hoşgörü ve güven ortamında sürdürdüğünü göstermektedir. Bu dönemde Ermenilerin Türk toplumuyla uyum ve kaynaşmada gösterdiği başarı, onlara karşı ayrım yapılmamasını sağlamış ve her kapıyı açmıştır. Bu ortamda Osmanlı Ermenileri, bankerler, tüccarlar ve sanayiciler olarak öne çıktıkları gibi, bir de zengin Ermeni aristokrasisi oluşmuştur. Ancak, Ermenilerin esas kendilerini gösterdikleri alan kamu hizmeti olmuştur. Özellikle, Yunanistan’ın bağımsızlığından sonra Osmanlı’nın güvenini kaybeden Rumların yerini bürokraside kendilerine ‘millet-i sadıka’ unvanı verilen Ermeniler doldurmuş ve başarılı hizmetleri nedeniyle yüzlerce Ermeni, Osmanlı devlet hiyerarşisinde en yüksek makamlara atanmışlardır.”[13]

“Ermeniler Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tahrik ve müdahaleleriyle Anadolu’da ardı arkası kesilmeyen ayaklanmalar çıkarılmıştır. Bir yandan örgütlerin taraftarları, diğer yandan kiliseler, Ermeni cemaatini silahlandırmaya, kiliseleri ve okulları silah ve cephane deposu hâline getirmeye koyuldular. Avrupalı ülkeler de Ermenilere silah, cephane ve para yardımı yapıyordu.

Berlin Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Ermeni sorununa kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ne baskı yapmak için el atmayan büyük devlet kalmamış ve özellikle, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tahrik ve müdahaleleriyle Anadolu’da ardı arkası kesilmeyen Ermeni ayaklanmaları çıkarılarak Türkler ve diğer Müslüman ahali ile Ermenilerin birbirlerine can düşmanı kesilmesi için her şey yapılmıştır.”[14]

“Enver Paşa’ya bağlı gizli bir teşkilât olarak kurulan Teşkilât-ı Mahsusa operasyonel bir birlikti. Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa’ya bağlı olarak kurulan gizli bir teşkilâttır. Kuruluş amacı, İttihat ve Terakki’nin Türkçü ve İslâmcı görüşleri doğrultusunda özellikle yurtdışında karşı-istihbarat ve propaganda faaliyetlerinde bulunmak, örgütlenmeler oluşturmak ve operasyonlar yapmaktır.”[15]

“Tehcir ve Sevk esnasında Ermenilerin katledilmesi ve mallarının gaspı şeklinde cereyan eden olayların üzerine kararlılıkla gidildi… I. Dünya Savaşı’na ilişkin araştırmalar, bu savaşta Osmanlı ordusunu ve Ermeni, Türk ve diğer Müslüman ahalisiyle Anadolu insanlarını mahveden en büyük felaketin dehşetli salgın hastalıkları olduğunu göstermektedir.”[16]

Sonra da Taha Akyol gibi, “askeri zaruretler” diye eklerler:

“Tarih açısından, Ermenilerin 1915 Haziran’ından itibaren bir facia yaşadıkları muhakkak. Tartışma, bunun ‘soykırım’ mı, yoksa ‘savaş zaruretleri’ içinde yaşanmış bir facia mı olduğudur.

Dadrian ve Taner Akçam gibi tarihçiler, ittihatçı Osmanlı hükümetinin Ermenileri ‘temizlemeye’ I. Dünya Savaşı öncesinde karar verdiğini, savaşı fırsat saydıklarını savunurlar.

Eğer böyleyse tehcirde ‘soykırım kastı’nın bulunduğu düşünülebilir.

Öbür yanda, Standford Shaw, Guenter Lewy, Edward Erickson gibi tarihçilerle Türk tarihçilerin çoğunluğuna gelince… 1915 Mart ve Nisan ayları çok önemlidir:

Sarıkamış faciası yaşanmıştır, Çanakkale savaşları devam ederken 25.000 kişilik silahlı Ermeni gücü Van’ı ele geçirmiş, koordineli olarak taarruza kalkan Rus ordusu Van ve civarını işgal etmiştir. Bütün Anadolu’da Osmanlı lojistik sistemi de tehlikeye girmiştir. Bunun üzerine Osmanlı ‘askeri zaruretlerle’ tehcir kararı almıştır.

Böyle ise, 1915 olayları faciadır ama soykırım değildir.”[17]

“Yeter artık” diyerek burada duruyoruz!

Çünkü “Medyaya sızan haberlerden anlıyoruz ki hükümet bu ülkenin yüz yıllık ezberlerine sımsıkı sarılma konusunda hiç kimseden geri kalmak istemiyor.

Davutoğlu bir taraftan İsviçre’den Ermenistan’la sorunların giderilmesi için, perde arkasında arabuluculuk yapmasını istiyor ama öbür taraftan da diplomatik maharetlerini Ermenilerin Cenevre’de dikmek istedikleri bir anıtı engellemek için kullanıyor.

Bülent Arınç Meclis’te yaptığı bir konuşmada Ermeni soykırımının 100. yılı olan 2015 için ‘bütün dünya ülkelerini kamu diplomasisi açısından etkileyebilecek çok özel çalışmalar’ yaptıklarından bahsediyor. Sanki çok matah bir işmiş gibi…

Türk Tarih Kurumu 2015’i karşılamak için kitaplar çıkaracakmış. Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı bünyesinde bütün dünyaya ‘Türk tezlerini’ anlatmak için birimler kurulmuş…

Hiçbir konuda bir araya gelemeyen siyasi partilerimiz, konu 1915 olunca bir araya gelmişler, CHP, MHP ve AKP’li vekiller Meclis’te Türkiye’nin ‘2015 stratejisi’ni tartışmışlar…

Bu ülkede canlarını kaybetmiş, tecavüze uğramış, ruhları sayısız işkenceden geçmiş mağdurlar önünde saygıyla eğilme yürekliliğini gösteremiyorsak eğer, bari susmayı, hareketsiz kalmayı becerebilsek…”[18] 

DEVLETİN İNKÂR VE İMHACI TUTUMU 

Biz “Ermeni soykırımını gerçekleştirmenin, inkâr etmenin kolektif lekesini alnımızdan kim silecek?” sorusunun yanıtını ararken; devletin inkâr ve imhacı tutumu tam istim sürmektedir.

Bu konuda üç örnek yeter de artar:

İlki Muş’tan:[19] ‘Ermeni Mimar ve Mühendisler Dayanışma Derneği’ üyesi Zakarya Mildanoğlu Muş’taki tarihî Ermeni yapılarını ve yapıların durumunu anlattığı 15 Kasım 2013 tarihli konuşmasında, bölgedeki çok sayıda Ermeni kilisesi ve manastırın durumunu yerinde incelediklerini, üzerinde haç sembolü bulunan, Ermenice yazılı, işlemeli taşların kilise ve manastırlardan sökülerek köy evleri ve kamu binalarının inşaatında kullanıldığını belirlediklerini söyledi.

Muş’taki tarihî Ermeni eserlerinin mevcut durumu hakkında bilgi veren Mildanoğlu şöyle konuştu: “Muş Kırköy’de ahır, samanlık ve depo olarak kullanılan, mülkiyeti bir şahsa ait olan Surp Sarkis ve Surp Hagop kiliselerinden biri dört duvarı ve çatısıyla duruyor. Diğerinden iz bile kalmamış. Arakelots Manastırı kalıntıları hâlen bir dönemin taştan simgesi gibi. Halk arasında Kızıl Kilise olarak da bilinen Komer (Suluca) Köyü’ndeki Meryem Ana Manastırı’nın bir duvarı ve çan kulesinin ayaklarından başka bir şey kalmamış. Ortalık moloz ve taştan geçilmiyor, o kadar ki kilise binasının yerini tespit bile edemiyoruz. Son dönemde defineciler kepçeyle her yere çukurlar açmış. Muş’ta ziyaret ettiğimiz başka bir yer ise Çengilli ve Surp Garabed Manastırı kalıntıları. Surp Garabed, Ermeni tarihinin önemli merkezlerinden. 1915 sonrası yağmalanmış. Bugün bu görkemli manastırdan sadece bir iki duvar kalmış. Eşsiz zenginlikteki taş işçiliği örnekleri ise Çengilli köyü camii dahil pek çok binanın duvarlarında yer alıyor.”[20]

İkincisi de: Din değiştirerek “Müslüman olmuş” Ermenilerin nüfus kâğıtlarına kimliklerinin anlaşılmasını sağlayan bir damga vurulmasına ve polisin buna göre muamele yapmasına ilişkin…

Bilindiği üzere: 1915 Mayıs’ında, Ermenilerin büyük tehciri başladığında, önceleri Müslümanlığı kabul etmek bir seçenek olarak sunuldu. İsteyen Müslüman olabilecek ve sürgüne gönderilmeyecekti. Amerikan ve Alman konsolosları, yolladıkları raporlarda Ermenilerin devlet kapılarında büyük kuyruklar oluşturduğunu ve toplu din değiştirmelerin yaşandığını bildirirler.

Din değiştirenler gerçekten de sürgüne yollanmazlar. Sadece bulundukları vilayetin sınırları içerisinde diğer Müslüman köy ve kasabalara dağıtılırlar. Fakat Müslümanlığa geçiş sayısı tahminlerin çok ötesindedir. Hükümet, belki de bu denli büyük din değiştirme beklemediği için bu kararı durdurmak zorunda kalır.

Neden basittir; din değiştirmeye müsaade edilmesinin amacı asimilasyondur. Ama bu toplu geçişlerle, Ermenilerin gerçek kimliklerini koruyacaklarından korkulmaktadır.

1 Temmuz 1915’te bölgelere yollanan bir tamimle artık din değiştirmelere izin verilmeyeceği bildirilir. “Bunların amacı gerçekten Müslüman olmak değil, sadece sürgünden kurtulmaktır,” diyen İçişleri Bakanı Talat bu gibi başvuruların, bundan böyle hiç bir biçimde ciddiye alınmamasını ister. Çünkü bunlar Müslüman olsalar bile “fesatlıktan geri kalmayacaklardır”.

Daha sonra bölgelere sık sık tamimler yollanır ve hiçbir istisnai muameleye izin verilmeyeceği kesin olarak bildirilir.

Kasım 1915’e kadar Ermenilerin Anadolu’dan boşaltılması tamamlanır ve yoğun katliamlarla Ermeni sayısı ciddi biçimde azaltılır. İttihatçı Hükümet yeniden din değiştirmeye izin vermekte mahzur görmez. 5 Kasım 1915’te bölgelere yolladığı özel bir yazı ile, “ister gönderilmiş ister gönderilmemiş olsun, din değiştirenlerin taleplerinin kabul edileceği” bildirilir. 1916 baharından itibaren ise, din değiştirme artık zorunludur. Ermenilere, “ya Müslüman olmak ya da Der-Zor’a sürülmek” seçenekleri sunulur. Ermeniler, Der-Zor çöllerinin katliam ve imha demek olduğunu çok iyi bilmektedirler.

Bu tarihten itibaren sağ kalmış her Ermeni Müslüman olmuştur. Ermenilerin yeniden eski dinlerine dönmelerine 1918 ve 1919 yılında yayınlanan tamimlerle müsaade edilir. Şunu büyük bir rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eğer yeniden Hıristiyanlığa dönmemişler ise, Anadolu’da hayatta kalan her Ermeni Müslüman olarak kalmıştır.

Peki, Müslüman olan Ermeniler nasıl ayırt edilecek? Hükümet, din değiştirmiş olmalarına rağmen Ermenilere hâlâ güvenmemektedir; bunlar için özel tedbirler alır ve bazı yasaklamalar getirir. Bunların başında serbest dolaşım hakkı gelir. Din değiştirmiş Ermeniler, diğer Müslümanlara verilen bu haktan yararlanamazlar. Seyahat edebilmeleri için özel izin almaları gereklidir ama bu özel izni vermek yetkisi yerel yöneticilerin elinde değildir. İzin ancak İstanbul’dan, doğrudan Bakanlık’tan alınabilmektedir.

Fakat bu yasaklamalara rağmen izinsiz seyahatler sürmektedir. Talat Paşa bölgelere sık sık emirler yollar ve Bakanlıktan özel izin almamış bu gibi kişilerin seyahat etmelerine müsaade edilmemesini ister.

Ama sorun şuradadır. Seyahat eden kişinin din değiştirmiş bir Ermeni olduğu nasıl anlaşılacaktır?

Bunu çözmenin tek yolu vardır; din değiştirmiş Ermenilerin nüfus kâğıtlarına, Ermeni olduklarının anlaşılmasını sağlayacak bir kayıt düşmek gerekmektedir. Bunun kararı alınır. Böylece, Müslüman ismi alan Ermenilerin, diğer Müslüman ahali içinde kaybolmasının önüne geçilebilecektir. Nüfus cüzdanlarına konan bu özel belirleme ile bu insanların ayrı muameleye tabi kılınmaları sağlanacak ve takip edilmeleri kolaylaşacaktır…

1916 yılı itibarıyla din değiştiren Ermenilerin, sadece nüfus kayıtları değil, nüfus cüzdanları öyle düzenlenecektir ki, bu kişilerin Ermeni oldukları anlaşılacaktır. İşte Türkiye’de bugün devam eden uygulama budur. İttihatçı zihniyet tüm bir Cumhuriyet boyunca iktidarda kalmıştır.[21]

Nihayet üçüncüsü; onu da Garabet Orunöz’den aktaralım:

“Ben dayımı 2009’da, Malatya Pötürge’nin bir köyünde gidip buldum. Dayımlar din değiştirip orada kalmışlar. ‘Yeni bir hayat kurduk, çok zor oldu ama kurduk, bozmayalım’ diyor. Kendim için değil, komşular için namaz kılıyorum diyor.”

Sonra hikâyenin hem trajik hem de komik tarafına geçiyor. “Dayımın oğlunun lakabı ‘Gâvur İmam’. Dayım, oğlunu imam hatibe göndermek istemiş. Kimse istememiş ‘gâvurun göbeli’ diye. Dışlanınca gitmemiş o da. Ama hep namazını camide kılan biri. Onun için köyün esas imamı bir yere gidecek olduğunda dayımın oğluna bırakıyormuş imamlığı. O da kıldırıyormuş, ama arkasında namaz kılan köylü, köy kahvesinde de dedikodu yapıyor tabii: ‘Bugün de namazı Gâvur İmam’ın arkasında kıldık’…”

Dayısının yıllarca onunla görüşmek istememesinin sebebi, Ermeni bir yeğeni olduğunu köye hatırlatmamak. Çünkü iyi hatıralar yok geçmişte:

“Bir dayım çok genç yaşta ölmüş. Camide namazını kılmışlar, tam mezarlığa doğru yola çıktıklarında yollarını eli sopalı kişiler kesmiş, ‘Bu ‘kefere’yi bizim mezarlığımıza gömdürmeyiz’ demişler. Dedem de dayımı almış, götürüp mezarlığın karşı tepesine gömmüş. Ondan sonra köyde ne kadar din değiştiren Ermeni rahmetli olduysa, cenaze namazları kılınıyor, camiden kaldırılıyor ama dayımın yanına gömülüyor.”

Köyde ikilik olup, mezar sayısı 20-25’e ulaşınca muhtar durumu kaymakama aktarmış. Orunöz devam ediyor: “Kaymakam köyün imamını istetmiş. ‘İlk cumaya köyün erkeklerini çağır ‘Her kim ki namaz kılıyorsa, onun cenazesi Müslüman mezarlığına gömülebilir’ dedi. İmam ‘O mezarlıklar ne olacak?’ diye sormuş. Kaymakam da ‘Oraya karışma’ demiş. İlk cumada erkeklerin hepsi camiye toplanıyor, vaaz veriliyorken, bir dozer de o 20-25 mezarlığı yerle bir ediyor.” Susuyor ve devam ediyor Orunöz: “1960 öncesi bunlar. Ha bunlar acılarımız, olmuş bitmiş, yeter ki bir kez daha yaşanmasın.”

Bu noktada sözü Birzamanlar Yayıncılık Yayın Yönetmeni Osman Köker alıp, 1914’teki nüfus verilerini hatırlatıyor: Osmanlı arşivlerine göre 35 bin nüfuslu Malatya’da 15 bin, Arapgir’de 10 bin ve Darende’de 2 bin 800 civarında Ermeni kayıtlı imiş. Toplam 28 bin kişi. Patrikliğin 1911 tarihli verileri ise sadece Malatya merkezde 25 bin Ermeni’den bahsediyor.

Garo Paylan’ın sözleri durumu çok net özetliyor: “Ben İstanbul’da doğmuş bir Ermeniyim, ama hep Malatyalıyım dedim ve hep öyle hissettim. Nerden baksanız Malatya’nın yarısıydık, sonra büyük bir kırımla, yıkımla ‘kılıç artıkları’ olarak kalakaldık. Bunu Yahudi soykırımı gibi düşünemeyiz, gelip geçmedi hiçbir şey. Çünkü o ‘kılıç artıklarına’ da düşen üç kuşak sessizlik oldu. Malatya’da şu anda kendine ‘Ermeniyim’ diyen en fazla 50-60 kişi kaldı.”

Ermeniler gibi Ermeni yapıları da nasibini almış ‘yıkım’dan. Osman Köker 1900’lerin başında Malatya’da üç kilise, bir manastır, dört Ermeni okulu ve bu okullarda okuyan 800 öğrenci olduğunu söylüyor ve ama şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Esen yellerde asılı kalan günahlar da var. “Malatya’da Fransız Misyonu ya da Katolik Misyonu da denen ve Ermeni çocukların da eğitim aldıkları okul, Cumhuriyet döneminde uzunca bir süre genelev olarak kullanıldı” deyince salondaki Ermenilerden değil ama Ermeni olmayanlardan tuhaf bir iç geçirme yükseliyor.

Malatya Hay-Der’in Başkanı Hosrof Köletavitoğlu da şu anda Malatya’da 65-70 yaşın üzerindekilerin oranın genelev olarak kullanıldığı zamanları hatırladığını söylüyor: “Belgesi yok, bilgisi sözlü tarihe, yaşlıların anlatısına dayanıyor. Çocukluğumda da Malatya’da genelev yoktu, ama genelev fonksiyonu olan bir yer yoktu anlamına gelmiyor bu. 1940’larda başlamış genelev olarak kullanılmaya ve 60-65’lara kadar da devam etmiş. Ermeni kiliselerinin, okullarının depo, ahır, hapishane, olarak kullanıldığını biliyoruz da genelevi bir tek burada duyduk. Yazılı, kayıtlı bir şey bulmak mümkün olmuyor. Ne tesadüf ki 100 kadar nüfus dairesi, 30 kadar tapu dairesi yanmış.”

Ama tanıklar hâlâ var. 1935 doğumlu Kapriyel Orguneser mesela: “Genelev olarak kullanılan büyük bir ahşap bina vardı. Babam derdi ki, burası eskiden Fransız kolejiydi. Surp Yerrortutyun kilisesi vardı, onun askeri depo olarak kullanıldığını hatırlıyorum ben. Sonra ahşap bir Katolik kilisesi vardı, tütün deposu olarak kullanıldı. Ortaokuldayken dozerlerle yıkıldığını kendim gördüm.” Malatyalılar, Dink’in ruhunu belki de ancak böyle şad edebileceklerini herkesten daha iyi biliyor. Geçen sene yerle bir edilen Malatya Ermeni Mezarlığı’na son dua yeri yapılmasını bile önemsiyorlar. Hrant’ın bir hemşerisi şöyle bitiriyor: “Biz hâlâ son dua yeri yaptırıyorsak, bu topraklarda kalmak içindir bu çaba.”[22]

“ERMENİ AÇILIMI” DENEN ŞEY! 

Evet devletin inkâr ve imhacı tutumu tam da buyken; “Ermeni Açılımı” denen şeye gelince; ilk anımsatılması gereken şey egemenlerin “açılım” dediği her şeyin bir kilitleme/ ve gölgelemeden başka bir şey olmadığı/ ve olamayacağıdır!

“Ermeni Açılımı” denen şey Erdoğan AKP’sinin “diplomasi show’undan başka bir şey değildir.

