Home , Haberler , 'Baskı Ve Saldırılara Barikat, Referandum Tezgâhına Boykot!'

'Baskı Ve Saldırılara Barikat, Referandum Tezgâhına Boykot!'

TÜRKİYE | 27 – 07 – 2010 | Türkiye 12 Eylül 2010’da yapılacak olan referanduma ilişkin İşçi-Köylü gazetesi bir açıklama yaparak boykot çağrısında bulundu. İşçi-Köylü referandumu bir aldatmaca olarak nitelendirirken, evet ve hayır oyu vermenin esasta düzene hizmet edeceğini belirtti.

Açıklamanın tümü şöyle:

Tesadüfî olmayan biçimde 12 Eylül yıldönümüne denk getirilen Anayasa’da değişiklik paketini içeren referandum, bu “rastlantı” nedeniyle adeta şaka gibidir. Üstelik bu “şaka” hali hem evet hem de hayırcılar cephesini içine alacak bir kapsam taşımaktadır. Öyle ya, ortada ne 82 Anayasasına yönelik ciddi manada bir değişim vardır ne de bu vesileyle ona karşı olma durumu. Bu koşullarda, salt biçimsel düzeyde ve kaba haliyle dahi bu “tartışmaya” taraf olmanın pratik bir değeri bulunmamaktadır. Ama tam da bu aldatmacanın bir parçası olmamak adına “oyunu” boykot etmenin gereği, sınıf mücadelesinin akışı bakımından belirgin ağırlıkta önem kazanmıştır…

Bu ağırlığı her şeyden önce sınıf mücadelesine yön veren ana dinamiklerdeki durum Çerçevesinde sorgulamak gerek. Nitekim çok alakasız gibi gösterilmeye çalışılsa da referandum ile gerek Kürt sorunu gerekse de işçi ve emekçi hakları ile sistemi temelli sorgulama kapasitesine sahip “hareketli”, dirençli unsurlar arasında kopmaz bağlar vardır ve bu gerçeklik tartışmaların orta yerine gelip oturmuştur. Buna 82 Anayasasını temel unsurları ve felsefesi bakımından incelemeye tabi tutan herkesin bir biçimde vakıf olacağı görülebilmektedir. “Niyet” olgusunu silen de budur.

O yüzden “yetmez ama evet” diyenlerle, “hayır çünkü yetersiz” söylemine takılanların esas itibarıyla yürüttükleri tartışma özden kopuktur ve gerçekçi değildir. Egemen sınıf partilerinin neden muktedir hallerine karşın anayasada esaslı değişime yanaşmadıkları ve bu bağlamda değişimlerin yetersizliğini ana unsurlar bakımından sorgulamadıkları merak konusu olmalıdır. Eğer bugüne kadar yapılan 80’i aşkın değişiklik ve mevcut paket içerisinde getirilenler öze ve ruha yönelik bir müdahale içermiyorsa bunun sebebi de doğru anlaşılmalıdır.

Tam da bu nedenle Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin kararları bu gerçekliği dolaysız biçimde teyit etmektedir. Adı üstünde AYM’nin esas işi/görevi mevcut Anayasa’nın korunması yönündeki denetimden ibarettir. Dolayısıyla bütün değişikliklere verilen onay yalnızca temel felsefe ve ruhun korunması şartıyla caizdir. Yapılacak değişimler bunu güçlendirdiği, anayasanın ömrünü uzattığı sürece onay görmekte, çizgi dışına çıkma halleri reddedilmektedir. Sınıf mücadelesi kendini dayattığı ölçüde vidalarla oynanmakta, makyaj yapılmakta ve tahkimat ilânihaye sürdürülmeye çalışılmaktadır.

Bu paketle ilgili AYM kararı da bu çerçevede okunmalıdır. Uzlaşmadan öte, krizi başka zeminlere kaydırmadan çözmenin kapılarını açık tutmak adına verilen karar, her zaman olduğu gibi sistemin çıkarlarını gözetme amacı taşımış ve “tarafları” genel olarak memnun etmiştir.

AKP’nin işbaşına gelmesiyle tırmanan klikler arası dalaşmanın önemli safhalardan sonra geldiği son noktada üst düzeyde seyretmeye devam eden bir çatışma vardır ve bu kavganın parametreleri sınıf mücadelesindeki sermaye cephesini güçlendirme derdine yeni bir sayfa açılmasıyla çare aranacak 2011 seçimleri öncesinde, yeniden oluşturulmaya çalışılmaktadır. Yeni sayfaya adını yazdırmanın Baykal operasyonuyla da AKP’nin bir dizi atraksiyonuyla da yakın ilgisi vardır. Bir yandan yüzde 80’i tamamlandığı söylenen bir “açılım” sakızı çiğnenmekte diğer yandan özel ordu ve özel kuvvetler/birliklerden bahsedilmektedir.

Pek rahat açığa çıkmıştır ki “açılım” denilen tasfiye operasyonu, en vahşi, en pespaye imha stratejisinin kanlı bir örtüsüdür. Orduları zaten özeldir, her türlü işkence ve vahşet şimdiden en alçakça tezahürlerini göstermektedir ki yeni “özel” planların buna ancak aleniyet kazandırmasından söz edilebilir. Önceki yılların “meşru” faaliyet/katliam döneminde gerçekleşenler bilinmektedir ama günümüzdeki projenin “daha rahat ölen ve öldüren” kapsamdaki ele alınışı bir tek olguyu ispatlar ki o da durumun yine ciddi boyutlarda sarpa sardığıdır.

