Home , Avrupa , Yükselişe geçen ‘yeni tip’te ırkçılık

Yükselişe geçen ‘yeni tip’te ırkçılık

AVRUPA | 22 – 10 – 2010 | Avrupa ülkelerini yeni tipte bir ‘entel ırkçılık’ ya da  ‘entel faşizm’ türünden bir ötekileştirme ve dıştalama  furyası sarmış gidiyor. Avrupa toplumları,  ‘zenofobi’ veya bunun aktuel biçimi olan ‘islamofobi’ gibi göçmen karşıtlığına dayalı ırkçı eğilimler üzeriden korkunç bir hızla zehirlenmekteler.

Avrupa genelinde genel bir yükseliş trendi içinde olmalarına rağmen, ırkçı ve faşist partiler, objektif olarak hala ‘azınlık politik güç’ durumundalar. Ne var ki, güç olarak bu boyutuyla kalsalar bile, ırkçı düşünüş, söylem ve eylem tarzı politik, kamusal ve toplumsal alanlarda gittikçe yaygınlaşıyor, derinleşiyor ve üstelik kalıcılaşıyor. Irkçılık bireysel, kamusal, kültürel, siyasal, toplumsal, sistemsel boyutlarıyla hızla derinleşiyor ve yeni siyasal krizlere yol açıyor. Bu gelişme, tehlikeli bir durum arz ediyorken, asıl tehlike, ‘korku, fobi ve ötekileştirme’ üzerine kurulu siyasetin suni olarak büyütülmesine burjuva, küçük burjuva politik partilerin de giderek daha fazla katılmalarıdır. Bu durum açıktan ve örtülü ırkçılığı gerici platformlarda buluşturmaktadır. Dıştalayıcı, horlayıcı, ötekileştirici ve hatta zoraki asimilasyoncu anlayış ‘modern’ Avrupa toplumlarını ta 14.-15. Yüzyıldan beri adeta çepe-çevre sarmaktadır. Günümüzdeki ırkçılık ise aktüel uluslararası ekonomik ve politik gelişmelere bağlı olarak yeni bir çehre kazanmaktadır.

Güncel ırkçı açıklamaları  ve yorumları politik açıdan değerlendirmeden önce isterseniz geleneksel anlamda ırkçılık nedir kısaca bir göz atalım:

Kavramsal ve geleneksel  anlamda ırkçılık:

Irkçılık; insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel, toplumsal veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine, kendi ırkının diğerlerinden üstün olduğuna ve bu sayede diğerlerine hükmetme ve onları aşağılama hakkına sahip olduğuna inanmaktır. Irkçılık, kapitalizm ile ve onun en yüksek aşaması emperyalizm ile birlikte farklı bir boyut ve nitelik kazanmıştır. Genel olarak Klasik Kapitalizm koşullarında daha çok sermaye egemenliğinin beslediği ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve hukuksal boyutlarıyla ‘refah şovenizmi’ veya ‘sosyal şovenizm’den beslenir ırkçılık. Emperyalist egemenliğin en sivri ucu ve en gerici kesimi finans oligarşisinin kanlı ve açıktan şiddet iktidarı olan Faşizm koşullarında ve geçmişte Almanya’da ortaya çıktığı biçimiyle de, ırkçılık  ‘en üstün ırk, en arı ırk- kafatasçılık’ olarak ortaya çıkmıştır.

En yalın ifadeyle, ırkçılık; kendi ırkını diğerlerinden üstün ve daha da ötesinde  tayin eden olarak görmedir. Ortaya çıkış nedenleri çoğunlukla ekonomik olmakla birlikte düşünsel, kültürel ve politik nedenlere de dayanmaktadır. Irkçı anlayışa sahip olmak, kendi kültür değerlerini hakim kriter olarak görmek ve etnozentrik düşünmektir.  Bunun yanında ırkçılık anlayışı farklılık korkusu, yabancı korkusu (zenofobi) şeklinde veya ırklar arasında birleşmelere ve doğal ilişkilere karşıt olma ve milliyetçilik gibi kavramları da içermektedir. Irkçılık, sosyal ayrımcılığı, sosyal şovenizmi, ırklar arasında daima fark gözetilmesini, kitlesel katliamlara, pogromsal kıyımlar  ve hatta soykırıma kadar varabilen şiddeti haklı göstermektedir.