Bu konuda Ara Toranyan’ın, “Türk hükümeti Ahtamar’daki ayinle imajını düzeltmeyi amaçlıyordu. Fakat tarihi başkentlerinin tam kalbinde yer alan en kutsal tapınaklarından birini ‘tarihsel bir kalıntı’ olarak müzeye çevirip, Ermenilere senede bir gün dua etme izni verilmesi çok da hoşgörülü bir tavır gibi görünmüyor…”[23]

Phil Gamagelyan’ın, “Ahtamar’ın 2007’deki açılışına, aldığım davetiyede kilisenin Ermeni kökenine dair hiçbir ibare bulunmazken ‘Orta Asya mimarisinin anıtlarından biri’ ifadesi kullanıldığı için katılmadım. Ancak kilisenin restorasyon süreci iyi niyetli bir adım. Eksiklikleri propagandaya alet etmemeliyiz…”[24]

Dönemin Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan’ın, “Dink cinayetinin ve Türklerin verdiği tepkinin, Türk liderleri Ermenistan’la çıkmazı devam ettiren politikalarında değişikliğe götüreceğini ummuştuk. Fakat Türkiye sırf Ermeniler soykırımdan söz ediyor diye sınırı kapalı tutmayı ve diyalog önerilerini reddetmeyi sürdürüyor…”[25]

Edvard Nalbantyan’ın, “Ermenistan’la protokolleri Karabağ sürecine bağlayan Türkiye, hem Erivan’la hem uluslararası toplumla farklı dillerden konuşuyor. Ermenistan soykırımın tanınmasını bile önkoşul olarak öne sürmezken, Ankara’nın Karabağ’ı imza sonrasında gündeme getirmesi iyi niyetli değil…”[26]

‘The Armenian Weekly’nin, Türk hükümeti, Türkiye-Ermenistan protokollerini onaylamayı başaramamasından ve sözüm ona ‘normalleşme sürecini’ esasen dondurmasından beri, hiç ilerleme kaydedilmezken sanki ilerleme varmış gibi bir görüntü yaratmanın alternatif yollarını arıyor…”[27] türünden uyarı ve eleştirileri konuyu yeterince net biçimde ortaya koyuyordu…

Söz konusu hâl yani “Türkiye, Ermenistan’la imzalanan protokoller ve Akdamar’daki ayin sayesinde AB’nin gözüne girmeye çalışırken Ermenileri iki kampa böldü. Bazı Ermeniler ayini reklamdan ibaret görürken, Türkiye İçişleri’nin İstanbul Patrikliği’nin iç işlerine karışması da bölünme yaratır”ken;[28] dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, “Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde bir yıldan kısa sürede olumlu sonuçlanacak gelişmeler olabilir,” dedi demesine de “kazın ayağı” hiçte böyle değildi…

Öncelikle “31 Ağustos 2009’da Türkiye’yle Ermenistan arasındaki ilişkilerin tesis edilip geliştirilmesini öngören mutabakatın imzalanması, Ermeni yetkililerin ciddi bir analiz ve hesap yapmaksızın kalkıştığı yeni bir macera. Bu macera Ermeni davasına çok vahim zararlar verebilir,”[29] türünden eleştirilere maruz kalan Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, T.“C”nin “Karabağ Sorunu” ve “Hocalı Soykırımı” iddialarını ön şart olarak ileri sürmesiyle birlikte, ‘Le Figaro’ya demecinde, “Türkiye’nin açıklamaları bana bu protokolleri, yakın gelecekte onaylamayacakları izlenimi veriyor. Biz uyarıda bulunduk. Eğer, Türklerin bu normalleşme sürecini başka amaçla kullandıklarını görürsek, buna gerekli karşılığı veririz ve protokollerden imzamızı çekeriz,” diyerek Türkiye ile imzalanan ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik protokollerden imzasını çekme olasılığını dillendirdi.

Bunun böyle olması şaşırtıcı değildi. Çünkü, T.“C”nin inkâr ve imhacı tutumu bu kez de Erdoğan’ın AKP’sinde cisimleşirken T.“C” Başbakanının Ermenistan’la “yol haritasında” Dağlık Karabağ sorununun önşart olmadığı haberlerine kızan Azerbaycan’ı teskin için Bakû’ye gidip “sınırın ancak Karabağ’da çözüme bağlı olduğunu” açıklamasına Erivan’dan tepki gelmesi kaçınılmazdı.

Muhammed Nureddin, “Ermeni hükümeti tarih komisyonu kurulmasını kabul ederek diasporayı karşısına alma riskine bile girmişken, Türkiye’nin Karabağ sorununu öne sürerek tarihi protokolleri suya düşürmesinin hiçbir haklı gerekçesi yok,”[30] derken; aslı sorulursa Vicken Çeteryan’ın işaret ettiği üzere, “Erdoğan’ın, Ermenistan’la normalleşme protokollerini Karabağ’da çözümle bağlantılı kılması bir vetoydu…”[31]

Bunların yanında “Erdoğan’ın, Fransa, ABD ve İsveç’teki soykırım kararlarına yanıt olarak Türkiye’deki kaçak Ermeni göçmenleri tehdit etmesi de dehşet vericiydi…”[32]

ERMENİLER HÂLİ YA DA DİYORLAR Kİ

İfadeye gayret ettiğimiz tabloda Ermenilerin seslerine kulağımızı tıkadığımız hâli(mizi), en iyi Baruch Spinoza’nın, “Gerçek şu ki, kayıtsızlığımız arttıkça özgürlüğümüz azalıyor,” sözleri tanımlarken; avukat Patrick Devedjian Türk halkıyla devleti arasına kalın bir çizgi çekerek, sorar: “Türk hükümeti Talat Paşa’yı neden savunuyor? Neden Talat Paşa’nın avukatlığını yapıyor? Ermenistan’la sınır neden kapalı? Tüm bunlar aynı nefretin devamı olmasın?”[33]

Soru sonuna kadar haklıyken Sevan Nişanyan da ekler: “İzan sahibi Türkler inkârın boyutlarını tartışmakla meşgul. ‘Neden oldu?’ sorusunu sorabilense yok…”

Tüm bunlar “Neden oldu” sorusuna “Ama”sız, “Fakat”sız net yanıtlar verilmeliyken; Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’ın, Suriye’nin Deir Ez-Zor kentindeki konuşmasında altını çizdiği gerçek unutulmamalıdır: “Auschwitz, Yahudilerin Deir Ez-Zor’udur”!

Evet Auschwitz’i de, Deir Ez-Zor’u da yaratanlar aynı zihniyetten, ekoldendir.

Bunun böyle olduğunun kanıtlarından birisi de, 1915’te çıkarıldıkları ölüm yolculuğunda annesini, babasını kaybeden ve şans eseri hayatta kalan Trabzon doğumlu şair ve yazar Leon Z. Surmelian’ın, korkunç yolculukta yaşadıklarını anlattığı ‘Soruyorum Sizlere Hanımlar ve Beyler?’ başlıklı yapıtındaki haykırışı değil midir?[34]

Bunlardan dolayı Ermenistan eski Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın, “Türkiye’nin soykırımı tanımakla yasal açıdan toprak vermesi gerekmeyebileceğini, ancak Ermenistan’ın maddi ve manevi zararlar için tazminat isteme hakkının saklı olduğu”ndan söz etmesi; ya da Erivan’da ‘soykırımın’ 93. yıldönümü anma törenlerinde Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’ın, “Ermenistan tarihi adaletin tesisi için çabalarını ikiye katlamalı. İnkârcılığın geleceği yok. Hele de pek çok ülkenin gerçeğin yanında yer aldığı günümüzde,” deyişlerinin önemi büyüktür.

Ama sakın ola, hâl bu iken, birileri kalkıp da Başbakan Erdoğan ile bir araya gelen -ve Büyükbabasının da 1915’de öldüğünü anlatan- Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu’nun, “1915 olaylarının ‘soykırım’ değil, çok samimi iki dostun arasındaki kavga” deyişinden…

Veya Oktay Ekinci’nin, “Osmanlı’nın son dönemlerinde görev yapan 22 bakan, 33 milletvekili, 7 büyükelçi, 11 konsolos, 29 paşa Ermeniydi… TBMM’de 1960’lara kadar görevli 12 Ermeni milletvekilimiz vardı; 27 Mayıs 1960 devrimiyle kurulan Cumhuriyet Senatosu’nda da 1 üye Ermeni’ydi… Bunlar arasında ilk TBMM’den itibaren 1946’ya kadar Afyonkarahisar milletvekili olarak görev yapan Berç Keresteciyan Türker’in soyadını da Atatürk’ün verdiğini nasıl unutabiliriz?” laflarından söz etmeye kalkışmasın!

Çünkü 24 Nisan, 23 Nisan söylenceleriyle uyutulanların karşısındadır! 

24 NİSAN 1915

Pek haberdar olduğumuz ya da olmak istediğimiz söylenemez, öyleyse hatırlayalım. İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı devletinin, kendi Ermeni vatandaşının kökünü Anadolu’nun her köşesinden kazıyan kararının uygulamaya başlandığı kara gündür 24 Nisan…

Hatırlayalım: Kasım 1918’de İttihatçıların yerini alan yeni Osmanlı hükümetinin Mayıs 1919’da açıklanan komisyon raporuna göre, hayatını kaybeden Ermeni vatandaşların sayısı 800.000. 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın Cihan Harbi’ndeki kayıplar üzerine yayımladığı kitapta “800.000 Ermeni ve 200.000 Rum katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyor. Bu ölümlere 1918 sonrası açlık, hastalık ve katliam sonucu Kafkasya’da hayatlarını kaybedenler dâhil edildiğinde kayıplar bir milyonu aşıyor. Taner Akçam’ın 21 Nisan 2013 tarihli ‘Zaman’da verdiği rakamlar böyle.

Osmanlının tamamlayamadığı “temizlik” işini ise Kemalist Türkiye tamamlıyor. Anadolu’daki “kılıç artıklarını” İstanbul’a sığınmaya mecbur ederek ve başta kiliselerle okullar olmak üzere maddî izleri silerek.

Ermeni soykırımı, “Bir günde başlamış” ya da “bir günde zirveye çıkmış” bir trajedi değildir. 100 yıldır, varlıklarının toptan bir imhasına girişildiğini “kanıtlamaya” çalışmak zorunda bırakılan Ermeniler, bu büyük faciaya ilişkin takvime bir işaret düşmek istediklerinde, 24 Nisan 1915’i iki önemli gelişmenin yaşandığı bir gün olarak seçtiler ve işaretlediler…

24 Nisan 1915’in “güneş”i henüz doğmuşken İstanbul’da büyük bir operasyon başlamıştı: Yüzlerce aydın, yazar, sanatçı, öğretmen, avukat, doktor ve hatta Meclis-i Mebusan vekilleri evlerinden tek tek toplanıyorlardı. Ortak özellikleri “Ermeni olmaları” ve İstanbul Ermeni cemaatinin önde gelen simaları olmalarıydı… Götürüldüler… Ve bir daha asla geri gelmediler. Osmanlı ordusu üç büyük cephede I. Dünya Savaşı çılgınlığını yaşamaktaydı… Ve donanımsız ordu, Çanakkale’de halkın en yoksul çocuklarının kanlı bir ölüm oyununda barikata çevrilmesiyle sağlanan direniş dışında bozguna uğramaktaydı. ‘Turan ülküsü’yle girdikleri savaşta, önlerindeki ilk dağı aşamadan binlerce çocuğu karlara gömen İttihatçılar, ‘müflis baba’nın aç çocukları içinden birini suçlu ilan etmesi gibi, bir ‘iç düşman’a işaret ederek, hem sorumluluklarından kaçacak, hem de 1894’de sözde muarızları II. Abdülhamit’in başlattığı ‘Ermeni meselesini hâlletme’ işini tamamına erdireceklerdi. Madem kendi nefesleri Turan ülkesine yetişmiyordu, o hâlde Turan ülkesi kadim halkların 1000 yıllık ülkesine kılıç zoruyla gelip yerleşecekti!

24 Nisan 1915 günü İstanbul’dan toplanarak Haydarpaşa’dan trenlere istif edilen ve ‘bilinmeyen’ bir rotada, ‘buhar olacakları’ yolculuklarına çıkarılan Ermeni entelijensiyası; yüksek platoda; Van’da, Muş’ta, Ergani-Maden’de, Kilikya’da ve başka yerlerde, ücra köylerde, dağ yamaçlarında, tozlu vadilerde, ıslak dere yataklarında eşkıyalara boğazlatılan Ermeni çocuklarla aynı kaderi yaşadı. 24 Nisan, ‘Anadolu’nun gözlerden uzak ıssızlığında el yordamıyla hâlledilen bir işin payitahta düşmüş gölgesiydi. İkinci olarak, “Ermeni komitelerini dağıtarak” tutukladıklarını Ankara ve Çankırı hapishanelerine tıktıklarını iddia eden katliamcıların kendilerini tarihsel olarak ele verdikleri gün de 24 Nisan’dır…

İttihat ve Terakki caniliğinin üç büyük isminden olan Talat Paşa imzasıyla Osmanlı Ordusu Başkomutanlığı’na buyurulan şu “emir” de 24 Nisan 1915 tarihlidir:

“Arzınıza, Ermeni komitelerinin Osmanlı memleketlerindeki siyasî ihtilâl teşkilâtları ile öteden beri, kendilerine idarî bir özerklik teminine yönelik teşebbüsleri, harbin ilânını takiben Taşnak Ermeni komitesinin Rusya’da bulunan Ermenilerin derhâl aleyhimize hareketine ve Osmanlı topraklarındaki Ermenilerin de ordunun zayıf düşmesini bekleyerek o zaman bütün kuvvetleri ile ihtilâle kalkışmalarına dair aldıkları kararları, her fırsattan yararlanmak suretiyle vatanın hayatına ve geleceğine tesir edecek hain hareketlere cür’etleri, özellikle devletin harp hâlinde bulunduğu şu sırada Zeytûn ile Bitlis, Sivas ve Van’da meydana gelen son isyan hareketleri ile bir kere daha kesinleşmiştir. Esas olarak merkezleri yabancı ülkelerde bulunan ve bugün unvanlarında bile ihtilalcilik sıfatını koruyan bütün bu komitelerin çalışmalarının Osmanlı devleti aleyhine olarak, her türlü sebebe ve vasıtaya başvurmak suretiyle, son emelleri olan özerkliği elde etmek amacı etrafında toplandığı, Kayseri, Sivas ve diğer yerlerde ortaya çıkarılan bombalar, Rus ordusuna gönüllü alaylar teşkil ederek Ruslarla birlikte memlekete saldıran, aslında Osmanlı uyruğundan olan Ermeni komite başkanlarının harekâtı ve Osmanlı ordusunu arkadan tehdit etmek suretiyle pek büyük ölçüde aldıkları tertipleri ve yayınları ile meydana çıkmıştır.

Bunun üzerine devletin kendisi için duygusal bir mesele teşkil eden bu cins tertipler ve teşebbüslerin devam etmesine hiçbir zaman göz yummayacağı, hoş görmeyeceği ve fesat kaynağı olan komitelerin hâlâ varlıklarını kanuna uygun kabul edemeyeceğinden, sözlü olarak da ifade edildiği gibi, bütün siyasî teşkilâtların kaldırılmasını acil ihtiyaç olarak hissetmiş ve gerekli tedbirleri almıştır. Nubar’ın Hınçak, Taşnak ve benzeri komitelerin gerek başkentte ve gerekse illerde bulunan şubelerinin derhâl kapatılmaları, evrak vesairenin kesinlikle kayıp ve imhasına imkân bırakmamak suretiyle alınması, komitelerin başkan ve üyelerinin, bu işe teşebbüs eden şahıslar ile emniyet güçlerince tanınan önemli ve zararlı Ermenilerin hemen tutuklanmaları, bulundukları yerlerde ikametlerinin devamında sakınca görülenlerin il dâhilinde uygun görülecek yerlerde toplattırılarak kaçmalarına meydan verilmemesi, gerekli yerlerde silâh aramaya başlanarak, her türlü ihtimale karşı komutanlar ile haberleşilerek kuvvetli bulunulması, uygulamaların iyi yapılmasının temini ve bitirilmesi ile ortaya çıkacak evrak ve belgelerin incelenmesi sonucunda tutuklanan şahısların askerî mahkemeye verilmeleri uygun görülmüştür. Onaylandığı takdirde, gereğinin yapılmak üzere durumun bildirilmesine izin verilmesi konusu emirlerinize arz olunur.” 24 Nisan 1915 İçişleri Bakanı Talât…”

Yeri geldi aktaralım: Türkiye ve olimpiyat deyince akla gelen ilk isimlerden Selim Sırrı Tarcan, 1912’deki Stockholm oyunlarının ardından şöyle yazmıştı: “26 farklı ülkenin en seçkin evlatları oradaydı; bir tek bizden kimse yoktu.”

Avrupa’da spor eğitimciliği okuyan Şavarş Krisyan, yayımlanmasına önayak olduğu ‘Marmnamarz/ Beden Eğitimi’ dergisinden cevap verdi kendisine: Kırgındı çünkü iki Ermeni sporcu, Mıgırdiç Mıgıryan ve Vahram Papazyan Osmanlı hilalleriyle oradaydı. Ve Krisyan, 24 Nisan 1915’te Haydarpaşa’dan kalkan trene bindirilen ve bir daha haber alınamayan Ermenilerden biriydi…

Özetin özeti: 24 Nisan 1915’te bir grup Ermeni entelektüelinin Çankırı ve Ayaş’a sürgünü ile sembolik olarak, 27 Mayıs 1915 tarihli ‘Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun’la ise resmen başlayan Ermeni soykırımı esas olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenmiş olan Türk milliyetçiliğinin, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Türk ulus devletini kurmanın ilk adımı olarak ülkeyi gayrimüslim unsurlardan temizleme ve sermayenin Müslümanlaştırılması/ Türkleştirilmesi harekâtıydı.

Böylesi büyük bir suçun işlenmesi elbette imparatorluk tebaasının önemli bir kesiminin işbirliği ile mümkün oldu. İTC, tehcir ve imhayı gerçekleştirirken, gerek Kürt, Türk, Çerkes, Gürcü, Ermeni toplumları arasındaki, gerek Alevî, Sünni, Hıristiyan, Ezidi toplumları arasındaki gerekse bölgeler, şehirler, köyler, aşiretler ve hatta kişiler arasındaki gerilimleri ustaca kullandı.

Böylece Ermenilere (ve elbette Rumlara, Süryanilere) yönelik kaçırtma ve imha hareketlerinde İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’ya ve ordu birliklerine destek veren, birçok yerde bu işleri bizzat örgütleyen ve yürüten Türk, Kürt, Çerkes, Çeçen, Gürcü gibi değişik etnisitelerden Müslüman gruplar arasında ‘nitelikli’ suç ortaklığı oluşturuldu. Geride kalan Ermeni mallarını talan eden, Ermenilerin çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını haremlerine katan yerel eşraf ya da halk kesimleri, Ermenilerin el konulan zenginliklerini kendine sermaye yapan ticaret burjuvazisi, Ermenilerin boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratan zanaatkârlar da bu büyük suçun açık ya da zımni ortakları oldular.

Kötülerden kimilerini sıralarsak…

Tehcirin eylemci ekibinde, 3. Ordu Komutanı General Mahmud Kâmil Paşa, Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nden Albay Seyfi, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa ve üvey kardeşi Nuri (Kıllıgil) Paşa, Musul’daki 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa, teşkilâtın tetikçisi Yakup Cemil ve ‘Deli’ Halit (Karsıalan) gibi Harbiye mezunları, İTC Merkez Komitesi üyeleri Bahaeddin Şakir, Nazım ya da Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit gibi doktorlar, ‘Sopalı Mutasarrıf’ lakaplı Trabzon Valisi Cemal Azmi, önce Erzincan Bölge Valisi, daha sonra Bitlis, Bağdat ve Musul vilayetlerinin genel valisi olan Mehmet Memduh, Maarif Nazırı Ahmet Şükrü, Emniyet Müdürü İsmail Canbolat gibi yüksek bürokratlar, Giresunlu Topal Osman Ağa ve Trabzonlu Yahya Kahya gibi eşraftan olanlar, Malatya Müftüsü Sagirzade gibi din adamları vardı.