Anayasa değişiklik paketine konulan, “kadın, çocuk ve engellilere pozitif ayrımcılık”, “kişisel verilerin korunması”, “çocukları koruma”, “aynı işkolunda birden çok sendikaya üyelik”, “kamu çalışanlarına toplu sözleşme”, “YAŞ kararlarının denetime açılması”, “Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru”, “12 Eylül darbecilerinin yargılanma olanağı” vb. gibi kenar süsleri, AKP’nin 8 yıllık pratiğinin süzgecinden geçirildiğinde hiçbir inandırıcılık taşımamaktadır. Bunların ikiyüzlü bir yaklaşımla ve esas/temel haklar kategorisinden uzak halde düzenlenmesinin, temenniden öte gitmeyen ucuz propaganda içermesi bir yana, tam da esas talepleri boğma ve savuşturma amacı taşıdığı anlaşılabilmelidir.

Nitekim AYM’nin “müdahale” ettiği asıl dert odağı HSYK ve AYM’nin yapılanmasına ilişkin düzenlemelerle, AKP’nin temsil ettiği kliğin hedeflerinin açıkça sırıttığı ve “son kale” yargının ele geçirilmesini hedeflediğinden söz etmek yanıltıcı değildir. Konuyu “demokratikleşme”, “kuvvetler ayrılığı ve dengesi ile birbirlerine müdahalesi” zemininde tartışmanın, buna bir de “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” çerçevesinde kılıflar geçirmenin abesliği üzerinde durmak gerekir. Düzene ait hiçbir kurumda bulunmayan “demokratik” yapılanma ve işleyişin rejimin temel yapısı ile doğrudan ilgisi vardır. Ne parti yapıları ne de seçim usulleri demokratiktir ki önce “yasama” sonra da “yürütme” denilen “erklerin” yargı ile kuracağı ilişkide demokrasi aransın. Ha keza yargının yapılanış ve şekilleniş tarzı da “bağımsız ve tarafsız” olgularından fersah fersah uzakta seyretmektedir. O takdirde bunlar arasındaki ilişkileri ve dengeleri tartışmak da neyin nesidir?!

Burada basit ve fütursuzca gerçekleşen bir oyun vardır ve hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki buna her iki klik ve “taraf” da bilinçli bir katılım göstermektedir. Bu manada Erdoğan’ın gensorusu MHP’nin de desteğiyle reddedilmekte, “Recep” diye atıp tutan Kılıçdaroğlu, Tayyip ile halvet olup “demokrasi” pozları vermektedir. Egemenlerin bir yönüyle gerçekten ciddi bir kapışma içerisinde olması, esas yönüyle büyük bir mutabakat ile hareket etmesi gerçeğine ulaşmanın en kestirme sağlaması, temel hususlara ilişkin yoklamayla mümkündür. Sınıfa yönelik tavır, emperyalistlerle ilişkiler ve illa ki Ulusal Sorun kapsamında yapılacak sorgulamaların aynı kapıya çıktığı tartışmasızdır.

İdam tartışmaları, OHAL atışmaları, “terörle mücadele” yarışmaları ortadadır. Öyleyse bunlardan hangisinin işbaşında olduğunun nasıl bir önemi vardır ki bunların rejime ait kimi belgelerdeki düzenlemelere yönelik aykırı görünme haline müdahale noktasındaki tasarrufların herhangi bir önemi olsun. Elbette böyle bir müdahilliğin önemi vardır ama bu, onların tezgâhında konum alarak değil bu aldatmacanın boşa çıkarılması için olmalıdır. Her seçimde veya bunun bir versiyonu olmak kaydıyla her referandum vb. olayda ısrarla “sandık başına” yapılan çağrıların yalnızca kendilerine “oy” verilmesini içermediği, nihayetinde düzene meşruiyet kazandırmayı hedeflediği açıktır. Ortalıkta, üzerinde oyun oynanılacak bir zemin kalmazsa kim hangi oyunu oynayabilecektir?!..

Kaybetme olasılığı güçlü olanlar dahi sistemin bekası için meşruiyet zeminini bozmayı göze almamaktadır. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur ve bu konudaki refleksin “yaşamsal” karakteri gözlerden kaçırılmamalıdır. Gözden uzak tutmama halinin aynı derecede hassas olmayla yakın ilgisi vardır ve etkili olma durumunu belirleyecek olan yegâne gerçeklik de budur. Boykot tavrının taraf olmamayla, pasif kalmayla, politikasızlıkla hiçbir ilgisinin bulunmaması da burada temel bulmaktadır. Elbette düzene ait hiçbir oyun yada tezgâh salt buna alet olmama gerekçesiyle “boykot”a tabi tutulmayacaktır ama bu temanın başka bir dizi önemli hususla çakıştığı ve “anlam” zenginliği ve değeri kazandığı durumda tavrın doğruluk ve etkinlik derecesinden kuşku duymamak gerekir.

Bu “zenginlik” kapsamındaki unsurlardan birincisi devletin AKP (ve diğerleri) eliyle giriştiği sistemi revizyon operasyonudur. Bunun tam da “değişim” adı altında 12 Eylül rejimini güçlendirme amacı taşımasıdır. AKP’ye yedeklenme suç ve utancına geçirilen “gedik açma”, “kıl koparma” palavralarının sistemle nasıl bir uzlaşma, aldanma ve aldatma hali olduğu su götürmezdir. 12 Eylül, daha doğrusu faşist-Kemalist diktatörlüğün her yönüyle sadık bir uygulayıcısı olan AKP devr-i idaresinin hemen her konuda ürettiği pratik ortadadır. En şaşaalı sunuş yaptıkları konularda dahi nasıl rezil bir bilançoya imza attıklarını tartışmaya gerek yoktur. Öyle ki örneğin “öncelikli” dedikleri ve gündemin ilk sıralarından inmeyen Kürt sorununda, göstermelik boyutta dahi hiçbir hükmün pakette yer almaması neyle izah edilebilecektir!?