Güncel boyutlarıyla ırkçılık:

Artık birçok köklü Avrupa ülkesinde merkezi ve bölgesel parlamentolar ırkçı ve faşist parti temsilcilerinin zafer sarhoşu naralarına ve açıktan gövde gösterisine sahne oluyor.  Almanya, Fransa, Hollanda, İsviçre, Avusturya, Danimarka, Belçika’da ırkçılık ve faşizm hızla kuvvet biriktiriyor. Kimsenin beklemediği ve herkesin şaşkınlıkla izlediği gibi İsveç’te dahi, ırkçı-faşist bir parti, ‘’İsveç Demokratları’ gibi sinsice bir isim altında parlamentoya girebiliyor.  Eskiden sadece ırkçı ve faşist partilerin savunduğu ‘göçmenlerin sınır dışı edilmesi, göçmen haklarının kısıtlanması, göç akımının derhal durdurulması’ gibi en gerici talepler, şimdilerde sözde halk partisi olarak lanse edilen büyük burjuva partilerce yasal düzenlemeler olarak hazırlanıyor ve topluma dayatılıyor. Irkçı ve faşist partiler egemenlerin istediği çeşitli ‘tabuları’ kırma yolunda bir buzkıran rolü oynuyorlar sadece. Egemen burjuva partilerde bunların açtığı yolda sinsice ve kurnazca ilerleyerek gerici politika, yasa ve uygulamaları peş peşe biçimlendiriyorlar. Irkçılık büyük burjuva sınıflardan başlayarak orta sınıfları, küçük burjuva sınıfları, sınıf bilincinden yoksun işçi ve emekçi sınıfları, köylü tabakaları manyetik etki alanına çekiyor. Politikacılar, akademisyenler, eğitmenler, yaşlı kesimler, gençler, kadınlar ve hatta çocuklar içinde dahi ırkçı söylemler ve düşünceler günlük dile ve ilişkilere yansıyor. Çalışma alanları, eğitim kurumları, kültür odakları, günlük sokak ilişkileri, bürokratik ilişkiler bu gerici ‘trend’ sürecinde çok olumsuz etkileniyorlar.  Modern toplumlar dikey ve yatay düzlemlerde inceltilmiş biçimiyle ve sürekli başka şekillerde ortaya çıkan ırkçı söylemler ve politikalarla yeniden zehirleniyor.

21. yüzyılda modern ırkçılık bir devlet, hükümet veya toplum politikası olarak, eski süreçlerle kıyaslandığında artık daha çok, yukardan aşağıya doğru şekillendiriliyor. AB resmi politikası olarak karar altına alınan ve 2010 başından beri uygulamaya konulan ‘göçmenleri ve mültecileri sınır dışı etme direktifleri’  kurumsal ırkçılığa yasal meşruiyet kazandırıyor. Fransa, 2. Dünya savaşı sonrası ilk defa, binlerce Sinti-Roma kökenli göçmenler insanlık dışı yöntemlerle apar-topar sınır dışı edebiliyor. Ekonomik, politik, kültürel, sosyal boyutlarıyla köklü bir refah şovenizminden beslenerek gelişen yeni tipteki ırkçılık, adeta bir çığ gibi büyüyor. Uluslararası mali ve ekonomik kriz ertesi daha fazla yükselişe geçen burjuva ırkçılık heyulası, politik arenada ‘sertlik ve güvenlik’ yanlısı, militarist politikaların her tarafa yaygınlaşmasına vesile oluyor.  Avrupa emperyalist-kapitalizmi, 21. Yüzyıl da, toplumsal ve devletsel ırkçılık biçimlerinden yeniden medet umuyorsa eğer, ‘demokrasinin beşiği’ sayılan bu coğrafyada burjuvazi olası  iç savaşlardan ve sınıf çatışmalarından ciddi anlamda korkuyor demektir. Ne var ki, sınıf çatışmaları ve iç savaşlar bu durumu sistemsel ırkçılıkla bastırma istemine rağmen gündemden düşmezler. Sınıf savaşımı her zaman yeni biçimler altında bir şekilde sürdürülerek, politik krizlerin daha da boyutlanmasına sebep olur.