Elbette, en korkunç suçları işleyenler tehcir konvoylarına, Osmanlı tarihinde o güne dek eşine rastlanmadık bir barbarlık içinde saldıran, konvoyları yağmalayan değişik toplumlardan gelen çete reisleri ve çete üyeleriydi. Bu barbarlığın temel nedeni, bu çeteleri oluşturan kadroların büyük bir bölümünün İTC Merkez Komitesi üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım tarafından kana susamış caniler arasından özenle seçilmiş olmalarıydı. Bunlar, sözü edilen korkunç görevleri yerine getirmeleri kaydıyla, özel emirlerle hapishanelerden salıverilmişlerdi.

İyilerden kimilerini sıralarsak…

Buna karşılık Ermenilerin öldürülmesine karşı çıktığı için öldürülen, Ermenileri evlerinde saklayan, Ermenileri korumak için hayatını tehlikeye atan yöneticiler ve halk kesimleri de vardı. Örneğin 1914’ten itibaren sırasıyla Halep ve Konya Valiliğinde bulunan Celal Bey, vilayetindeki Ermenilerin tehcirine izin vermemişti. Kendisine bu kanlı yolculuğun ‘milli mefkûre’ olduğunu söyleyen İTC Merkez Komitesi’nin adamına “Hangi milli mefkûre? Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir” diye cevap vermişti ve 1915 Ekiminde görevden alınıncaya kadar çevre illerden de pek çok kişinin de Der Zor’a gönderilmesini engellemişti. Ankara Valisi Mazhar Bey, vilayetindeki Ermenilerin gönderilmesine karşı çıktığı için 1915 Ağustosunda görevinden alınmıştı. Mazhar Bey tehcire neden karşı çıktığını şöyle açıklamıştı: “Ben valiyim, eşkıya değilim.”

Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), sadece kendi bölgesindeki Ermenileri sürgüne göndermeyi reddetmekle kalmadı, Balıkesir, Afyon, İzmit ve Adapazarı gibi çevre şehirlerden Kütahya’ya gelen Ermenilere de her türlü yardımı yaptı. Kütahya’ya yığılmayı önlemek için, gelenleri meslek ve sanatlarına göre çevre ilçelere ve köylere gönderdi. Himaye ettiği Ermenilerin Türk Kızılay’ına verilmek üzere aralarında topladığı 500 altını da diğer illerden Kütahya’ya sığınan Ermeni yoksullara dağıttı ve göçmenler için aşevi kurdu. Ermeni çocuklarının eğitimden yoksun kalmaması için bir okul açtırdı ve başına bir Ermeni’yi müdür olarak atadı.

Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey ve Erzurum Valisi Tahsin Bey de imha emirlerini uygulamadılar. Malatya Belediye Başkanı Azizoğlu Mustafa Ağa tehciri engelleyecek yetkiye sahip değildi ama birçok kişiyi evinde sakladı. Bir İTC üyesinin oğlu tarafından “gavurları koruduğu” için öldürüldü.

Tehcir emirlerini uygulamayı reddeden Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey, Beşiri Kaymakam Muavini Sabit Bey, Basra Valisi Ferit Bey, Müntefek Mutasarrıfı Bedii Nuri Bey ve gazeteci İsmail Mestan, İTC’nin ileri gelenlerinden Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey’in emirleriyle öldürüldüler. Mardin Mutasarrıfı Hilmi Bey ise, son anda ölümden kurtuldu.

Savur Kaymakamı Sıtkı Bey, Dominiken misyonerlerinden 200 kadar kişiyi evinde sakladı. Midyat Kaymakamı Nuri Bey, Çermikli Muhammed Hamdi Bey, Savurlu Mehmed Ali Bey, Silvanlı İbrahim Hakkı Bey Ermeni ve Süryanilere iyilikleri olan kişilerdi. Urfa’da Binbaşı Sıtkı Bey Süryani cemaatinin ve Ermeni Katoliklerinin liderlerini ölümden kurtarmıştı. Urfalı Hacı Halil, aynı aileden yedi kişiyi katliamdan kurtarmak için evinin tavan arasında saklamıştı.

Ayrıca Trabzon bölgesinin ve Kastamonu’nun bir kısım Sünni Türk halkı, Konyalı Mevleviler, Mardinli Süryaniler, Sincarlı Yezidiler ve Dersimli Kızılbaş aşiretlerinin büyük çoğunluğu Ermenileri korumuştu. Dersim’in dış çeperlerini oluşturan Arapkir, Eğin, Gürün, Kemah, Erzincan, Tercan, Kiğı ve Palu’da ise Ermenilere yönelik talan saldırıları yanında ciddi katliamlar olmuştu. Aynı şekilde Suriye’deki Zor’da pek çok Arap aşireti sürgünlere yemek ve barınak sağlarken, bazı Bedevi aşiretleri yağma ve katliamlara katılmışlardı. Res’ul-Ayn’da bazı Çeçenler Ermenilere saldırırken bazı Çeçenler de Ermenileri korumuştu.[35]

Toparlarsak: Sorunun kökeni çok eskilere dayansa da, 24 Nisan 1915 tarihi, uzun, dönüşü olmayan bir ölüm yürüyüşünün, soykırımın başlatılma tarihidir. Evet. Yalan değil; bu süreçte binlerce ev, imalathane, okul, kilise ve manastır talan edilip, Anadolu’nun Hıristiyan halkları planlı ve sistematik bir sürgünle yok edildi veya köklerinin bulunduğu topraklardan çıkarıldı. Bu olay, Türkiye burjuvazisinin sermaye birikiminin ana kaynaklarından birini oluşturup, Ermenilerden kalan mallar kurulacak olan ulus devletin sermayesini oluşturdu. Sermayenin Türkleştirilmesi politikası, cumhuriyet tarihi boyunca 1936 Beyannamesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu ve ‘Vakıflar Kanunu’ gibi uygulamalarla devam etti. Her yıldönümünde kaçırdığımız bir fırsat aslında: Geçmişimizle samimi yüzleşme ve hesaplaşma fırsatı, bir büyük dramın acısını yüreğimizde hissetme fırsatı.

Tarihi gerçekler çarpıtıldı, inkâr edildi. Devlet retoriğini; Kürt, Ermeni, Asuri-Süryani, Helen, Ezidi halklarının inkârı üzerine inşa etti. Halk, yalan -yanlış, uyduruk iftiralarla koşullandırıldı. Türkiye’de tekçi paradigma ve buna dayalı zihniyet; gerçekleştirdiği katliamları, vahşetleri kendi kahramanlık söylemleriyle kimi zaman kutsallaştırdı ya da en olmaz olayları sıradanlaştırdı, sıradan bir olaymış gibi yansıttı. Toplumda da böyle bir algının oluşmasını büyük ölçüde başardı ne yazık ki. Bu sayede geçmişiyle yüzleşmeyi, hesaplaşmayı değil, unutmayı, unutturmayı tercih etti.

Nietzsche: “Nefret Kültürü’nün yerleştiği ve dal budak saldığı toplumlarda, yaşamı geliştirecek ve güzelleştirecek bir yapı kurmak mümkün değildir” der. Nice şoven, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi ve benzeri ne çok nefreti makamlı söylemlerin veri tabanına rastlarız o nefret kültüründe. Önce evde, okulda başlayan ve giderek hayatın her alanına zerkedilmiş bir zehirdir bu. Zehir sistem patentli, zerkeden ise devlet ve bilcümle avanesiydi…[36] 

ERMENİ SOYKIRIMI

Soykırımı meşrulaştıran hurafe ve yalanlara karşın, öncesi ve sonrasıyla 1915 bir utanç yılıdır.

T.“C” devletinin “önceli” İttihat Terakki yönetimi 1914’de “tehcir” yasasını çıkartarak işleyeceği “soykırım”ın temelini oluşturmuştu. Her şey son derece “planlı- programlı”ydı…

1915 Şubatı’nda, Talat’ın önderliğinde düzenlenen, İttihatçıların gizli toplantısında konuşan Dr. Nazım, şunları söylemektedir: “Boş sözlerle gemi yürümez. Hızlı harekete geçmek gerekir. Ermeniler ölümcül bir yaraya benzer… Eğer bu temizlik harekâtı, genel ve nihai olmazsa, yarardan çok zarar dokunur. Ermeni halkını topraklarımızdan, kökten temizlemeliyiz. Bir kişi bile kurtulmamalı ve Ermeni ismi unutulmalıdır. Şimdi savaş içindeyiz. Bundan daha uygun zaman olamaz. Bu defaki işlem kökten temizleme olacaktır. Ermenilerden bir kişinin bile sağ kurtulmaması koşulu ile soykırım mutlaka gereklidir.”[37]

Bu bakış açısı ile 24 Nisan 1915’te Ermeni aydınlar gözaltına alınır Haydarpaşa’dan, Ayaş ve Çankırı’ya yola çıkarılırlar. Ve değişik yerlerde katledilirler. Bu olay tüm Ermenilere yönelik soykırımın, korkunç insan hikâyelerinin de başlangıcı olur.

Ermeniler, yaşamlarından, topraklarından, anılarından kopartılırlar. Ve bu büyük suç tüm sonuçları ile bugün de devam etmektedir. Toplumun “en ileri” kesimlerinin dahi çok uzun yıllar gündemine girmeyecek kadar “içselleştirilmiş” ve toplumunda ortağı olduğu bir suçtur bu!

1915’te başlatılan soykırımcı politikaların, Cumhuriyete giden yolda da izlendi. Bu da bir kıyım ve kırım olduğu kadar talandı… Ermeni cemaatinin sadece malvarlığı değildi yağmalanan, kadın ve çocuklarının bir kısmı da Müslüman Osmanlılar arasında paylaşıldı. Kaldı ki 1915 tehciri sadece Ermenilerin değil, Güneydoğu Anadolu’da Süryanilerin de büyük bir kırıma uğramasının tarihidir. Rumlara karşı Ege Bölgesi’nde 1914 öncesinde başlatılmış olan fiili tehcir politikası, çeşitli katliamlarla devam etti. Çeteci Rumlarla mücadele bahanesiyle, Karadeniz Bölgesi neredeyse bütünüyle Rum ahalisinden 1923 öncesinde temizlenmişti!

Bunlar böyleyken bakın bir haberinde Turan Yılmaz neleri aktarır:

“Hocalı kasabasında 613 Azerbaycan Türkü’nün işkenceyle öldürüldüğü kanlı olayın 20. yıldönümü nedeniyle TBMM Dışişleri Komisyonu ortak bir bildiri yayınladı. İktidar ve muhalefet milletvekilleri arasında ise ‘Hocalı katliam mı, soykırım mı?’ tartışması çıktı. CHP ve MHP ‘soykırım’ denilmesini isterken, AKP’liler, soykırım sözcüğünün meclislerde tartışılmasının yanlış olduğunu öne sürerek ‘katliam’ denilmesini istediler…”

“Nasıl”?!?!?!

Bu tür zırvalara aldırmadan devam edersek: Simgesel bir tarih olarak 24 Nisan 1915’de başlayan Ermeni tehcir ve soykırımına ilişkin olarak da en azından üç temel soru var.

Birincisi “erkekler nerede” sorusu… Talat Paşa’nın defterinde de kaydedildiği üzere Ermenilerin, Edirne’den Kars’a onlarca kafile hâlinde yürütüldüğünü ve bunların esas olarak kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluştuğu konusunda söylem birliği mevcut. Öte yandan Türk milliyetçisi tarihçilerin tezine göre “aynı dönemde” Ermeni çeteleri isyan hâlindeydi ve yüzbinlerce insan öldürdüler. Acaba bu erkekler, kendi eşleri, çocukları, anne ve babaları az sayıda jandarma eşliğinde sürgüne giderken, onları niçin kurtarmaya çalışmadılar? Kafilelere saldıran çapulcu çetelere karşı niçin savaşmadılar? Ayrıca acaba bu çeteler bir araya gelip niçin bir isyan başlatmadılar?

Düşünün ki o yıllarda Ermeni nüfusu bir buçuk milyondu ve kabaca üçyüz bin eli silah tutan erkeğe sahipti. Bu sorunun yanıtı, Ermeni erkeklerin daha önceden askere alınmış olmalarıdır. Ama cevap tatmin edici değil, çünkü aileleri çöllere doğru sürüklenirken Ermeni erkeklerin askerden kaçıp onları kurtarmaya çalışmamaları pek inandırıcı olamaz. O hâlde bu durumun açıklaması ne olabilir? Belki de bunu yapamayacak durumdaydılar… Belki de büyük çoğunluğu artık hayatta değillerdi… Kısacası soykırım tanımı, sadece sürgünlere değil, aynı zamanda orduya alınmış olan erkeklerin başına gelenlere ilişkin olarak da düşünülmeli.

İkincisi “mallar nerede” sorusu… Tarihçiler doğal olarak 1915 yılı etrafında yaşananlara yoğunlaşmış durumdalar. Ancak Türk/ Ermeni meselesi bunun çok ötesinde bağlamlara oturuyor. Çünkü söz konusu mesele Anadolu’nun sadece insani, kimliksel ve kültürel bileşimini değiştirmekle kalmadı, sosyal zümre ve cemaatler arasındaki dengeleri de geriye dönülmez bir biçimde dönüştürdü. 1915 öncesinde Ermenilerin önemli bir bölümü Anadolu şehirlerinin merkezinde oturmaktaydılar ve şehir merkezlerinin nüfusu içindeki oranları çok yüksekti. Bunun anlamı merkezdeki yapı ve arazinin yine büyük oranlarla Ermenilere ait olması yanında, hemen merkez dışında da geniş topraklara yayılan manastır ve mezarlıklara sahip bulunmalarıdır. Bugün söz konusu merkez dışı geniş toprakların hepsi şehir merkezinin göbeğinde yer almakta ve en kıymetli arsaları oluşturmakta.

Acaba bütün bu zenginlik nasıl bir mekanizma içinde devşirildi? Kimlerin eline geçti? Bu insanların Cumhuriyet eşrafı ve yönetici sınıfıyla bağlantısı nedir? Ermenilerin terk etmek zorunda kaldıkları malların, yani emval-ı metruke’nin, İttihatçılarca “titiz bir biçimde” müsadere edildiği, bunların Cumhuriyet idaresi altında ‘makbul’ kişilere dağıtıldığı ve ganimet mantığının günümüze kadar geldiğini tahmin etmek epeyce gerçekçi bir varsayım olmaz mı? Kısacası soykırım konusu sadece insanlara ne yapıldığı değil, yapanların bunu nasıl işlevselleştirdiği ve buradan nasıl bir “yeniden dağıtım” sistemi ürettikleridir ve tam da bu nedenle içe dönük bir ‘Türk meselesi’ olarak da yüzleşmeyi beklemektedir.

Üçüncüsü “belgeler nerede” sorusu… Hepimiz her fırsatta arşivlerin açılmasından söz ediyoruz. Ancak İttihatçıların merkez arşivinin, Teşkilât-ı Mahsusa arşivinin, dönemin İçişleri Bakanlığı arşivinin ve tehciri organize eden bölümün arşivinin niçin kayıp olduğunu sorgulamıyoruz. Oysa 1915’in hemen sonrasında kaleme alınanlar, bunların bilerek yok edildiklerini açık örneklerle anlatıyor. Acaba Osmanlı gibi “arşivci” bir devletin yöneticileri böylesine hassas bir dokümantasyonu niçin saklamadı? Acaba geriye kalanların Genelkurmay arşivinde saklanması niçin tercih edildi?

Görülüyor ki soykırım meselesi sadece geçmişte yaşananlarla değil, bugün hâlâ süren bir devlet zihniyetiyle ve doğrudan statükoyla bağlantılıdır. 

MALTA BELGELERİ’NİN ANLATTIĞI

Ki, bunu da -kimi çarpıtma girişimlerine rağmen![38] – Malta Belgeleri’nde (Zeynep Tozduman’ın altını çizdiği üzere) tüm netliğiyle görebilirsiniz…

Malta Belgeleri’ni araştırmak, bir anlamda cumhuriyetin köklerinde var olan gerçeklikleri ortaya çıkarmaktır. Malta Belgeleri’nde adı geçen kişilerin izlerine baktığımızda, günümüze kadar uzanan yönetim zincirinde hep yer aldığını görürüz. Tehcir adı altında uygulanan katliamlarda, bazı bölgelerde görevli personelden vicdan sahibi olanların, tehciri (soykırımı) onaylamamaları yaşamlarına mal olmuştur. Bu erdemli insanlar Ermeni soykırım tarihinde her zaman beyaz sayfada anılmıştır. Örnek verecek olursak, Mardin/ Derik kaymakamı, Diyarbakır Lice kaymakamı Nesim Bey, Beşiri’de kaymakam yardımcısı Ali Sabit Es-Süveydi, tehciri onaylamamasının bedelini yaşamları pahasına ödemiştir. Şanslı olan bazı görevliler ise sadece görevlerinden alınmışlardır. Konya valisi Celal, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Bey azledilenler arasındadır.

Ege’de Rum kökenli yurttaşların Midilli’ye geçmelerine yardımcı olup yaşamlarını kurtaran Foça Kaymakamı Ahmet Ferit’in Rum’lara yardımdan dolayı azledildiği sicilinde kayıtlıdır. Mardin Mutasarrıfı, Mustafa Hilmi, Akşehir’de Muhacırın ve İskan Müdürlüğü’nde Sevkiyat Komisyon Üyesi Ali Fehmi Bey’in sicillerinde öldürülme nedeninin ve öldürülenlerin bulunmadığı kayıtlıdır.

Bu bölgelerde çalışıp soykırıma bulaşanlar/ arananlar, milli mücadeleye ilk katılanlar arasında yer almıştır. Üzerlerindeki kanı, başka bir kanla yıkamanın telaşıyla milli mücadeleye katılmışlardır.

Bitlis valisi Mazhar Müfit (Kansu) ve Van Valisi Haydar Hilmi (Vaner), Halis Turgut, Deli Halit paşa, General Pertev Demirhan, Sarı Edip Efe, Ardahan Mebusu Hilmi v.b gibiler soykırımdan ötürü ödüllendirilenlerden sadece bazılarıdır. İlginçtir ki bu kişilerle ilgili kayıtlar bir tarihten sonra yoktur.

1934’de çıkan Soyadı Yasası, bu gibilerin gizlenebilmesi için büyük bir kolaylık sağlamıştır. Eczacı Mehmet’in de (Bu günün Eczacıbaşı Holdingi) bir iş adamına dönüşmesi gayrımüslimlerin servetlerine el koyarak zenginleşmenin sadece bir örneğidir. Soykırımdan suçlananların ödüllendirilmesi örneklerini bütçenin vatana hizmet tertibinden maaş alanları gösteren Ç cetvelinde de görebiliyoruz.

1955 yılı cetvelinde bütçede yer alan isimlerden bazıları şunlardır, General Bahriye Nazırı Ahmet Cemal, Talat, Eski Diyarbekir Valisi Reşit, Ziya Gökalp, Gaziantep milletvekili Ali Cenani, İstanbul Milletvekili Numan Ustalar, Muş milletvekili İlyas Sami, Bitlis Valisi Mazhar Müfit Kansu, Van Valisi ve Milletvekili Haydar Vaner, Fevzi Pirinçcioğlu, Süleyman Sırrı İçöz, Rauf Orbay, Hacı Bedir, Cumhuriyet rejiminin aklayıp ödüllendirdiği, soykırım zanlıları ve Malta sürgünlerindendir.

Tarihçi Murat Bardakçı’ya göre; soykırımın baş mimarlarından olan Talat Paşa’nın karısı en yüksek maaş alanlar ve vatana hizmet aylığı ile ödüllendirilenler arasındadır.

Merkezi Umumi üyelerinin eşleri ve Teşkilât-ı Mahsusa’nın önemli mensuplarının hanımlarına da vatana hizmet aylığı bağlanmasıyla sadece kendileri değil, aile boyu yani eşler ve çocuklar da ödüllendirilmiştir. En yüksek maaşı da Enver Paşanın kızı Mahpeyker Hanım alıyordu.

Malta Sürgünleri’nin ödülleri ise katliamın çokluğuna, azlığına ve hangi kariyerde olduğuna bağlı olarak çeşitlendirilmiştir. Kimine başvekillilik, kimine mebusluk, kimine genelkurmay başkanlığı, kimine valilik, kimine de başka yöneticilik v.s düşmüştür. Bu tablodan anlaşılacağı üzere en çok katliam yapan en çok ödül almıştır.

Malta sürgünlerinden Fethi Okyar ve Rauf Orbay gibi Başbakanlar, Fevzi Pirinçcioğlu, Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda, M. Şeref Aykut, Ali Seyit, Ali Cenani, Ali Çetinkaya gibi Bakanlar, valiler, generaller, eğitimciler çıkmıştır. Soykırıma bulaşmış eli kanlı çetelerin ortak yönleri, çok ilginçtir ki, ya okul arkadaşı, ya akraba, ya hemşerilik bağı ile birbiriyle ilişkili olmalarıdır. Diyarbakır’da Aksu’larla, Göksular akrabadır. Hacı Bedir Ağa’nın torunu bu günkü meclistedir.

Enver Paşa’nın kuzeni Hasan Tahsin Uzer’in oğlu Celalettin Uzer; 1960 darbesi sonrası 28. Hükümet’te İmar ve İskân Bakanı olmuştur. Enver Paşanın eniştesi Kazım Bey (Orbay) 1944-46 yıllarında Genel Kurmay Başkanı, (1942-1944 Ekonomik ve Kültürel kırım uygulandığında Genel Kurmay Başkanı, 1960 darbe sonrası meclis başkanıdır) Teşkilât-ı Mahsusa komutanı Fuat Bulca’nın yardımcısı General Fahri Özdilek, 27 Mayıs darbecilerinden olup ve senatörlüğe getirilen biridir. Cumhuriyetin kuruluşunda, Malta sürgünlerinin harcı bulunduğu gibi bunların uzantıları günümüze değin uzanmaktadır.

TARİHİN RESMÎ OKUMALARI

Durum bu merkezdeyken hâlâ tarihin resmî okumaları tüm vehametiyle karşımızdadır.

Mesela ABD’li siyaset bilimci ve Massachusetts Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Guenter Lewy’nin, “Ermeni soykırımı iddialarına dayanak oluşturan üç temel olguya ilişkin belge ve yorumların ‘şüpheli’ nitelik taşıdığını, kanıtlamadığını” söylemesi gibi…[39] (Sanki 1.5 milyon değil de, diyelim ki “sadece” yüz bin, ya da elli bin Eremeni’nin katledilmiş olması, “suç”u ortadan kaldıracaktır! Yani sanki olay sadece öldürülen Ermenilerden ibarettir!)

Mesela Avusturyalı yazar ve belgesel film yapımcısı Prof. Erich Feigl’in, “Ermenilerin ileri sürdüğü rakamların gerçek olmadığını, 1.5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiasının saçma olduğunu” ifade etmesi gibi…[40]

Mesela François Georgeon’un, “Jön Türk Hükümeti’nin 1915 ilkbaharında Ermenilerin yok edilmesini emrettiği ileri sürülen telgrafların da güvenilirliklerinin, bugün ciddi olarak tartışma götürür olduğu söylenebilir,” demesi gibi…[41]

Mesela Sefa Kaplan’ın, “Robert Fisk’in yazısında Ermeni soykırımını kanıtlamak için kullandığı ve Talat Paşa’ya ait olduğunu söylediği mektup sahte çıktı. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Zafer Toprak, ‘Bu mektup tamamen uydurmadır. Bu mektubun ne üslubu, ne dili, ne de muhtevası Osmanlı yazışma sistemine uygun değildir’ dedi,” ifadesindeki gibi…[42]

Bunların böyle olmasında şaşırtıcı bir şey yoktur! Çünkü Türkiye, toplumsal hafızanın prangalara vurulduğu bir ülkedir. Bu prangalarla karanlık bir hücreye tıkılmış tarihlerden biri ve bence en önemlisi, 24 Nisan’dır; Ermeni Soykırımı’dır.

Söz konusu tarihe, gerçeğe biçilen ceza, ebedî unutuştur. Umulmuştur ki, o tarihte ve sonrasında olup bitenler sonsuza dek unutulacaktır. Lakin unuttukları bir şey vardı kıyıcı muktedirlerin: Hafıza sabırlıdır, dirençlidir! Çünkü tarih boşuna yaşanmamıştır…

Ermeniler, Osmanlı egemenliği altına girdikleri tarihten itibaren ağırlıklı olarak Vilayet-i Sitte denilen çok etnisiteli altı eyalette (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Mamuretü’l-Aziz) yaşıyordu. Buralar aynı zamanda Kürtlerin de yurduydu. İmparatorluğun bütün vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu olmasına karşın, Kürtler Dersim ve Kürdistan dışında sadece İstanbul’da büyükçe bir grup oluşturuyordu.

“Onlara ne oldu?” sorusunun yanıtı tarihi gerçeklerde; tarihin hafızasındadır…

Geçerken konuya bağıntılı olarak resmî tarihçilere -birbiriyle bağıntılı- iki not:

i) Rusya arşivleri, Cemal Paşa’nın Batı’nın kendisini hükümdar olarak tanımasına karşılık, Doğu Anadolu bölgesini Ermenilere bırakmayı kabul eğilimini gösteren raporlarla dolu…[43]

ii) Genelkurmay Başkanlığı’nın, 2006’da başlattığı ‘Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri’ başlıklı çalışmasının 8. cildinde yayımlanan ve Cemal Paşa’nın 1915’te 4. Ordu Komutanı iken dönemin Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya 3 Temmuz 1915’te gönderdiği “çok gizli ve kişiye özel” telgrafta, “Sürgün edilen Ermenilerin can, mal ve namuslarının korunması” için sert tonda uyardığı ortaya çıktı…[44]

SOYKIRIMDA KÜRT FAKTÖRÜ/ VEYA ROLÜ 

Bilgi Üniversitesi’nden Amed Gökçen’in deyişiyle, “1915’te yaşananlar sadece Ermeniler açısından değil, Kürtler açısından da travmatik bir durum. Bunu anne veya babaları Ermeni olan yaşlı Diyarbakırlıların Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi’nin açılışını gözyaşları içerisinde izlemesinden dahi görmek mümkün. Böylesi bir travmanın aşılabilmesi için sadece 1915’te ve sonrasındaki günlerde yaşanan olaylara değil, 1915 öncesine ve o dönemdeki genel ve yerel siyasete de bakmak gerekiyor.

Ayrıca belirli Kürt aşiretlerinin ve beylerinin 1915’teki felakette gönüllü ve planlı bir şekilde yer aldıklarının üstü hiçbir tarihsel ve siyasal ‘gerçeklik’ tarafından örtülemeyeceği gibi ‘1915’te Kürtler kullanılmıştır’ tarzındaki bir açıklama da Kürt siyasetinin mevcut sorumluluklarını hafifletemeyecektir. Fakat eğer amacımız sadece katili bulmak ise tarih disiplinini değil, güncel siyaseti takip etmek yeterlidir.”

O hâlde Ermeni Soykırımı’ndaki Kürt faktörünü/ veya rolünü “es” geçmek mümkün değildir, şöyle ki: Bugünkü dört parçalı Kürdistan haritasının tarihte aynı genişlikle, hele de 5.000 yıl gerilere uzanan bir karşılığı yoktur. Hatta 500 yıl önce bile demografik-etnolojik gerçeklik öyle değildir.

XVI. yüzyıl doğu sancaklarına dair Osmanlı tahrir defterleri çoğu yerde Hıristiyanların yarıdan fazla nüfus oranına sahip olduğunu gösterir. Ki bunun çok büyük bölümü de Ermenilerdir.

Kürt halkının çekirdeği olarak Kardaka/ Karduhi/ Karduk isimlerini alırsak, hatta kökleri onlara dayanabilir diye eski Guti’leri de hesaba katarsak, bu halkın esas oluşum alanı Zagros dağları çevresidir. Med İmparatorluğu birçok İrani kavmin birliğinden oluşmuştur. İçinde Kürtlerin, ya da o zamanki Kardukların önemli bir etkinliği olabilir, ama bu devletin uzun sürmeyen ömründe yayıldığı alanları genelde Kürt yurdu saymak mümkün değil.

Sonraki yüzyıllarda Ermenice haritaların Gortuk ya da Gorcayk diye gösterdiği bölge (Zap Suyu ile Dicle arası) ve Zagros çevreleri, yani bugünkü Türkiye-Irak-İran sınırlarının kesiştiği hatlar yine Kürtlerin esas yoğunluk alanları olmalıdır. Araplar ile Türklerin istila dönemleri arasında kurulabilen Kürt beylikleri yine buralarda, Musul’da ve Amid-Meyafarkin bölgesinde ortaya çıkmıştır.

En erken XII. yüzyılda Selçuklu hükümdarları tarafından kullanıldığı görülen Kürdistan ismi de zaten bu çevreleri ifade eder.[45]

Daha yukarıları M.Ö. VI. yüzyıldan beri komşu halkların yazılı kayıtlarında Ermenistan olarak bilinir. (Persler de ‘Armina’, Yunanlılar da ‘Armenia’ vb…) O tarihten itibaren Ermenilerin bazen bağımsız, bazen yarı bağımlı siyasi birliklere sahip oldukları alan aşağı yukarı eski Urartu sınırları ile örtüşür. En eskilerinden başlayarak coğrafyacılar da bu dağlık alana ‘Ermeni Platosu’ demiştir.

Kısa bir dönem II. Dikran’ın yayılmacı savaşları ile geniş imparatorluk hüviyetine ulaşması hariç, kendi doğal sınırları içinde küçülüp büyüyen, bir yerde sönüp bir yerde canlanan krallık ve prenslikleri görülür. Pers ile Selefki, Part ile Roma, Sasani ile Bizans arasında çoğu zaman el değiştiren ve parçalı da olsa, her hükmedenin kendi dilinde Ermenistan’a karşılık gelen isimlerle andığı bir ülkedir. Arap istilası altında yine yaşayabilen prenslikleri olmuş, Türk istilacıları en son ayakta olan Pakraduni krallığını yıkmıştır. Selçuklular, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenler, Osmanlılar da sırasıyla hâkim oldukları bu alanı Ermenistan olarak anmış, bazıları kendine Şah-ı Armen sıfatını bile vermiştir.

Camilerin, köprülerin, hanların mimarları, Kürt beylerine ait konakların ustaları kimlerdi? Oralarda daha düne kadar gösterilebilen asırlık ceviz ağaçları, dutluk ve üzüm bağları bile Ermeni işiydi.

Bakın Türklerle ortak fetihler ve sağlanan avantajlar bir yana, Ermenilerin yok edilişinden önceki son 50 yıl zarfında yapılan gasplar bile kendi başına çok şey anlatır. Başta Kürt ağaları olmak üzere Müslüman zorbalar tarafından Vilayet-i Sitte kapsamında Ermenilerden gaspedilen toprak ve mülklerin miktarı 26.185 tarla, 2.591 ev, 1.066 değişik yapı, 1.190 bağ-bahçe, 2.007 çayır, 460 mera sayılıyor ve bunların toplam genişliği 1.030.000 hektar ölçülüyordu.[46] Soykırım sonrası paylaşılan ganimetler bu hesabın içinde değil ve zaten onların haddi hesabı da yoktur![47]

Yeri geldi anımsamakta yarar var: Osmanlı Padişahı İkinci Abdülhamid, 1891’den itibaren Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerinden 100’ün üzerinde alay oluşturmuş; bunlar da Ermeniler’e saldırmıştı. Ahmet Türk’ün dedesi Kanco, ‘Hamidiye Alayları’ denilen bu birliklerde yer almıştı.

Evet 1895’in son üç aylık kesitinde Sultan Hamid Ermeni halkına çok yoğun bir kan banyosu yaptırmıştı. O yıl kabul etmek zorunda kaldığı Ermeni reformlarını sabote etmenin yolu olarak kışkırttığı Müslüman ahaliyi, devlet güvenlik güçlerini ve Hamidiye alaylarını her tarafta Ermeni halkının üzerine salmıştı. 1894’te bu olayların öncüsü olan Sasun katliamı ve 1896’da artçı olarak devam eden Van, İstanbul, Egin katliamları yaşandı. Ama dönemin en büyük felaketi 1895 sonlarında toplam 10 vilayetin çok sayıda şehir, kasaba ve köylerini bir tür Cihad şeklinde saran zincirleme pogrom ve katliamlardı.[48]

Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’na kadar Diyarbakır’da önemli bir nüfusa sahip olan ama çoğunluğu savaş sırasında yok olan, kalanı da 1980’lere kadar uzanan yıllarda sahneden çekilen gayrimüslim halklar söz konusuydu.

Veriler, XX. yüzyıl başında Diyarbakır’ın 30-35 bin kadar bir nüfusu olduğunu gösteriyor. Bunların yarısı kadarını Müslüman olmayan topluluklar oluşturuyor. En büyük grup Ermenilerdi… Sonra büyüklük sırasıyla Süryaniler, Keldaniler, Yahudiler, Rumlar geliyor. Yezidiler daha çok kırsal alanda yaşıyor, Şemsiler de öyle.

‘Annuaire Oriental’ adlı bir ticari yıllık var. Bu yıllığın 1914 baskısının Diyarbakır kısmını incelediğimizde buradaki isimlerin yaklaşık yüzde 80’inin Ermenilerden oluştuğunu görüyoruz. Kuyumculukla uğraşan 12 firmanın tamamının, 11 duvar ve taş ustasının 10’unun, 9 bakır tüccarının ve ipekli kumaş üretimi yapan 10 firmanın tamamının, pamuk, ipek, tahıl, yün vb malların ticaretiyle uğraşan 38 tüccarın 29’unun Ermeni olduğu isimlerinden, soy isimlerinden anlaşılıyor.

Şehrin tek oteli de yine bir Ermeni’ye ait. Bu toplulukların kendi dinsel mekânlarının yanı sıra okulları da vardı. Ermeni okullarında okuyan öğrencilerin sayıları: 1901 yılında iki Ermeni okulunda 560’ı erkek, 324’ü kız olmak üzere 884 öğrenci okuyor ki, kız çocuklarının okullaşma oranının çok yüksek olduğunu gösteriyor bu rakamlar. Ermenice yayımlanan gazeteler, tiyatro grupları, Ermeni ve Süryani bandoları şehrin sosyal hayatının da son derece renkli olduğunu gösteriyordu.

Bunlarla birlikte Kürt illerindeki 1894-1896 ve 1909 Adana Olayları’ndaki Ermeni öldürülmeleri ise çok az dile getiriliyor. 1915-16 tehcir kırımlarının büyüklüğü nedeniyle olmalı. 1915 yılında Diyarbakır Valisi Reşit Bey, Diyarbakır eşraf ve feodallerinden oluşturduğu “milis” güçlerle Ermeni karşıtlığını ve kırımları organize etti. Cemilpaşazade Mustafa milis albay, Yasinzade Şevki Bey binbaşı, Zazazade Hacı Süleyman, Cerciszade Abdülkerim, Direkçizade Tahir, Pirinççizade Sıtkı yüzbaşı, Halifezade Salih, Ganizade Servet (Akkaynak), Muhtarzade Salih, Şeyhzade Kadri (Demiray), Piranizade Kemal (Önen), Yazıcızade Kemal, Haci Bekir milis teğmendiler…

Özetle: 1915’in asli faili Türk milliyetçiliğinin öncü örgütü İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile onun etrafında örgütlenen asker-sivil Müslüman-Türk unsurlardır. Ancak bu kısa tarihçenin de gösterdiği gibi, 1514’ten itibaren merkezi devletle sıkı ittifak içinde olan Kürt unsurların en azından bir bölümü, bazen kendi inisiyatifleriyle bazen devletin yönlendirmesiyle veya zorlamasıyla fer’i (ikincil) failler olarak önemli roller üstlenmiştir.[50] Ve bundan da hatırı sayılır bir servet (menkul ve gayrımenkul) aktarımı sağlamışlardır.

Bunda sosyolojik açıdan garipsenecek bir durum yoktur. Ve elbette o günün suçlarından bugünün Kürtleri (aynı şekilde Türkleri, Çerkesleri vb…) hiçbir şekilde sorumlu değildir. Ancak tarihte işlenmiş bir suçla ya da suçun failleriyle açık, doğrudan ya da örtük biçimde özdeşlik kurmak, dayanışmak, onları haklı görmek vb. davranışlar, görenleri “kolektif failler” hâline dönüştürür. Hukukun değil, sosyal bilimlerin ürettiği bir kavram olan “kolektif faillik”ten kurtulmak açısından devlet adamlarının, toplum liderlerinin dahil oldukları gruplar adına diledikleri “kolektif özürler”, “geçmişle/ tarihle hesaplaşma” ya da daha doğru bir terimle ‘geçmişle/tarihle barışma’ sürecinin parçası olarak ele alındığında çok önemli işlev görür.

Nitekim Tarık Ziya Ekinci ve Naci Kutlay başta olmak üzere bazı önemli Kürt aydınları geçmiş yıllarda Kürt faillerin sorumluluğu hakkında açık yürekli konuşmalar yaptılar, yazılar yazdılar. Nokta dergisi 2007’de bu konuyu iki sayıda işledi. Son olarak DTK Eş Başkanı Ahmet Türk medya diliyle “ezber bozan” bir açıklama yaptı ve şöyle dedi:

“1915’lerde Ermeniler büyük acılar yaşadı. Burada Kürtlerin de payı var. Kürtler kullanıldı. (…) Hem Süryaniler, hem Ezidiler ile ilgili hem de Ermenilerle ilgili dedelerimiz, babalarımız kullanıldı, bu halklara zulmetti, onların eli kanlıdır dedik (…) Biz evlatları olarak, torunları olarak özür diliyoruz.”[51]

Bu önemli açıklama da diğerleri gibi kısa süreliğine tartışıldı ve hemen unutuldu. Unutuldu çünkü Ahmet Türk açıklamasını şöyle bitirmişti: “Türkiye’nin de bu büyüklüğü göstererek Ermenilerden, Ezidi ve Süryani halkından özür dilemesi gerekiyor. Bu olaylar cumhuriyetten önce olmuşsa bu sıkıntıya ne gerek var?”[52]

Hayır bu suç, cumhuriyet öncesine havale edilip örtbas edilemez! Çünkü Cumhuriyet öncesinde başlayan, Cumhuriyet ile tahkim edilerek sürdürülmüştür.

“EMVÂL-İ METRÛKE”: GASPEDİLEN ERMENİ ZENGİNLİĞİ 

Evet, evet söz konusu suç, cumhuriyet öncesine havale edilerek örtbas edilemez! Çünkü Malta Belgeleri’nin vd’lerinin işaret ettiği gibi Ermeni Soykırımı ile sermaye “Emvâl-i Metrûke” yalanıyla Türkleştirilip/ Müslümanlaştırılarak Ermeni zenginliği gasp edilmiştir…

Bu konuda en çarpıcı veri Cemal Paşa’nın torunu Hasan Cemal’in şu anısıdır:

“New Jersey’de, tutsak akıl-özgür akıl ve milliyetçilikleri konu alan konuşmam yeni bitmiş, sıra sorulara gelmişti.

Sorulardan biri, Cemal Paşa ailesi ile ilgiliydi.

Hem ailenin kökleri, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonraki hayatı merak ediliyordu.

Soruyu yanıtlarken hatırladım.

Cumhuriyet kurulduktan sonra, ancak 1920’lerin ortasına doğru Cemal Paşa ailesinin Türkiye’ye dönmesine izin verilmişti.

Aile İstanbul’da, Kurtuluş semtinde bahçe içinde müstakil bir eve yerleşmişti.

Ev, eski bir ‘Ermeni mülkü’ydü ve Atatürk’ün emriyle Cemal Paşa ailesine verilmişti. Kaç yıl sonra bilmiyorum ama ailenin hiç bitmeyen mali dertleri yüzünden de satılmıştı.

Bir yıl önce çıkan 1915: Ermeni Soykırımı kitabımda aile tarihinin bu biraz da trajik sayfasına çok kısa değinmiştim.

Konuşmadan sonra soru-cevap bölümü de bitmiş, kitaplarımı imzalamaya başlamıştım.

Sarışın bir kadın, elinde kitap yanıma yaklaştı, bana doğru eğildi, adının Anna olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi:

‘Ailenize verilen Kurtuluş’taki ev benim aileme aitti, dedelerimindi.’

Bir an şaşırdım.

Sonra ayağa kalktım, elini sıktım.