Kapitalizm koşullarında, yeni tip ve biçimlerde ortaya çıkan güncel ırkçı politikaların uluslararası veya evrensel nedenleri olduğu gibi, yerel  ve nesnel nedenleri de vardır. Eski ve yeni tiplerin iç içe geçmesiyle yeniden yükselişe geçmektedir ırkçılık. Evrensel nedenlere, dünya kapitalizminin kendini üretim, birikim ve dağılım (bölüşüm) süreçlerinde yeniden yapılandırması ve dolayısıyla toplumsal krizlerin giderayak daha da derinleşmesi örnek gösterilebilir. Bütün krizlerin faturasının halklara ve en geniş emekçi kesimlere kesilmesi ise ırkçılığın yerel ve nesnel nedenlerine somut örneklerdir. Her ülkede farklı yöntem ve biçimler şeklinde faturanın halka kesilmesine sosyal ve politik hak gaspları en bariz örnekler olarak verilebilir. Böylesine kısa bir makalede sıralanan bu tezleri detaylandırmak olanakları yoktur. Ancak, süreç iyi takip edilerek politik incelenmeler ve değerlendirmeler somut şartların somut tahlili üzerine yoğunlaştırılırsa, sınıf bilinçli herkes, benzer sonuçlara veya sentezlere rahatça ulaşabilir.

Burjuvazi halkın sırtına bindikçe, kitleler, otomatik bir şekilde ve her zaman sola kaymazlar. Bu bilinmektedir ve yaşam tarafından defalarca doğrulanmıştır bu durum. Yoksulluk, fakirlik, sefalet dolaysız olarak kitleleri sola yöneltseydi en sol kıta Afrika olurdu. Ama gerçeklerin ve pratikte toplumsal yaşamın ve hayatın akışının yasaları başkadır. Birçok Avrupa ülkesi tarihinde de görüldüğü gibi; kitleler içinde, özellikle de sınıf bilinçleri olmayan emekçi kitleler içinde, politik sorgulamanın yanlış yerde yapılması gibi eğilimlere bağlı olarak, halk kesimleri de ırkçı ve faşizan politikalara rahatça aldanabilmekteler. Hatta devrimci mücadelelerin yenildiği, Lenin’in bu sürece ‘irtica yılları’ dediği, gericilik dönemlerinde ise, ilerici ve nispeten sınıf bilinçli kitleler dahi faşizmin tuzaklarına pekala düşebilirler. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi sosyalist önderlerin ve diğer devrimci kadroların hunharca katledilmesi sonrası, ‘1918 Kasım Devrimi Yenilgisi’ ertesinde  Almanya’da ortaya çıkan tarihsel örneklerinde görüldüğü gibi mesela…

‘Sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir gelişme, sürdürebilir kriz, sürdürülebilir enerji ve/ya ekoloji krizi’ gibi neo-liberal kapitalist tezler içinden geçtiğimiz bu tarihsel süreçte bir bir iflas ederken, ırkçılığın yeni biçimler altında yükselişe geçmesi bir tesadüf olmasa gerekir. Uluslararası veya emperyalist kapitalizm; 20. Yüzyılın son çeyreğinden beri kapsamlı bir serbestleşme (liberalizasyon), özelleşme (privatizasyon) ve yeniden düzenleme (reorganizasyon-deregulasyon) süreci yaşadı/yaşamaktadır. Neo-liberal dönüşüm yoluyla emperyalist kapitalizm küresel çapta yeniden yapılandırılırken, eskilerine ‘şükür’ ettirecek biçimde yeni saldırganlıklarında yolu döşeniyor aynı zamanda. Mal, meta, sermaye, hammadde, enerji, bilgi, patent ve kredi  pazarlarındaki rekabet ve egemenlik kavgasında sermaye kendine daima yeşil ışık yakılmasını ve emeğin daima kırmızı ışıkta tutulmasını istemektedir. Bazen sarı ışık mübah görülse ve biraz ilerlemesine göz yumulsa da, emek güçleri esasen burjuvazi ve onların uşaklarınca daima dizginlenmek isteniyor.