Kısa süre bakıştık.

Sırtını döndü gitti Anna…

Ne yapabilirdim ki?”[53]

Dedik ya söz konusu suç, cumhuriyet öncesine havale edilemez; kişinin “Ne yapabilir(d)im ki?” söylemiyle ruhunu kurtarması da mümkün değildir; çünkü bugündeki “Emvâl-i Metrûke”ye mündemiçtir…

Bilindiği üzere “Emvâl-i Metrûke” kanunları, tüm bir T.“C” tarihi boyunca Ermeni soykırımının niçin yok sayıldığının da yanıtıdır. “Emvâl-i Metrûke”, “normal ve sıradan” görülen ve öyle algılanan; bu nitelikleri itibarıyla varlıkları hiç bir zaman sorgulanmamış; “doğal sayılan” kanunlardır. Çünkü bu “normallik”, yok sayma ile eş anlamlıdır. Türkiye, bir varlığın -genel olarak Hıristiyan özel olarak Ermeni varlığının- bir yokluk hâline çevrilmesi üzerine kurulmuştur.

T.“C”, Hıristiyanların varlığının yokluk hâline getirilmesi yani bir varlığın yokluk üzerine inşa edilmesidir. Coğrafyamızda “Ermeni Sorunu”nun esas olarak ulusal güvenlik sorunu olarak ele alınmasının nedeni budur. Konuyu hatırlatma veya üzerine açık tartışmaya çağrı bile ulusal varlığa ve ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak algılanır. Bunun nedeni çok basittir; kendi varlığımızı, diğerinin yokluğu üzerine kurduğumuz için, bu varlık üzerine her konuşma bize ürküntü ve korku vermektedir. Türkiye’de Ermeni sorunu üzerine konuşmanın ana zorluğu bu varlık-yokluk ikileminde yatar.

Hıristiyan-Ermeni varlığını yok etmeyi kurumsallaştırmak ise birçok başka şeyin yanında, esas olarak “Emvâl-i Metrûke” Kanunları ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunlar soykırımın yapısal unsurudurlar ve T.“C” dönemi hukuk sisteminin esasa ilişkin unsurlarından birisidir. Bu nedenle T.“C”nin, soykırımı kendi yapısal temeli hâline getirmiş bir rejim olduğundan söz ediyoruz. Bu da, bir hukuk sistemi olarak T.“C” ile soykırım arasındaki ilişkiye yeni bir gözle bakmamız gerektiğini bize hatırlatmaktadır.

“Emvâl-i Metrûke” Kanunları 1915 Ermeni soykırımının ve bugünkü hukuk sisteminin yapısal bir unsurudur ve bu kanunlar Ermenilerin malları üzerindeki Türk hâkimiyetini tesis etmenin aracı olmuşlar, bir başka deyişle gaspı yasallaştırmışlardır. İlgili kanun ve yönetmeliklerin büyük bir çoğunluğu T.“C” döneminde çıkartılmıştır. T.“C” ve onun hukuk sistemi, bir anlamda Ermeni kültürel, sosyal ve ekonomik zenginliğine el konulması, Ermeni varlığının ortadan kaldırılması gerçekliği üzerine inşa edilmiştir.

Bu konuda gazeteci ve iktisatçı Nevzat Onaran’ın ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919)’ ve ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II’ başlıklı çalışmalarında şunların altı çizilir:

Akbank’ın çıkardığı Washinton kaynaklı bir kaynakta, Osmanlı’da sermayenin ve emeğin etnik dağılımı hakkında şu bilgiler verili: 1914’te sermaye yapısında Müslümanların payı yüzde 15, Rum Ortodoksların payı yüzde 50, Ermenilerin payı ise yüzde 20, Yahudilerin payı yüzde 5, yabancı ülke vatandaşlarının payı ise yüzde 10’dur. Emek dağılımında ise Rum Ortodoksların payı yüzde 60, Ermenilerin payı yüzde 15, Yahudilerin payı 10, Müslümanların payı yüzde 15, yabancıların ise sıfırdır.[54]

1915’ten sonra ise Ermenilerin sermayedeki payı neredeyse sıfıra indi. Bu tasfiye süreci Rumlar için mübadeleyle de devam etti. İstanbul mübadelenin dışında bırakılmış da olsa 1920-23 arasında pasaport alıp yurtdışında çıkanların malı mülkü de Müslüman sermayedarlara devredildi. 1914’te sermayedeki payları yüzde 15 olan müslüman Türklerin 1930’larda sermayeden aldıkları pay yüzde 90’lara çıktı. Bu tablo bize Türk burjuvasinin sermaye birikiminin kaynağının kendisinden önceki hâkim sınıfın sermayesi değil, kendi ötekisi olan Hıristiyan sermayesi olduğunu gösteriyor. 1930’larda sanayi sermayesinde yüzde 90 paya ulaşan Müslüman Türk sermayesi, bugünkü sanayileşememe sorununun da nedenidir. Bu yağmacı zihniyet nedeniyle günümüzde üretim bilgisinden yoksun bir iktisadi yaşam söz konusudur bu ülkede. Eğer sermaye birikimi daha önceki üretim biçiminin egemenlerinden gelseydi Türkiye ekonomisi ve sanayisi bugün çok farklı bir noktada olurdu. Türkiye’nin sanayileşmesiyle ilgili analizler yapılırken bu hep atlanıyor…

İttihatçı yağmalamanın Tasfiye Kanunu, 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyle yürürlükten kaldırıldıysa da, Büyük Millet Meclisi’nin 15 Nisan 1923 tarih ve 333 no’lu kanunuyla yeniden yürürlüğe konmuş ve 8 Kasım 1988’e kadar uygulanmıştır. Cumhuriyet ilanı öncesinde yapılan bu kanuni düzenlemeyle, başında sahibi bulunmayan her mal ve mülk ‘metrûk’ ilan edilmiş ve Hazine tarafından el konmuştur. Emvâlin 1915’deki kıymetine göre satılacak olması da yağmayı daha iyi anlaşır kılmaktadır. Bu anlamda, ‘öteki’nin mülkünün tasfiyesinde İttihatçılar’dan Cumhuriyet’e bir organik devamlılık vardır.[55]

Tasfiye Kanunu ile sürülen her bir insanın malı ve mülkü fiilen Hazine adına gasp edildi. Ermeniler’den sonra kitlesel sürgün kurbanı Rumlar’dır… Rumlar, 1914 baharında Ege ve Marmara kıyısında harice kaçmak zorunda bırakılırken, harp döneminde özellikle Karadeniz’den Anadolu içine sürüldü. Hatta 1914 yazında Meclis-i Mebusan’da Rum sürgünü tartışılması sırasında Dâhiliye Vekili Talât, Müslüman muhacirlerin çöle sürülemeyeceğini söylemesinden bir yıl sonra “Ermenileri Suriye çölüne sürün” emrini vermiştir.

Tasfiye Kanunu ile gasp edilen Rum malları için sürülmelerinden iki yıl sonra yürürlüğe konulan 21 Şubat 1916’da talimatnameyle, yağmaya devam edildi. 20 Mart 1918 tarihli tarifnameyle de, Rum mallarından elden çıkarılan ve kalanın tespitine çalışıldı.[56]

1923’deki Türkiye-Yunanistan mübadele antlaşması, aslında hem yağmanın hem de 1914’ten itibaren genelinde Rumlar’ın ve özelinde 1920-1921’de Pontosluların neler yaşadığının anlaşılmasını ve tartışılmasını engellemiştir.[57]

İttihatçı hükümet, milyonlarca Ermeni ile Rum’u ve diğer milliyetten insanları sürdüğü için, geride kalan sürgün mülklerinin yani emvâl-i metrûkenin dağıtılması ve satılması için özel devlet teşkilâtını oluşturdu.

Bizzat emvâl-i metrûkeyi tasfiye etmekle görevlendirilen Tasfiye Komisyonu, Anadolu’nun her köşesinde işbaşı yaptı. Edirne’den Adana’ya, Erzurum’dan İzmid’e, Haleb’den Trabzon’a Karesi’ye 42 Tasfiye Komisyonu faaliyet gösterdi. Bunlar kadar yetkilendirilmeyen 33 Emvâl-i Metrûke Komisyonu da görevlendirildi.[58]

Cumhuriyet yıllarında da emvâl-i metrûkenin tasfiyesi için Tasfiye Komisyonu kuruldu, ama bunlardan bilinenin sadece İzmir Tasfiye Komisyonu olması, resmi perdelemenin bir faaliyetinden[59] öte bir anlam taşımaz.

Emvâl-i metrûkenin tasfiyesi için oluşturulan Tasfiye Komisyonu tüm işlemlerini kayıt altına almakla görevlendirilmiştir. Belirlenen hesap türlerine göre esas ve cari defterler, sürülen hakkında doğrudan bilgilenme kaydıdır. Bugüne kadar sürgün defterlerinin bir sayfası dahi ortaya çıkartılmadı.

Adalet Bakanlığı Uluslararası ve Dış İlişkiler Genel Müdürü Hâkim Abdülkadir Kaya’nın 25.6.2003’te Hafik Sulh Hukuk Mahkemesi’ne ve 18.8.2004’te Hafik Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği yazı ortaya koydu ki, kayıtlara ait defterin adresi Adalet Bakanlığı’dır. Bakanlık, bilgisini verdiği Sürgün Defterleri’ni açıklamalıdır.[60]

Emvâl-i metrûkenin dağıtılması ve satılması ardından yeni sahipler adına tapulandırmanın yapıldığı sıra, gündemdeki bir diğer konu da malın sahibi adına biriken paraya el konmasıdır.

1929 krizinin yoğunlaştığı bu dönemde, Maliye’de ‘emvâl-i metrûkenin sahibi’ adına ‘emanet’te toplanan paranın, 24 Mayıs 1928 tarih 1349 no’lu kanunla bütçeye aktarılmasına karar verildi. 1928 yılı bütçesine emanetten aktarılan 300 bin liradır. Benzer uygulama 1916’da bir emirle yapılmıştır. 1928-2011 dönemi sadece bütçe artışı dikkate alındığında bile o günün 300 bin lirası, 2011’in 405 milyon lirasıdır. Emanet hesabındaki para 2004 yılında Meclis’te tartışma konusu olacaktır. 1928 sonrası dikkate alındığında emanetten bütçeye milyonlarca lira aktarıldığı anlaşılmaktadır.[61]

Mal ve mülkün gaspı dışında, mazbataların ödenmemesi nedeniyle de devlet vatandaşına borçludur. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında 5 Ağustos 1921’de TBMM Reisi ve Başkumandan Mustafa Kemal’in emriyle alınan harp vergisine karşılık verilen mazbataların ödenmesi de, 3 Nisan 1924 tarihli 459 no’lu Mahsubi Umumi Kanunla yapıldı. Cumhuriyet vatandaşı Rum ve Ermenilerin ödemede istisna tutulmasını, Encümen Reisi Hasan Fehmi (eski Maliye Vekili, Gümüşane mebusu) TBMM Gizli Celse’de şöyle açıkladı:

“Maddeden maksat tehcir ve tegayyüp (sürgün edilen ve kaybolan) Rumların ve Ermenilerin Tekalifi Milliye ve harbiye (milli ve harp vergisi) mazbatalarını mahsup etmemektir (ödememektir)… Rumları ve Ermeniler’i bu Tekalifi Milliye mazbatalarının bedellerinden müstefit etmemek (faydalanmaması) için bir çare düşünüldü. Fakat bunu açık olarak Rum ve Ermeni diyemezdik. Muhtelif şekiller ve formüller yazıldı… Nihayet en az mahzurlu veyahut mahzursuz bu şekli bulduk…”

Soykırımda Bitlis ve Haleb Valisi Mustafa Abdülhalik 1924’ün Maliye Vekili olarak, “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkilat göstereceğiz,”[62] ifadesiyle noktayı koydu.[63]

Bu tas tamam sermayenin Türkleştirilmesi/ Müslümanlaştırılmasıdır…

Bu da İttihat Terakki’nin 1910 kongresinde şekillenmeye ve sistematize edilmeye başlanan milli iktisat anlayışı, Anadolu’daki Rum ve Ermeni sermayesinin el değiştirmesine yönelik bir harekettir. Kapitalizmin dönemsel özelliği, özellikle Almanlarla oluşan ittifak, “yeni burjuvazi” hamlesini gerekli kılarken, bu burjuvazinin bürokratik olmayan yanı “sıkıntılı” bir görünüm sergilemekteydi. Sıkıntı; Müslüman ve Türk olmayan bir burjuvaziyle bürokrasinin ve partinin bağlarının uyuşamayacağı yönündeki anlayıştan kaynaklanmaktaydı diyebiliriz. Diğer taraftan, mala mülke el koyma fırsatını yakalayan bu ittihatçı güruhu, bu fırsatı kaçırmamak adına insanlık tarihinin en büyük suçlarından birini işledi. Aslında, Ermeni halkına yönelik çok önceleri başlayan katliam politikası bu dönemde sistematik hâle getirilerek uygulandı. Bu uygulamaya dair bazı sonuçlara baktığımızda, büyük felaketin iktisadi görünümü de ortaya çıkıyor.

Örneğin; 1908’de anonim şirketlerde Türk sermayesinin payı sadece yüzde 3.1923’e gelindiğinde bu oran yüzde 38. Yine aynı dönemler için ticaret yapan tüccarlara baktığımızda, ithalat ihracat işindeki Türk tüccarlar yüzde 4 civarındadır. Komisyonculukta bu oran yüzde 3’ün altındadır. Liman işleri tamamen Türk olmayanların elindedir. Toptancılık yapan tüccar oranı yüzde 15, perakende alanındaki Türk tüccar oranı yüzde 25’tir. Savaş sonrası bu oranlar dramatik bir şekilde Türkler lehine değişmiştir.

İsmail Beşikçi’den alıntı yaparsak; “1915 Yılında Ermenilere karşı sürdürülen politikanın çok önemli yönlerinden biri de sürgündür. Sürgüne gönderilen Ermenilerin mallarına çevredeki eşraf tarafından el konulmuştur. Sürgün kanlı olmuştur. Pek çok katliam, soygun yaşanmıştır. Sürgüne gönderilen Ermenilerin mallan eşraf tarafından yağmalanmıştır. Sürgüne gönderilenlerin beraberlerinde götürdükleri altın, bilezik gibi pahada ağır yükte hafif mallara el koyabilmek için insanlar yollarda öldürülmüşlerdir. Savaştan sonra sürgüne gönderilen Ermenilerin tekrar yurda dönmeleri yasaklanmıştır. Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesinden sonra, sürgüne gönderilen Ermenilerin ve Rumların bir kısmı tekrar yurtlarına dönerek mallarına ve mülklerine sahip olmaya başlamışlardır. Rumlardan ve Ermenilerden yağmalanmış bu malların tekrar onların eline geçmesini engellemek için Kuvva-i Milliye Teşkilâtı kurulmuştur. Kuvva-i Milliye’nin temelindeki en önemli sınıfsal etkenlerden biri budur. Rumların ve Ermenilerin tekrar gelmelerine ve mallarına sahip olmalarına engel olmak.”

Savaş sonrası aslında en önemli gelişme yukarıda anlatılan el koymalar sonucu gerçekleşmiştir. Ekonomide hızlı bir parasal servet artışı yaşanmış, bunun sonucunda da iç borçlanma hayata geçirilebilmiştir. Borçlanma halkın elindeki nakitlerden sağlanmış ve bu sayede yeni ekonomi önemli bir kaynağa kavuşmuştur. Bu da siyasetin ve burjuvazinin milli iktisat rotasında yürüyebilmesi anlamına geliyordu, öyle de oldu!

Eğer öyle olmadıysa; o hâlde sormak gerekir: Ermeni mallarına ne oldu?

MÜSLÜMANLAŞTIRILAN -GİZLİ- ERMENİLER

Soru, yanıtını ararken; yanıtla ilintili bir diğer mesele de “Müslümanlaştırılan -gizli- Ermeniler” alt başlığında aranmalıdır…

Yeri geldi aktaralım: 1915’te Müslümanlaştırılan Ermenilerin sayısı 200 bin civarındaydı;[64] tabii insan havsalasını zorlayan trajedilerle…

Bir kaçını hızla sıralayalım:

i) ‘Armenian Weekly’nin editörü Khatchig Mouradian anlatıyor:

“Talat’ın babası Hovsep, 1910’da Lice’nin bir Ermeni köyünde doğmuştu. Beş yaşındayken, ailesi soykırımda katledilmişti, bir şekilde canını kurtaran Hovsep’e bir Müslüman aile kol kanat germiş ve Bekir adını vermişti.

Bekir, dini bütün bir Müslüman olarak yetişti, iki kere Mekke’ye hacca gitti. Beş oğlu oldu, hatta birine Ermeni soykırımı dönemindeki Osmanlı İçişleri Bakanı’nın, yani bu suçun beyni kabul edilen adamın adını verdi: Talat…”[65]

ii) Dahiliye Nezareti’nin 26 Mayıs 1915 tarihinde Sadrazamlık makamına gönderdiği ve Ermeni meselesinin ‘esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesini’ emreden telgrafıyla resmen başlayan ‘Ermeni Tehciri’ ( ‘Ermeni Soykırımı’) sırasında resmi tarihçi Kamuran Gürün’e göre bile en az 300 bin Ermeni hayatını kaybetmişti ama ölenler bir anlamda ‘kurtulmuşlardı’ çünkü geride kalanları, özellikle de kadın ve çocukları çok büyük acılar bekliyordu.

Örneğin, 1916 yazında Cemal Paşa’nın isteği üzerine Suriye ve Lübnan’a giden edebiyatçı ve siyasetçi Halide Edip (Adıvar) Hanım, bin kadar Ermeni yetiminin kaldığı Ayn Tura Yetimhanesi’nde gördüklerini, İstanbul’da kurulan yeni kabinede Maliye Nazırı olan dostu Cavid Bey’e mektupla şöyle anlatıyordu: “…Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, birçokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa getirtmiş (…) Dışarıda anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen, on iki yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun, büyük gözleriyle etrafımda dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var.

Oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilmiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor… Gündüzleri yazımı yazarken bazen hıçkırdığını işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor, söylüyor. Bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu…”

Bu çocuklardan biri olan 1904 Fındıcak doğumlu Harutyun Alboyacıyan yıllar sonra Ermeni etnolog Vergine Svazlian’a şöyle anlatmıştı Ayn Tura’da gördüğü muameleyi: “Ana-babamı öldürdükten sonra, beni ve benim gibi ergin olmayan çocukları toplayıp Cemal Paşa’nın Türk yetimler yurduna götürdüler. Benim soyadım 535’ti; adım ise Şükrü’ydü. Ermeni arkadaşım da Enver adını aldı. Bizi sünnet ettiler. Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye haftalarca konuşmadılar. Eğer çavuşlar bunu duysalardı onları falakaya yatırır, tabanlarına 20-30-50 darbe vurur veya saatlerce güneşe bakmaya zorlarlardı. Bize dua ettiriyorlardı; ‘Padişahım çok yaşa!’ cümlesini üç kere tekrarlamamız gerekiyordu. Bize Türk giysileri giydiriyorlardı: beyaz entari, onun üstüne de siyah cüppe. Bir müdürümüz, birkaç bayan hocamız vardı. Cemal Paşa bize iyi bakılmasını emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir ediyor ve savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun gelecekte kendi halkını yücelteceğine, bizim gelecekte kendisine destek olacağımıza inanıyordu…”

Halide Hanım ve Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’daki görevleri 1917’de bitti ama Ermeni yetimlerinin çilesi bitmedi. Ermeni Soykırımı’nın mimarı Talât Paşa’nın kara kaplı defterinde Ermeni yetimlerinin sayısının 10 bin 269 olduğu; bunların 6.768’inin yetimhanelere, 3.501’inin ise Müslüman ailelere dağıtıldığı yazılıydı. Başbakanlık Arşivi ise kız ve erkek çocukların ailelerinden alınmaları, Ermenilerin bulunmadığı Müslüman köylerine dağıtılmaları ve Müslümanlarla evlendirilmeleri veya yetimhanelere konulmaları ve özellikle Müslüman âdetlerine göre yetiştirilmeleri konusunda onlarca belge ile dolu.[66]

iii) Arjantinli gazeteci Avedis Hadjian, ‘Türkiye’deki Gizli Ermenilerin Ayak İzleri’ başlıklı haberinde Anadolu’da ve İstanbul’da sayıları yüz binlerle ifade edilebilecek Ermeni kökenli vatandaşın kimliklerini gizleyerek yaşamlarını sürdürdüklerine işaret edildi.

Hadjian’ın İstanbul, Amasya, Diyarbakır, Batman, Tunceli ve Muş’u dolaşarak yaptığı araştırmanın ilk durağı İstanbul’da Kurtuluş’ta başlıyor. Habere göre, yaklaşık 1 asırdır gerçek kimliklerini gizleyen insanların büyük çoğunluğu doğu illerinde olmak üzere, İslâm dininin Sünnilik ve Alevîlik gibi çeşitli mezheplerini benimseyerek Türk ya da Kürt kimliği altında yaşıyor. Her şeye rağmen özellikle Batman’ın Sason ilçesinin köylerinde yaşayan küçük bir topluluk, hâlen Hıristiyanlıklarını korumaya devam ediyor.

Gizli Ermenilerin sayısını tam olarak kimsenin bilmediğinin altını çizen Hadjian, birçok gizli Ermeni’nin kimliklerini açık etmekten korktuğuna şahit olduğunu anlattıktan sonra Palulu bir gizli Ermeni’nin sözlerini şöyle aktarıyor: “Türkiye, Ermeniler için hâlâ tehlikeli bir yer.”

Değişik kimlikler altında yaşayan gizli Ermeniler, kimliklerini açık yaşayan Ermeni vatandaşlarla ilişkiye girmekten de kaçınıyor. Yabancılarla ilişki kurmuyor. Hadjian, gizli Ermenilerin bir kısmının dedelerinin ya da ebeveynlerinin Ermeni olduklarını kabul etmelerine ve Türk ve Kürt komşularınca Ermeni ya da gavur diye adlandırılmalarına rağmen bunu reddettiklerini, bazılarınınsa gerçek kimliklerini kabul etmelerine rağmen bu bilgiyi kendi çocuklarından sakladıklarını anlatıyor.

Hadjian, bir kimsenin gizli Ermeni olduğunu anlamanın hiç de kolay olmadığını söyleyerek çeşitli örnekler sunuyor: Örneğin, Amasya’nın son Ermeni’si olan ve Hıristiyan inancına göre yetiştirilmiş Hrant Dink’le aynı okulu bitiren Rafel Altıncı Müslüman olup, bir Türk kızıyla evlenmiş, kızını da Türk olarak yetiştirmiş. Arıkan yıllar sonra yeni yeni kabul ediyor Ermeniliğini. Muş’un bir köyünde yaşayan Jazo Uzal, kışı geçirdiği İstanbul’da kiliseye giderken, yazın döndüğü köyünde oruç da dahil Müslüman ibadetlerini yerine getiriyor.

Öte yandan, Diyarbakırlı avukat Mehmet Arkan, yedi yaşına kadar ailesinin Ermeni olduğunu bilmeden büyüyor. Arkan, “10 sene öncesine kadar herkesten kimliğimizi saklıyorduk ama artık Diyarbakır’da Ermeni olmak tehlikeli değil” diyerek Surp Giragos Kilisesi’nin restorasyonunu örnek veriyor. Arkan, Sünni olmasının ve namaz kılmasının kendini daha az Ermeni hissettirmediğini söylüyor.

Bazı durumlarda gizli Ermenilik beklenmedik dönüşümler de yaşamış. Örneğin 1915 olaylarından sağ kurtulan Palu’nun Bagin Köyü’ndeki Ogasyan aşireti, Amerika’ya göçerek Rhode Island’a yerleşmiş. Tarlalarında çalıştırılmak üzere bir Kürt aşiret reisinin kaçırdığı ailenin küçük oğlu Kirkor daha sonra ağa tarafından yetim Zerman’la çok küçük yaşta evlendiriliyor. Her ikisi de Palu’nun bir köyüne yerleşip, İslâm’ı seçip, Türkçe isimler alıyor. Hacca bile gidiyorlar birlikte. Yıllar sonra ABD’deki akrabalar Kirkor ve Zerman’la bağlantı kuruyorlar. Şimdi Kirkor ve Zerman’ın bir torunu Harput’ta imam, ikinci kuşaktan yeğenleri Oshayan Cloloyan ise New York Ermeni kilisesinin başpiskoposu olmuş.

Hadjian, Tunceli ve çevresinde de gizli Ermenlerin varlığından söz ettiği yazısında Sason’da tanık olduğu olaydan bahsediyor. Raman Dağı’na hacı olmaya giden Ermeni kafiledeki 6-7 yaşındaki bir kız çocuğunun sırtındaki beyaz çuval rüzgârın etkisiyle ters dönünce Ermeni hacını gören yazar, fotoğraf çekmek için yaklaşıyor. Görüntü vermemek için yüzünü eşarbıyla gizleyen küçük kız, “Ermeni misin, ailende Ermeniler var mı?” sorularına “Biz Müslümanız” diyerek yanıt veriyor.[67]

iv) Tüm baskılara rağmen Ermeni kökenini öğrenip kimliğini değiştirenlerde son yıllarda ciddi bir artış var.

“Herkes bizi Kürt Müslüman olarak bilirdi. Babam annem dindardı. 12 yaşıma geldiğimde mahalledeki çocuklar bana ‘gavur’ demeye başladı. Anneme sordum ve Ermeni olduğumu öğrendim. Bize okulda ‘Ermeniler insanları kesti’ demişlerdi. Ermeni olduğum için ağladım. Yıllarca arada kaldım. Ve sonra asıl dinime dönmeye karar verdim. Müslümanlıkta bir laf vardır: Aslını inkâr eden haramzadedir…” Yusuf Yılmaz böyle anlatıyor “Araf”ta kalmayı ve özüne dönmeyi. Yılmaz tek örnek değil.[68]

v) “Gizli Ermeniler” kimliklerini eskisine göre daha cesurca açıklıyor. Diyarbakırlı Gaffur Türkay, “Sünni Müslüman’ım ama Ermeni’yim” diyor.

Daha önce görevden alınan eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin Türkmen, kendilerini Kürt-Alevî olarak tanımlayanlarınsa Ermeni kökenli olduğunu söylemiş, “gizli Ermeniler”le ilgili kayıtlar olduğunu öne sürmüştü. Bu sözleri büyük tartışma yaratan Halaçoğlu, Türkay’ın sözleri için, “Sadece Diyarbakır değil, Türkiye genelinde gizli Ermeniler var ve artık kimliklerini açıklıyorlar” diyor.

Artvin ve Rize illerinde yaşayan ve Ermenice’nin bir lehçesini konuşan Müslümanlaşmış Ermeniler de kendilerini ‘Hemşinli’ olarak tanımlıyor. Kendisi de Hemşinli olan araştırmacı ve politikacı İsmet Şahin, Hemşinlilerin Hıristiyan âdetlerini koruduklarını söyledi. Tunceli’deki ailesinin Kürt-Alevî kimliğiyle yaşadığını söyleyen belgeselci Kazım Gündoğan da kimliğini gizleyen Tuncelili Ermenilerin “dualarını doğada yaptıklarını” söylüyor.[69]

vi) Yıllardır komşularının ya da iş arkadaşlarının büyük bir bölümü, onları ‘Müslüman Kürt’ olarak kabul etti; çok az kimse, “Ermeni” kökenli olduklarını biliyordu. Bilenlerin çoğu da Hıristiyan kökenlerini görmezlikten geliyordu.

Oysa, onlar yıllarca “gizli Ermeni” olarak yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldılar. Nüfus cüzdanlarında “Müslüman”, kalplerinde ise “Hıristiyan” yazıyor, kendi aralarında evleniyorlardı. Ancak, son yıllarda ana dinlerine, ana kimliklerine dönmeye başladılar.

Özellikle 1950 sonrası artan “mahalle baskısı” sonucu dinlerini değiştirmek zorunda kalan Ermeni ailelerinin çocukları, artık kimliklerine “Hıristiyan” yazdırıyor.

Bu geri dönüşü yaşayan ailelerden biri de Türkiye Ermenileri Patrikliği Patrik Genel Vekili Aram Ateşyan’ın ablasının torunları 33 yaşındaki Mesure Kaplan ve 28 yaşındaki Cihan Beskisiz. Mesure, kendisi gibi uzun süre Ermeni kimliğini saklamak zorunda kalan eşi Kudbettin Kaplan, 5 yaşındaki oğlu Mardik ve erkek kardeşi Cihan’la birlikte 19 Eylül 2010 günü Akdamar’daki ayini yönetmek için Van’a gelen dayıları Ateşyan’ı ziyaret etti. 4 ay önce nüfus cüzdanlarını değiştirerek Hıristiyan/ Ermeni kimliklerini resmîleştiren Mesure ve Cihan kardeşler vaftiz oldu.[70]

Şimdi burada durup sormalıyız: “O hâlde”?

ABD PATENTLİ İLLÜZYON(LAR)

Tanınsa da, tanınmasa da gerçek orta yerde; boylu boyunca karşımızda…

Gerçeğin varlığı kimsenin, hiçbir şeyin tanımasına “endeksli” değil ve olamaz da…

Ama bu konuda farklı düşünüp, ABD patentli illüzyon(lar)a müthiş “değer biçen”ler var.

Biz onlardan değiliz… Yani “ABD bu kez soykırımı tanıyabilir,”[71] umuduyla yaşayan Ara Nazaryan’dan farklı bir yerde duruyoruz.

Açık, açık telaffuz edelim: ABD için Ermeni Soykırımı/ Gerçeği, sadece ama sadece uluslararası ilişkilerde bir şantaj aracı/ kozudur; hepsi bu kadar…

Bu noktada Robert Fisk’in, “1939’da Hitler’in generallerine sorduğu soruyu hatırlamaya değer. Hitler doğu Avrupa’daki milyonlarca Yahudi’yi öldüreceği Polonya seferi öncesinde basit bir soru sormuştu: “Bugün Ermenileri kim hatırlıyor?” Evet, Hitler Obama’dan duymuş olmayı isteyeceği cevabı aldı,”[72] uyarısını kimsenin “es” geçme şansı yoktur; olmamıştır; olamaz da…

Tam da bu noktada İskender Aruoba’nın, ‘Soykırım Demeyecek, Garanti Veririm!’ başlıklı yazısından bir bölümü aktarmak gerekiyor:

“ABD ile epeyce ticaret yapmış ve oralarda yaşamış biri olarak ben Hüseyin İskender Aruoba, gayet net ifade edeyim! Hüseyin Yıldırım Obama asla ve kat’a ‘Soykırım’ demeyecektir!”

“Neden” mi?

Gayet basit; ABD Başkanı Barack Obama’nın 24 Nisan 2010’da “Ermeni Soykırımını Anma Günü” açıklamasına ilişkin ‘Los Angeles Times’ın yorumundaki üzere: “ABD yönetimi, Türkiye ile gerginlik istemiyor. İlişkileri gerginleştirmek ABD’nin Irak ve Afganistan’a sevkıyat rotalarını riske sokabilir, Ortadoğu barış girişimleri ve İran ile ilişkiler gibi konuları karmaşıklaştırabilir…”

Bu kadar da değil; “1915’te yaklaşık 1.5 milyon Ermeni’nin Osmanlı Türklerince kitlesel katliama tabi tutulması, XX. asrın en karanlık sayfalarından biri. Konu neredeyse bir asır sonra hâlâ yankı buluyor. Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin katliamları soykırım olarak kabul etmesiyse, ABD’nin Irak, Afganistan, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’daki kritik önemde bir müttefiki olan Türkiye’yle ilişkileri zedeleyebilir,”[73] notunu da düşüyor Steven A. Cook…

Bu kadar da değil; “İstenmeyen sonuçlara dikkat etmeli. ABD Kongresi’nin bir komitesinin Ermeni soykırımı üzerine onayladığı tasarı tarihsel bir yanlışı düzeltebilir, ancak bunu yaparken Ortadoğu’da barışçıl bir geleceği de tehlikeye atabilir. İsrail’in sakar anti diplomasisine kızan ve AB’den geçer notu alma başarısızlığı karşısında aşağılanmış hisseden Türkiye’nin, Batı’yla top oynamak için gerekçeleri tükeniyor. Kongre’deki oylama ve İsveç meclisindeki benzeri, Türkiye’yle Batılı müttefikleri arasında yeni bir takoz oluşmasına katkıda bulunuyor ve onu tehlikeli bir biçimde İran’a doğru itiyor,”[74] diye ekliyor Catherine Philips…

İş böyle olunca da ABD’de federal temyiz mahkemesi, 1915 olaylarında ölen Ermenilerin yakınlarına hayat sigortası kapsamında tazminat ödenmesi yönündeki eyalet yasasını, ABD dış politikasına karıştığı için iptal etti.[75]

Ayrıca Ermenilerin Türkiye Cumhuriyeti, Ziraat Bankası ve Merkez Bankası’nı dedelerinin mallarına el koymakla suçladığı davada, Türkiye egemen bağışıklık ilkesi yani “hiçbir ülke yabancı bir ülkede yargılanamaz” prensibini kullanarak savunma vermezken; Ermeniler ise insanlığa karşı işlenen suçların bunun istisnası olduğunu söyleyerek soykırım iddialarını hatırlattı. ABD mahkemesi ise davanın görülebilmesi için davacıların soykırımı kanıtlaması gerektiğini, bunun da mahkemenin yetki alanının dışında olduğuna karar verdi.

Yargıç Dolly Gee böyle bir girişimin Washington’daki federal hükümetin dış ilişkileri yürütme yetkisine müdahale olacağına hükmetti. Dolayısıyla davanın esası konusunda görüş bildirmeden dosyayı teknik nedenlerden kapattı. Eğer Beyaz Saray ya da ABD Kongresi geçmiş yıllarda soykırımı tanımış olsaydı davanın görülmesinin önünde böyle bir engel olmayacak, mahkeme direkt olarak iddiaları inceleyebilecekti. Bu durumda da zaman aşımı, mağdur olduğu söylenen kişilerin vatandaşlık statüsü gibi olgular devreye girecekti.

California’da 2010 yılında Garbis Davoyan tarafından açılan ve daha sonra benzer talepleri olan Bakaryan davası ile birleştirilen dosyada, Türkiye Cumhuriyeti, Ziraat Bankası ve Merkez Bankası’nın 1915’te el konan, satışı yapılan mallar nedeniyle haksız zenginlik elde ettiği, mal sahiplerinin ise zarara uğradığı iddia ediliyordu. Dava dilekçelerinde iki bankanın Türkiye’nin eylemlerine aracılık yaptığı savunuluyor ve soykırımın tanınması isteniyordu.[76]

ABD budur; bu kadardır; ötesi ise asla değil…

PARLAMENTO KARARLARI İLE “SOYKIRIMI TANI(T)MA”!

Yeri gelmişken bir şeyin altını daha çizelim: Ermeni Soykırımını/ Gerçeğini tanıma parlamentolara endekslenir ise, soru(n), uluslararası ilişki ve şantaj denklemlerine feda edilir…

Tarihi gerçekleri belirlemek parlamentoların ihtisas alanı değildir. Kararın “nihaî” mercii, halkların vicdanı ve baskısıdır. Parlamentolar ancak ve ancak bu vicdanın (ve basıncının) gereğini yerine getirme mercileridir.

Bu konuda tarihçi Christian Delporte şunu diyor: “Adı resmî tarih olan bir şeyin varlığına karşıyız. Peki niçin? Çünkü ortada özgür ve bilimsel araştırmaya itiraz eden engellere gerek olmadığını düşünüyoruz. Ancak ortada güç yoluyla belirli bir gerçeği dayatan bir yasa varsa, bu resmî gerçekle çelişecek sonuçlara varan tarihçilere yönelik kovuşturmalar olacaktır. Böylesine boğucu bir ortamda kim özgür biçimde araştırma yapabilir? Demokles’in kılıcı yanı başındayken kim düşünebilir? Biz neredeyiz? Tarih, her şeyden önce özgür tartışma konusudur ve böyle de kalması gerekir.”[77]

Evet kimileri için parlamentolardaki şunlar tür etkinlikler “başarı” ilan edilebilir…

i) Ukrayna’da yerel yönetimler birbiri ardına 1915 olaylarını soykırım olarak tanıyan ve Ukrayna yönetimini de soykırımı tanımaya çağıran kararlar alırken bu yönde önemli girişim, Kiev Belediyesi’nden geldi. Kiev Belediye Başkanı Leonid Çernovetski’nin yakın akrabası olan Belediye Meclis Üyesi Viktor Grinyuk tarafından Belediye Meclisi’ne sunulan öneri, üyelerin tamamına yakınının oylarıyla kabul edildi. Kararda, dünyadaki pek çok ülkenin “Ermeni soykırımı”nı tanıdığı ve Ukrayna Parlamentosu’nun ve Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in de bu yönde “gereken kararı almaları gerektiği” ifade ediliyor…[78]

ii) İsrail’de muhalefette olan merkez sol çizgideki Meretz partisi lideri Haim Oron’un, Ermenilerin 1915 olaylarıyla ilgili soykırım iddialarını bir kez daha İsrail parlamentosunun gündemine taşıyacağı belirtildi…[79]

Ancak bunlar “suya yazmak”tan öteye bir anlam ve değer ifade etmezler, edemezler… Çünkü devletler, tek Saikleri “çıkarlar” olan güvenilmez pragmatiklerdir.

“Nasıl” mı?

Örneğin İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hamid Baghaey, “Yüz yıl önce Osmanlı döneminde Ermenilere karşı soykırım uygulandı. Ermeniler Türkiye’den özür ve tazminat bekliyor,”[80] der demesine de; ardından hemen bizzat Kültür Mirası, Turizm ve El Sanatları Kurumu Başkanlığını da yürüten Baghaey, “Basın yayın organları, Türkiye ve Ermenistan arasındaki hukuki ihtilaflar konusunda özel bir tahlilde bulunduğumuzu telakki ettiler, ancak biz bu konuyu tekzip ediyoruz” ifadelerini kullanır![81]

VE BUGÜN…

Ve durmadan -içi boş- “demokratikleşme paketleri”nin açıldığı bugünde Ermeniler mi?

Sadece ‘Yerevan-Oragark’ gazetesi köşe yazarı Alin Ozinian’ın, “Türkiye sınırları içerisinde ne zaman bir gayrimüslime maddi, manevi ya da fiili bir saldırıda bulunulsa bunun mutlaka bir sebebi, yani kısaca bir ‘bahanesi’ vardır,” saptamasının altını çizerek somut birkaç şey aktarmakla yetinelim!

i) Dört Ermeni kadının art arda saldırıya uğradığı Samatya’da oturan Seta Teyze, “Ah… Biz hep korktuk bu ülkede. Bazen diyorum ki kendime keşke Ermeni olmasaydım”…[82]

ii) İstanbul Samatya’da 28 Aralık 2012’de vahşice öldürülen 85 yaşındaki Maritsa Küçük’ün kızı Bayizar Midilli ve torunu Ani Artar katil zanlısı Murat’ın cinayeti tek başına işlediğine inanmadıklarını söyledi. Midilli, adli vaka olarak gösterilmeye çalışılsa da bunun bir nefret cinayeti olduğunu ifade etti.[83]

Samatya’daki seri saldırıların faali olduğu iddia edilen Murat Nazaryan’ın sadece bir cinayetle suçlanması kafa karıştırdı: Başka saldırganlar mı var? Uyuşturucu kullanan Nazaryan, suçlandığı tek cinayetle ilgili de hiçbir şey hatırlamıyor…[84]

iii) “Türk Tarih Kurumu’nun, üniversitelerde Ermeni meselesini araştıran öğrencileri takip ettiği ortaya çıktı”… [85]

iv) Batman Gümüroğlu Jandarma Karakolu’nda askerliğini yapan er Sevag Şahin Balıkçı’nın ilkin doğrudan vurulduğunu belirtip sonradan ifadesini geri çekti. Halil Ekşi, ilk duruşmada, katil zanlısının yakını olan Bülent Kaya’nın baskısı sonucunda ve birlikte ifadesini değiştirdiğini belirterek, “Benim askerlikte verdiğim ifadede tehlikeli yerler varmış, onlara yaramıyormuş, ifademi değiştirmem gerekiyormuş,” dedi…[86]

v) Muş’ta kalan ve şehirde bir zamanlar Ermenilerin yaşadığının son kanıtı olan Kale Mahallesi, 21 Ekim 2012’de Bakanlar Kurulu kararı ile kentsel dönüşüm kapsamına alındı. Dönüşüm projesi çerçevesinde mahallede yıkılması planlanan 500 evin yerine TOKİ, 770 daire inşa edilecekti. Binaların yüzde 80’i yıkıldı…[87]

vi) Tekirdağ Malkara’da ‘Meşatlık’ adı verilen tarihi Ermeni mezarlığı tamamen yok edildi. Yıllar önce yağlı güreşler için çim saha yapılan mezarlıkta en son Malkara Belediyesi tarafından ‘ocakbaşı’ olarak kullanılacak bir bina yapıldı. Malkara’da Ermeni mezarlığının ilk tarihi hakkında kesin bilgi yok. Malkara merkeze 1.5 kilometre uzaklıkta olan mezarlık, Tapu Kütüğü’ne göre 1 Eylül 1976’da “metruk mezarlık ve yol fazlası arsa” olarak kayıtlara geçirildi. Yıllar içinde mezarlığın taşları söküldü…[88]

vii) Fındıkla’da gökkuşağı renklerine boyanan merdivenlerin griye boyanmasının ardından başlayan merdiven boyama eylemleri Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. Bu süreçte, Agos gazetesine ve Hrant Dink’in öldürüldüğü yere yaklaşık 5 metre mesafedeki, Halaskargazi’de Şafak Sokak’ın girişindeki merdivenler de kimliği belirsiz kişiler tarafından bordo maviye boyandı…[89]

“Yeter” mi? Hayır yetmez! Bir de Ahbarik Hrant var…

AHBARİK HRANT İÇİN HATIRLATMA

Hrant’ın katledilişinin altıncı yılı için İstanbul’a gelen Noam Chomsky’nin, “Dink ifade özgürlüğü için kendisini feda etti,” dediği O; 1.500.001’inci Ermeni’dir; hâlâ Ermeni Soykırımı Meselesinin/ Gerçeğinin hâlledemediğinin kanıtıdır…

Hatırlayın: Talat Paşa kendisine Ermenileri tehcir ederek sorunu çözemeyeceklerini, yanlış yaptıklarını söyleyen İngiliz Büyükelçisine “Son Ermeni de tehcir edildi ve mesele bitti” demişti. Ama meselenin bitmediği, ne hâle geldiği gözler önündedir. Dışlamayla, kovmayla meseleler çözülmüyor…

Mesele bitmediği, mantık da değişmediği için yeni sorunlar çıktı. Yılları aşan bir süreç ve hâlen Hrant’ın katlinin gerçek sorumluları yok. Talat Paşa o zamanlar meseleyi hâllettiğini düşünmüştü. Şimdikiler de “Üç beş tane milli duygularını zaptedemeyen heyecanlı gence” havale etti ama kamu vicdanı bunu kabul etmedi.

Durum tam da ‘Utanç Duyuyorum!’[90] diye haykıran Fethiye Çetin’in ifadede ettiği üzeredir: “Devletin unutturma çabasına rağmen toplum bu cinayeti unutmuyor ve artık bu cinayetin suç ortağı olmayı reddediyor. Çünkü biliyoruz ki, bu cinayetin aydınlatılması, ülkenin aydınlatılması demektir…”

Ancak bunun hiç de kolay olmadığını ‘Demokrat Yargı Eşbaşkanı’ Yargıç Orhan Gazi Ertekin’in, “Ermeni’nin, Rum’un, sosyalistin, liberalin olmadığı bir yargı ‘müsamere’den başka bir şey değildir. Türkiye’de adalet arayışının muhatabı bir yargının olmadığı gerçeğini görmeliyiz,” deyişindeki üzere yaşayarak öğrendik!

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Hrant Dink cinayeti davasıyla ilgili temyiz kararını açıkladı: Örgüt var ama terör örgütü değil, basit bir suç örgütü. Daire “Eylemin siyasi olması terör için yeterli değil” derken; Dink davasında bir yılın özeti şu: Mahkeme, Ogün Samast’ın TİB kayıtları ve MİT’in Meclis komisyonuna gönderdiği evraklardan, “gizli olmayanları” istedi. Evraklar geldi ancak mahkeme aynı kurumlara tekrar yazı yazdı: “Bunlar devlet sırrına girer mi?”

Hâl ve gidiş tam da bu!

Evet Fethiye Çetin’in, “Dink cinayeti, öncesi ve sonrasıyla planlanmış bir cinayettir.” “Ermeni olduğu için. Yine üst düzey bir askeri yetkili şunu dedi: “Hrant Dink’i korumak cesaret ister.” Ermeni çünkü. Korumaya değer bulunmuyordu, direkt cezalandırıyordu. Çünkü o Ermeni. Azınlıklara düşmanlık. Ermenilere biraz daha fazla…” “Aslında şu anda, başlangıçtaki noktanın da daha gerisindeyiz,” haykırışlarına karşın böyledir bu!

Hem de “Dink ailesi haklı olarak isyan ediyor… Devletin oyununa alet olmayacağız… Yargı bizlerle alay etti… Bu müsamerede yokuz…” derken!

Bunlar böyleyken nasıl olur da devlet ağzı/ söylemini unutabiliriz?

 

HATIRLANMASI/ UNUTULMAMASI   GEREKEN DEVLET AĞZI/ VE SÖYLEMİ[91]

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI’NDAN HRANT DİNK İÇİN AÇIKLAMA (2004) “Kendisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ilk kadın savaş pilotu olarak   Türk havacılığının onursal bir ismidir.

Sabiha Gökçen aynı zamanda Atatürk’ün Türk kadınının Türk toplumu   içinde bulunmasını istediği yeri gösteren değerli ve akılcı bir sembolüdür.

Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak milli   bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşımdır.

Bir iddiayı, milli duygu ve değerleri de kötüye kullanarak bu şekilde   yayımlamanın habercilik olarak nitelendirilmesini kabul etmek mümkün   değildir.

Ulusal birlik ve beraberliğimizin en güçlü olması gereken bu dönemde   milli birlik ve beraberliğimize ve milli değerlerimize yönelik bu tip   yayımların ne amaçla yapıldığı Türk toplumunun büyük bir kesimince artık   anlaşılmakta ve endişe ile izlenmektedir.”

CEMİL ÇİÇEK’TEN HRANT DİNK’E İTHAFEN (2005) “Birçok derneklerimiz özgürlük yok diyorlar ya… Milleti arkadan   hançerleme, iftira etme özgürlüğü var. Özerk kuruluşları da göreve davet   ediyoruz. Hükümet olarak yetkimiz olsaydı, gereğini yapardık…

Bu millete küfretme, bu milletin nüfus cüzdanını taşıyanların aleyhte   propaganda yapma, ihanet etme dönemini artık kapatmak lazım…”

İSTANBUL VALİLİĞİ’NDE VALİ YARDIMCISI VE İKİ MİT MENSUBUNUN DİNK’E   UYARISI (2006) “Hrant bey, siz tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber   yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var.

Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır biz sizi biliyoruz ama   sokaktaki adam ne bilsin.

Bu tür haberleri başka bir niyetli sanabilirler. Bu tür haberlere daha   dikkat etmek gerekmez mi. Sizin yazdığınız bazı yazılardan her ne kadar   üslubunuza katılmasak da niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz.

Ancak herkes bunu böyle anlamayabilir. Ve toplumun tepkisini üzerinize   çekebilirsiniz.”

 

Ya “Devlet tutumu” mu?

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesini bilerek engellemeyen kamu görevlileri, cinayetin üzerinden 6 yıl 6 ay geçmesine karşın hâlâ yargı önüne çıkarılmış değil. Gizlilik kararıyla yürütülen soruşturma dosyası ise yine görevsizlik ve yetkisizlik kararlarıyla Trabzon ve Ankara’ya dağıtıldı. İstanbul’daki sorumlular hakkında ise yeniden İstanbul Valiliği’nden soruşturma izni istendi.

Dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler hakkındaki suç duyurusu ise soruşturmanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yapılacağı gerekçesiyle Ankara’ya gönderildi. Dönemin İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü görevlileri Celalettin Cerrah, Ahmet İlhan Güler, Bülent Köksal, İbrahim Pala, İbrahim Şevki Eldivan, Volkan Altınbulak, Özcan Özkan, Bahadır Tekin ve dönemin İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör hakkında ise soruşturma izni için İstanbul Valiliği’ne yazı yazıldı. Valilik İl İdare Kurulu, 28 Kasım 2013 tarihli kararla soruşturma izni talebini reddetti. Karara göre, İstanbul Valiliğindeki görüşmeye ilişkin olarak, ‘görüşmenin gayet samimi ve nezaket kuralları içerisinde geçtiği’ gerekçesiyle soruşturma izni verilmedi. Valilik, son olarak 5 yıllık zaman aşımının geçmesini de kararına gerekçe gösterdi…

Bu kadar da değil! Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü sırasında Hrant Dink’e yönelik ilk eylem bilgisine ulaşan ve Erhan Tuncel’i yardımcı istihbarat elemanı yapan Engin Dinç, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevine atandı!

Kimsenin kuşkusu yok; Yetvart Danzikyan’ın ifade ettiği gibiydi her şey: “Hrant Dink, devlet içi bir mutabakat ve sessizlik sonucu öldürüldü. Bunu planlayan vardı, bilenler vardı, bu cinayetin işlenmesini sessizce bekleyenler vardı.”

Ancak “Hükümet görünürde bile suçu sabit olan polis ve bürokratları terfi ettirdikçe, savcılar ve mahkemeler görevlerini savsakladıkça manipülasyonlar sürüp gidecek!

Hrant Dink katledilmekle kalınmadı. Cinayeti üzerinden hâlen psikolojik harp operasyonları polis-asker ikilemi üzerinden sürdürülmeye devam ediliyor. Cinayeti kim ve niçin adım adım örgütledi? Kim yol verdi? Kim soruşturmayı engelledi? Ya da onların insani duygulardan yoksun jargonu ile sorarsak, kafesi kim kurdu? Hangi avın izi sürülüyordu? Hangi sisli ortam beklenildi? Av için kullanılan yem de bir av mıydı? Bir taşla iki kuş mu vurulmak istendi? Bu soruların cevapları aranıp bulunması gerekirken hâlen ortalık manipülasyondan geçilmiyor.

Cinayet öncesi olduğu üzere cinayet sonrası, hükümet üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmedikçe de bu manipülasyonların sonu gelmeyecek gibi. Nasıl gelsin ki; hükümet görünürde bile suçu sabit olan polis ve bürokratları açığa alıp haklarında suç duyurusunda bulunması gerekirken terfi ettirdikçe, savcılar ve mahkemeler görevlerini savsakladıkça bunlar sürüp gidecek!”[92]

Dur denilmesi gereken de tas tamına budur!

HİÇBİRİMİZ MASUM DEĞİLKEN KEFARET (TAZMİNAT) MESELESİ

Buncasının ardından ve hiçbirimiz masum değilken; 2015’in eşiğinde, 100’e 1 kala kefaret (tazminat) meselesine gelince, bizim tavrımız: Ermeni Soykırımı kurbanlarının/ mağdurların topraklarına dönmesi ve bununla bağıntılı tüm taleplerinin karşılanmasıdır…

Bu böyle olunca ilk reddedilmesi gereken “made in USA” patentli ‘The Times’dan Tony Halpin’in, “Türkiye’nin Ermeni soykırımını tanıyan Rusya’yla yakınlığı, ABD’deki olası tanımaya verdiği tepkiyle tezat oluşturuyor. Ankara’nın Ermenilere vereceği en iyi tazminat acılarını tanıyıp özür dilemek olacaktır,”[93] diye formüle ettiği tavır(sızlık) olmalıdır!

Bu elbette yetmez; bunun bir adım ötesi de kolektif bir suç olan Ermeni Soykırımı’nı “dedelerimiz” üzerinden sorgulamaktır!

Ermenilerin mallarını geri istememesi için yıllarca ülkeye sokulmadığını söyleyen tarihçi Taner Akçam, “Tapu Müdürlüğü’nün talimatı var, bilgi vermek yasak” vurgusuyla hatırlatarak ekliyor: “1950-60’lı yıllarda Suriye’den Lübnan’dan ziyarete gelmek isteyen Ermenilere Türk konsolosluklarında bir kağıt imzalattırılıyor; ‘Ben Türkiye’ye gidince mallarım hakkında hiçbir hak iddia etmeyeceğimi garanti ederim’ diye. Yani Türkiye bu insanlar içeri girip mallarını isterse, sorun çıkacağını biliyor…

Benim ana tezim şu: Şu anda bir Ermeni gelip ‘Malımı benim adıma 70- 80 yıl işletmişsin, faizini de istemiyorum, malımı ver’ dese, bunun karşısında ‘Hayır’ diyebileceğimiz herhangi bir hukuk kuralı yok. Bu nedenle Tapu Kadastro Müdürlüğü 1983 ve 2001’de bölgelere yolladığı bir tamimde ‘Birileri 1915’teki malları hakkında bilgi isterse sakın vermeyin’ diyor.

Asıl önemli olan altını çizmek istediğim de bu: Büyük bir toplumsal destek görüyor. Varlık Vergisi örneği çok meşhurdur. Devlet el koyar ama mezatta satılır eldeki mallar, İstanbul’da hangi evde mezat olduğuyla ilgili gazetelere ilan verilir. Gazetelere göre yüzlerce insan bu evlere yağmaya gider. Ben bugüne kadar herhangi bir İstanbullunun bir yerde yazdığını duymadım. ‘Dedemden, nenemden utanıyorum, çünkü haksız biçimde kolundan tutulmuş, evinden atılmış, Aşkale’ye gönderilmiş ve hatta orada ölümle karşı karşıya kalmış birisinin malını benim dedem nenem yağmaladı,’ dediğini duymadım. Ben, Hıristiyan mal zenginliği üstüne oturmanın toplumun bilinçaltında olduğuna inanıyorum.”[94]

Evet Ermeni Soykırımı’ndan herkes nemalandı; bu nedenle de masum değiliz hiçbirimiz![95]

Ermenistan Başsavcısı Hovsepyan, “Soykırımın 100’üncü anma yılı yaklaşıyor. Ermenistan devleti ve diyaspora, davamız için büyük hukuk mücadelesine hazır olmalı. Hukuk savaşının nihai hedefi soykırım mirasçılarının gereken tazminatları almasıdır. Tüzelkişi sayılan Ermenistan Kilisesi Türkiye’de şans eseri ayakta kalan kilise ve onlara bağlı mülkü geri alabilmeli. Ermenistan devleti ise malum olaylar sırasında kaybettiği toprakları geri almalıdır. Benim kanaatime göre tazminat elbette maddi olmalı.

Soykırım konusunda muhatabımız Türkiye’dir. Bu suçu Türkiye işlemiştir. Ayrıca bunu yapan Türkiye’nin yardakçıları da olmuştur. Hukukçular iyi bilir. Bu tür suçlar işlenirken başroldeki oyuncunun arkasında ona fikir babalığı yapan, kışkırtan yabancı uyruklu kişiler, örgüt ve hatta devletler olmuştur. Son dönemde bu üçüncü devletlerin kimler olduğuna dair ipuçları da yayınlanmaya başlandı,”[96] dese de; ABD Federal Temyiz Mahkemesi, 1915 soykırımında hayatını kaybeden Ermenilerin mirasçılarının, kendilerine ödeme yapılması için sigorta şirketlerine dava açamayacağına hükmetti.

San Francisco’daki 9’uncu Temyiz Mahkemesi, California eyaletinde 11 yıl önce kabul edilen ve 1915 soykırımında yaşamını yitiren Ermenilerin mirasçılarına, sigorta şirketlerine karşı dava açma yetkisini veren yasayı bozdu. Mahkemedeki 11 kişilik yargıç heyeti, oy birliğiyle aldığı kararda, Alman sigorta şirketi Munich Re AG’ye Ermeniler tarafından açılan davayı düşürdü.[97]

Meselenin çözümü ABD (ve benzerleri) tarafından kilitlenmek istense de çeşitli çözüm önerileri dillendiriliyor.

Mesela Orhan Kemal Cengiz, “Türkiye, Ermeni soykırımı konusunda hem özür dilemeli hem de Ermenilerin maddi zararlarını gidermek için ‘iç hukuk yolları’ oluşturmalı,”[98] derken “Türkiye tazminat ödemeli mi?” sorusunun altını çizen Sevan Nişanyan ekliyor:

“Bana sorarsanız 1915 için ödememeli. Ya da sembolik bir şey ödemeli. Gençliğimde sosyalisttim; belki onun kalıntısıdır, miras hakkını mutlak bir hak olarak göremiyorum. Ayrıca soykırımın ve inkârın trajedisinin para pazarlığına tahvil edilmesini ahlâken sakıncalı buluyorum. Bununla birlikte tazminat talebinin de pratikte içinden çıkılmaz sorunlara ve haksızlıklara yol açacağını düşünüyorum. Ölen ölmüş, giden gitmiş. Bu aşamada mal derdine düşmenin faydası yok.

Fakat alacağından vazgeçme hakkı borçluya değil, alacaklıya aittir. O hakka da saygı göstermek gerekir.

Daha yakın tarihte eski politikanın devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin giriştiği bazı yağmalama eylemleri, belki ayrı bir kapsamda ele alınabilir. Devlet tarafından örgütlendiği açıkça ortaya çıkan bir 6-7 Eylül 1955 talanı var. 60.000 İstanbullu ve adalı Rum’un 1963-1964’te malını mülkünü terke mecbur edilip sınır dışı edilmesi var. 1976’da Yargıtay kararıyla gayrimüslim vakıflarının 1936’dan sonra edindikleri mülklere tazminatsız el konulması var. 1980-1981 gizli kararnameleriyle Ermenilerin ve Rumların taşınmaz mallarını yok pahasına elden çıkarmaya zorlanması var. Bu olayların mağdurlarının bir kısmı hâlen hayatta. Onlarla el sıkışıp helalleşmek için vakit çok geç sayılmaz sanırım…”[99]

Ancak bunları yaparken; Ahmet Türk’ün “ne olduysa oldu, haydi özür dileyip barışın, bu iş bitsin”ci tutum(suzluğ)unu da şiddetle reddetmeliyiz!

Ve nihayet her şeyden önce unutulmamalıdır ki, mesela Harput’ta ti­yatroyu 1880’de, fotoğraf stüdyosunu da 1890’da kuracak bir uygarlık düzeyini Ana­dolu’da gerçekleştirmiş 1.5 milyonu aşkın Os­manlı Ermenisinin Anadolu’dan silinerek bu­gün İstanbul’da sayılarının 55.000’e inmesini hafiflete­cek gerekçe aramak için insanda bir vicdan sorunu bulunması gerekir.

T.“C”’nin, “1915 olaylarında Ermeni vatandaş­ların maruz soykırımın bütün Türkler’in öz acısı olduğu”nu açıklayan bir bildirimde bulunması ve kapıların açılıp ata topraklarına dönen Ermenilere -hukuki durum ne olursa olsun!- el konmuş malların tazmin edilmesi cihetine gidilmesi “olmazsa olmaz”dır…

LİBERALLERİN İŞLEVİ HAKKINDA BİR PARANTEZ

Ermeni Soykırımı Gerçeği’nde de liberallerin “hayırlı” bir rolü söz konusu değildir. Bir Bask Atasözü’ndeki gibi, “Igaroa, igaro/ Geçmiş geçmiştir” diyen onların hâl-i pür melalini 4 Aralık 2013 tarihli yazısında Ali Bayramoğlu, “Bir dönem, uzunca bir dönem Dink davasının derin devlet denen aygıtı ortaya serecek neşter olacağını düşündük,” karşılıksız beklentileri betimler!

Bunu da en iyi “Kimi liberal tarihçiler, 1915’te yaşanan olgunun bir soykırım olduğu noktasına geldiler sonunda. İnsanlığa karşı işlenen suçu, bir şekilde Osmanlı’nın üstüne yıkarak, suçun sorumluluğunu ve bu ‘kirli iş’ten modern Cumhuriyeti arındırmak olarak da anlayabiliriz bunu,” saptamasıyla Ragıp Zarakolu özetler…

Veya Etyen Mahçupyan’ın şu mırıldanma ya da iç çekişi: “Türkiye’nin Ermeni soykırımı meselesinde ilk yapması gereken, kendi insanlarına onların geçmişini de kucaklayacak bir biçimde sahip çıkması olmalı. Türkiye hem kendi yüce gönüllü Türk ve Kürt Müslümanlarını, hem de hayatta kalma uğruna ihtida eden Ermeni Müslümanlarını ‘tanımalı’… Bu tanıma, soykırımın tanınmasından çok daha önemlidir. Çünkü hem dünyaya insani değerleri öne çıkaran bir mesaj verilmesini ima eder”!

KAÇINILAMAZ HESAPLAŞMA/ YÜZLEŞME İÇİN!

Artık konuşmak, paylaşmak, araştırmak yetmez! Paulo Freire’nin, “Yüzleşme noktasında ne mutlak cahiller ne de yetkin bilgiler vardır; sadece hâlen bildiklerinden daha fazlasını birlikte öğrenme girişimi içindeki insanlar vardır,”[100] uyarısını “es” geçmeden kaçınılamaz hesaplaşma/ yüzleşmeye muhtacız…

Yaşananları değiştiremeyiz. Ama geçmişle hesaplaşabiliriz.

Bunu için de Oscar Wilde’ın, “Düşen bir çığda hiçbir kar tanesi kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz,” uyarısını kulağımıza küpe ederek; 1915’te yaşananlara ilişkin dört temel soruyu net biçimde yanıtlamalıyız:

i) Olayların faili kim?

ii) Ermeni mülklerine kim el koydu?

iii) Kim özür dilemeli?

iv) Ne yapılmalı?

Dört yanıt “olmazsa olmaz”dır. Çünkü Ludwig Maximilian Üniversitesi, ‘Türkiye Çalışmaları’ Öğretim Üyesi Dr. Talin Suciyan’ın ifadesiyle, “1915, 1916’da bitmedi. Cumhuriyet tarihi bir tekerrürler tarihi mi?” sorusunun devreye soktuğu inkârcı korkuların kâbusu hep karşımızda olacaktır…

Nihayet unutulmamalıdır ki resmî ideolojik korkularını aşan, kefaretini ödeyen bir hesaplaşma/ yüzleşmeye hepimizi özgürleştirecek ve kardeşliği kof bir slogan olmaktan kurtarıp, muhtacı olduğumuz gerçeğe tahvil edecektir. “Bir daha asla!” diyebilmenin, Anadolu topraklarında son kalan gayrımüslimlerin, farklı etnisitelerin, Kürtlerin, Alevîlerin yaşam güvenliğini ve özgürlüğünü sağlamanın tek yolu da budur!

N O T L A R

[1] 18 Ocak 2014 tarihinde ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’ ile ‘Batı Ermenileri Ulusal Kongresi’ tarafından Ankara’da düzenlenen “Hrant Dink’in Katline 2015 Perspektifinden Bakmak” başlıklı yuvarlak masa toplantısına sunulan tebliğ… Kaldıraç, No:152, Şubat 2014…

[2] Enver Gökçe.

[3] Cengiz Aktar, “24 Nisan Nedir”, Taraf, 23 Nisan 2013… http://www.taraf.com.tr/cengiz-aktar/makale-24-nisan-nedir.htm

[4] Şükrü M. Elekdağ, “Ermenistan’ın Kuşatma Stratejisi”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2010, s.9.

[5] Şükrü M. Elekdağ, “Türkiye’ye Yapılan Yargısız İnfaz”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2010, s.9.

[6] Şükrü M. Elekdağ, “Devlet Sorumlu Tutulamaz”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2010, s.9.

[7] Özay Mehmet, “Anadolu’da Neler Oldu?”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2012, s.9.

[8] Cengiz Çandar, “Rejim Çatırdarken…”, Radikal, 11 Nisan 2010, s.11.

[9] Hasan Pulur, “1915’in Türk Sosyalistleri”, Milliyet, 26 Nisan 2010, s.3.

[10] Türkkaya Ataöv, “Ermeni Aznavour’un Olumlu Atılımı”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2012, s.2.

[11] Namık Kemal Zeybek, “Ermeniler Niye Korktular?”, Radikal, 10 Nisan 2010, s.16.

[12] Yıldırım Koç, “Osmanlı’da Etnik Kimlik Mücadelesinin Kurbanları”, Aydınlık, 28 Mayıs 2013, s.5.

[13] Şükrü M. Elekdağ, “Osmanlı’yı Parçalama Stratejisi”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2010, s.9.

[14] Şükrü M. Elekdağ, “Ermeniler Silahlanmaya Başlıyor”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2010, s.9.

[15] Şükrü M. Elekdağ, “Osmanlı’nın Özel Kuvvetleri”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2010, s.9.

[16] Şükrü M. Elekdağ, “Hükümetten Radikal Kararlar”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2010, s.9.

[17] Taha Akyol, “Akçam’dan Mektup Var”, Hürriyet, 20 Aralık 2012, s.20.

[18] Orhan Kemal Cengiz, “Erdoğan Soykırım Anıtına Gitmeyecekse…”, Radikal, 2 Aralık 2013, s.14.

[19] Aras Yayıncılık’tan çıkan Raymond H. Kévorkian ve Paul B. Paboudjian’ın ‘1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’ kitabına bir göz atalım mı birlikte? Bakalım nasıl anlatıyor Muş’u: “299 kilise, 94 manastır, 53 hac yeri ve 5669 öğrencili 135 okulun bulunduğu 339 köyde, 140.555 Ermeni’yi barındıran Muş sancağı, Ermenilerin yaşadığı en kalabalık ve etnik açıdan en homojen yapıya sahip bölgeydi. Daronlu antik Mamigonyan Prensliği’nin bulunduğu bölgede yer alan sancak, beş kazaya bölünmüştü: Muş, Sasun, Manazgerd, Pulaneğ/ Bulanık ve Varto/ Gumgum… XX. yüzyılın başlarında, Muş evleri genellikle moloz taşı ve kerpiçten inşa edilmişti; hatta taş duvarlar örülerek yapılmış olanları vardı, çoğunlukla ahşap oymalı balkonları bulunan bu evler iki ya da üç katlıydı. Bütünüyle Muş Ovası’yla örtüşen aynı adlı kazada, 1914’te, 103 köy ve kasabaya dağılmış 75.623 Ermeni yaşıyordu. Bu merkezde 113 kilise, 66 manastır, 18 hac yeri ve 3057 öğrencinin okuduğu 87 eğitim kurumu bulunuyordu.”

[20] Hrant Kasparyan, “Muş’ta Bir Tarih Yok Oluyor”, Taraf, 16 Kasım 2013, s.4.

[21] Taner Akçam, “Devlet Müslüman Ermeni’nin Peşinde”, Taraf, 5 Ağustos 2013, s.10.

[22] Nazan Özcan, “Bize Kalan Üç Kuşak Sessizlik”, Radikal, 20 Ocak 2013, s.30-31.

[23] Ara Toranyan, “Ahtamar Propagandası Tutmadı”, Le Monde, 7 Ekim 2010.

[24] Phil Gamagelyan, “Ahtamar’da Güçlü Bir Tohum Atıldı”, The Armenian Weekly, 29 Eylül 2010.

[25] Vartan Oskanyan, “Türkiye Diyalog Şansını Kaçırdı”, Los Angeles Times, 7 Şubat 2007.

[26] Edvard Nalbantyan, “Protokolleri Kilitleyen Taraf Türkiye”, The Wall Street Journal, 12 Ekim 2010.

[27] “Dolma Diplomasisi Zekâmıza Hakaret”, The Armenian Weekly, 6 Ekim 2010.

[28] Edmond Y. Azadyan, “Türkiye, Ermenileri Birbirine Düşürdü”, Mirror Spectator, 6 Eylül 2010.

[29] “Erivan Yine Hesapsız Bir Maceraya Atıldı”, The Economist, 2 Eylül 2009.

[30] Muhammed Nureddin, “Karabağ Israrının Sonucu Baştan Belliydi”, Şark, 25 Nisan 2010.

[31] Vicken Çeteryan, “Türkiye, Protokolleri Dağlık Karabağ’da Gömdü”, Open Democracy internet sitesi, 20 Ekim 2010.

[32] Christopher Hitchens, “Sınır Dışı Tehdidi AB’den Gelseydi…”, Slate internet sitesi, 5 Nisan 2010.

[33] Pınar Ersoy, “Türkiye Neden Talat Paşa’yı Savunuyor?”, Milliyet, 21 Ocak 2012, s.21.

[34] Leon Z. Surmelian, Soruyorum Sizlere Hanımlar ve Beyler?, Aras Yay., 2013.

[35] Ayşe Hür, “1915 Ermeni Soykırımında Kötüler ve İyiler”, Radikal, 28 Nisan 2013, s.26-27.

[36] A. Hicri İzgören, “Soykırım ve Yüzleşme”, Gündem, 25 Nisan 2013, s.15.

[37] Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yay., 2009.

[38] “Taraf yazarı Markar Esayan’ın kaleme aldığı, 1915 olaylarından sorumlu 300 İttihatçı’yı yargılayan İstanbul’daki mahkeme bu olayın dünden bugüne ele alınış biçiminde bir sorun olduğunun ve yaşanan acıların baştan beri reddedilmediğinin delili. Yazının başlığı da dikkat çekici: ‘Aslında 1915’i yargılamıştık’. Hâlbuki soykırım iddiasını adeta siyasî slogan yapmış Ermeni diasporasının da resmî tezleri savunan yaklaşımı da aynı derecede görmezden geldiği çok önemli bir detay bu. Divan-ı Harb-i Örfi zabıtlarına göre 1919-1922 dönemini kapsayan yargılamalarda, tespit edilebilen toplam 62 adet dava sonucunda 20’ye yakın idam cezası verilmiş ve bunlardan üçü infaz edilmişti. O zamanki İstanbul gazeteleri, satırı satırına mahkeme safahatını, suçlamaları, savunmaları, tutanakları yayımlamıştı.” (Abdülhamit Bilici, “Aslında 1915 Yargılanmıştı!”, Zaman, 30 Nisan 2011, s.18.) Bu “malumat”ın atladığı “küçük” bir ayrıntı var: Soykırım sanıklarının yargılanması, Osmanlı/Türk makamlarının inisyatif ya da iradesi değil, İngiliz işgal kuvvetlerinin baskısının sonucudur!

[39] “Lewy: Soykırım Belgeleri Kuşkulu”, Radikal, 30 Ağustos 2005, s.6.

[40] Tufan Türenç, “Prof. Erich Feigl’ın Çarpıcı Gerçekleri”, Hürriyet, 22 Nisan 2005, s.18.

[41] François Georgeon, Histoire de L’Empire Ottoman (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) içinde “Son Çırpınış”, s.623-625, Fayard, Paris, 1989.

[42] Sefa Kaplan, “Robert Fisk’in Soykırım Mektubu Sahte Çıktı”, Hürriyet, 30 Ağustos 2007, s.7.

[43] Avni Özgürel, “Savaş Yıllarındaki Arzular”, Radikal, 24 Nisan 2005, s.11.

[44] Aydın Hasan, “Cemal Paşa’nın Dramı”, Milliyet, 11 Ekim 2008, s.24.

[45] Vahan Bayburtyan, “Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay-Kırdagan Haraperutyunnerı Badmutyan Luysi Nerko” (Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan, 2008, s.7.

[46] Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri Azadakrutyan Hartsı yev Hay Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX Tari Verçin Karortum” (XIX. Yüzyıl Son Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş Sorunu ve Ermeni Sosyal-Siyasal Akımları), Yerevan, 1967, s.99.

[47] Hovsep Hayreni, “Soykırımla Silinen Batı-Ermenistan’ın Tarihsel Gerçekliği İnkâr Edilemez!”, 2 Ağustos 2013… http://nabukednazar.blogspot.com/2013/11/soykrmla-silinen-bat-ermenistann.html

[48] Hovsep Hayreni, “Abdülhamit Kırımlarının Canlı Bir Örneği: 1895 ARAPGİR”, 1 Kasım 2013… http://www.armenieninfo.net/hovsep-hayreni/5788-abdul-hamid-1895-ermeni-katliamlari-ve-arapgir.html

[49] Naci Kutlay, “Hrant Dink, Kürtler ve Ermeniler”, Radikal İki, 4 Şubat 2007, s.7.

[50] “Balo, 1910’lu yıllarda Dersim-Hozat’ta Ermenilere karşı yapılanlarda aktif rol oynamış bir ‘Dersimli’. Yakalanarak kendisine getirilenleri, bugün adına ‘Kayış Yolu’ adı verilen uçurumlardan tekmeleyerek aşağı atmasıyla ünlenmiştir… Balo’nun hikâyesindeki en çarpıcı yan ise kendisinin de bir zamanlar ölüme yolladığı insanlar gibi aynı uçurumdan aşağı düşerek can vermiş olması. Dersimliler bu durumu şimdi, “Etme kulum, bulursun zulüm” şeklinde ifade etmekte. Ne gariptir ki Ermenilere yapılan zulmün en büyük failleri, bugün kendileri de aynı zulme maruz kalan Kürtler olmuştur.” (Yalçın Çakmak, “Kürtlerde Ermeni Olmak”, Radikal, 25 Ocak 2012, s.18.)

[51] Yalçın Doğan, “BDP’den Ermenilere Çiçek”, Hürriyet, 1 Mayıs 2013, s.14.

[52] Ayşe Hür, “1915’te Kürtlerin Rolü Neydi?”, Radikal, 21 Temmuz 2013, s.14-15.

[53] Hasan Cemal, “Erdoğan, İş 1915’e Gelince İttihatçı, Kemalist Kesilmeye Devam Edecek mi?”, T24, 12 Kasım 2013… http://t24.com.tr/yazi/erdogan-is-1915e-gelince-ittihatci-kemalist-kesilmeye-devam-edecek-mi/7819

[54] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s.252-253.

[55] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013, s.155-162, 362-372.

[56] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s. 222-234 ve 310-329.

[57] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013, s.60-90, 256-265.

[58] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s.329-353.

[59] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013, s.164-180.

[60] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s. 344-347 ve 347-353.

[61] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013, s.417-425, 551-560 ve Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s.366-367.

[62] Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013, s.182-196.

[63] Ferda Balancar, “Türkiye’nin Gayriresmi İktisat Tarihi”, Agos, 9 Aralık 2013… http://agos.com.tr/haber.php?seo=turkiyenin-gayriresmi-iktisat-tarihi&haberid=6261

[64] Nazan Özcan, “… ‘Gavur Sara’ Direndi Ama…”, Radikal İki, 10 Kasım 2013, s.11.

[65] Khatchig Mouradian, “Talat Adında Bir Ermeni”, Radikal, 26 Temmuz 2013, s.17.

[66] Ayşe Hür, “1915’ten 2007’ye Ermeni Yetimleri”, Radikal, 20 Ocak 2013, s.32-33.

[67] “Anadolu’nun ‘Gizli’ Ermenileri”, Radikal, 16 Şubat 2013, s.6-7.

[68] Mine Tuduk-Tarık Işık, “Ermeni Kimliğine Dönenler Artıyor”, Radikal, 20 Kasım 2010, s.12-13.

[69] Vercihan Ziflioğlu, “Ermeniyiz Elhamdülillah”, Radikal, 25 Haziran 2011, s.8.

[70] Okan Konuralp, “Artık Kimliklerine Hıristiyan Yazdırıyorlar”, Hürriyet, 21 Eylül 2010, s.17.

[71] Ara Nazaryan, “ABD Bu Kez ‘Soykırım’ Diyebilir”, The Armenian Weekly, 16 Nisan 2010.

[72] Robert Fisk, “Hitler Cevabını Aldı”, The Independent, 6 Mart 2010.

[73] Steven A. Cook, “… ‘Soykırım’ ABD’ye Pahalıya Mal Olur”, Council of Foreign Relations, 5 Mart 2010.

[74] Catherine Philips, “Tasarılar Türkiye’yi İran’a Yaklaştırıyor”, The Times, 18 Mart 2010.

[75] Elçin Poyrazlar, “Ermenilere Tazminat Darbesi”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2009, s.10.

[76] Pınar Ersoy, “ABD Soykırımı Tanısaydı Sonuç Farklı Olabilirdi”, Milliyet, 29 Mart 2013, s.23.

[77] Christian Delporte, aktaran: Haşim Salih, “Tarihi Gerçekleri Belirlemek Meclisin İhtisas Alanı Değil”, Şark ül Evsat, 24 Aralık 2011.

[78] Deniz Berktay, “Bir Tanıma Kararı da Kiev Belediyesi’nden”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2010, s.10.

[79] “Ermeni İddiaları Knesset’e Gidiyor”, Cumhuriyet, 28 Mart 2010, s.11.

[80] “… ‘Soykırım’a Üst Düzey Tanıma”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2010, s.11.

[81] “Baghaey’den Ermeni Tekzibi”, Radikal, 30 Ağustos 2010, s.11.

[82] “Ah Keşke Ermeni Olmasaydım”, Taraf, 28 Ocak 2013, s.5.

[83] Zeynep Kuray, “Adli Vaka Değil, Nefret Suçu”, Birgün, 4 Temmuz 2013, s.2.

[84] İsmail Saymaz, “Samatya’da Birden Fazla Saldırgan mı Var?”, Radikal, 24 Mayıs 2013, s.9.

[85] Billur Özgül, “Ermeni Araştırmaları Fişleniyor”, Taraf, 13 Aralık 2013, s.10.

[86] İsmail Saymaz, “Er Sevag’ın Tanığı: İfademi Baskıyla Değiştirdim”, Radikal, 20 Aralık 2013, s.8.

[87] Ayça Örer, “Muş’taki Ermeni Mirasının Yıkımı Durdu”, Radikal, 30 Temmuz 2013, s.4-5.

[88] “Ermeni Mezarlığına ‘Ocakbaşı’…”, Radikal, 11 Temmuz 2013, s.6-7.

[89] “Merdivenler Bordo-Mavi Renklere Boyandı”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2013, s.5.

[90] Fethiye Çetin, Utanç Duyuyorum!, Metis Yayınevi, 2013.

[91] Hayko Bağdat, “TC”, Taraf, 5 Ekim 2013, s.4.

[92] Erdal Doğan, “Polis-Asker İkileminde Hrant Dink Cinayeti”, Taraf, 17 Aralık 2013, s.12.

[93] Tony Halpin, “En Değerli Tazminat Özür”, The Times, 5 Mart 2010.

[94] Tuğba Tekerek, “Vicdanları Tapuya Gömdüler”, Taraf, 23 Temmuz 2013, s.9.

[95] “Finans kapitalin dini, imanı ve vicdanı yoktur,” (Ragıp Zarakolu, “Finans Kapitalin Dini, İmanı ve Vicdanı Yoktur”, Günlük, 5 Şubat 2011, s.6.) vurgusuyla ekliyor Ragıp Zarakolu: “Toplam 103 sigorta şirketine Osmanlı Ermenileri’nin sigorta işlemi yaptırdığını söyleyen ABD’li Ermeni asıllı Avukat Vartkes Yeghiayan, “Avrupa’dan 100, ABD’den 3 sigorta şirketi, Osmanlı imparatorluğunda poliçe satmaktaydı” dedi. Ve uluslararası sigorta şirketleri Osmanlı yurttaşlarına ayrımsız hiçbir şey ödemedi. Kısacası Ermeni soykırımından onlar da nemalandılar.” (Ragıp Zarakolu, “Kirli Olmayan Yok”, Günlük, 25 Mart 2011, s.11.)

[96] “Toprak Alalım”, Hürriyet, 7 Temmuz 2013, s.22.

[97] “Ermenileri Yine Yüzüstü Bıraktılar”, Gündem, 25 Şubat 2012, s.13.

[98] Orhan Kemal Cengiz, “Hukuk, Tazminat ve Çözüm”, Radikal, 10 Nisan 2012, s.18.

[99] Sevan Nişanyan, “Hukukçunuz Diyor ki”, Radikal, 4 Ocak 2012, s.19.

[100] Paulo Freire, Ezilenleri Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı, Ayrıntı Yay., 2013, s.68.