Zenofobi, İslamofobi ve yeni tipte biyolojik-kültürel ırkçılık

AB’nin motor ülkesi Almanya’da neo-faşist örgütler, düşünceler ve sözde entelektüel bireyler her geçen gün politik atmosferi daha çok zehirlemeye ve toplumu suni karşıtlıklara bölmeye devam ediyorlar. Son günlerde Merkez Bankası eski Yönetim Kurulu üyesi ve SPD üyesi faşist Thilo Sarrazin tarafından tetiklenen ve hemen ertesinde Hristiyan Demokratik Birliği Partisi (CSU) başkanı ırkçı Horst Seehofer tarafından boyutlandırılan açıktan  göçmen karşıtı söylemler toplumsal, kurumsal ve sistemsel ırkçılığı daha çok derinleştirmek içindir. Göçmenlerin, Türklerin, Arapların ve Müslümanların önemli bir bölümünün ‘bilerek uyum sağlamadığı’ üzerinden sürdürülen entegrasyon (uyum) tartışmaları toplumsal ırkçılığın ve ‘islamofobi’nin ne denli derin etkilere sahip olduğunu belgeler niteliktedir.  Son günlerin ırkçı ve ötekileştirici söylemleri fikirsel kundakçılığa verilecek somut ve bariz örneklerdir. Faşist çeteler de işte bu fikirsel kundakçılıktan beslenmekte ve göçmen karşıtı kanlı saldırılarını ve örgütlenmelerini her tarafta yaygınlaştırmaktalar. Thilo Sarrazin ve onun açtığı yoldan ilerleyen politikacılar  tarafından ‘biyolojik ve kültürel’ nedenlerden dolayı entegre olmayan müslüman göçmenler‘ demagojisiyle suni korkular ve ötekileştirici yeni tabular yaratılıyor. Bu yapay ‘korku ve tabu’lardan beslenen saldırganlıklar sadece azınlıktaki göçmenleri hedef almıyor, aslında çoğunluk yerleşik toplumu zehirliyor. Sözde ‘biyolojik ve kültürel gerekçelere’ dayandırılmak istenen göçmen karşıtı ırkçı savlar ortalığı toz-duman ediyor. ‘Müslümanların Avrupa’nın yerleşik kültürlerine asla uyum  sağlayamayacağı‘ veya ‘biyolojik-kültürel yapılarından dolayı daha fazla ve çok çocuk doğurmak suretiyle, Avrupa toplumları içinde zeka ve akıl seviyesinin düşmesine neden oldukları‘, ‘müslümanların istemedikleri için öncü kültüre uyum sağlayamadıkları’  gibi açıktan ırkçı ‘absürd’ iddialar ileri sürülebiliyor.

Burjuva partilerin temsilcileri, büyük şirketlerin yöneticileri, etkili kurumların yönetici bürokratlarınca artık açıktan savunulan yeni tipteki ırkçı söylemler toplumda geniş yankı bulabiliyor. ‘biyolojik-kültürel gerekçeli’ diye de ilginç bir jargonla (aslında bu jargon çok eskiden beri kullanılıyor) dillendirilen bu yeni tipteki ırkçılık, Avrupa çoğunluk toplumlarında yeni mevziler ve alanlar kazanmaya devam ediyor. Kapitalist krizlerin süreklileştiği ve bedellerinin ağırlaştığı dönemlerde dikey ve yatay olarak dayatılan ırkçı, şoven ve faşizan görüşler geniş kabul görmüşlük bulabiliyor ve kitleleri daha çok zehirliyor. Yeni tipler ve biçimler altında fikirsel veya düşünsel kundakçılık hızla palazlanıyor. Fikirsel kundakçılık pratik kundakçılığa meşruluk ve kabul görmüşlük zemini hazırlıyor. İşte asıl tehlike budur. Asıl tehlike, sarhoş olduktan sonra ırkçı naralar atarak katliam yapmayı dahi göze alanlar değil, bu saldırgan eğilimlerin sistemli ve düzenli olarak fikirsel açıdan beslenmesidir. ‘Yaşlı Avrupa’ tarihiyle gerçek anlamda bir türlü yüzleşemiyor. Tarihiyle gerçek anlamda yüzleşemeyince de bütün tarihsel haksızlıkları ortaya çıkaran ve onlara kaynaklık eden toplumsal nedenler de bertaraf edilmemiş oluyor. Nedenleri ortadan kaldırmayan ve sonuçlar üzerinden geliştirilen bir yüzleşme ise ırkçılığı ve faşizmi yeniden ve yineden üretebiliyor. Bu yüzleşememenin yarattığı tehlikeler yeniden patlak verebilecek toplumsal travmalara da  gerçek bir kaynak teşkil ediyorlar!!!

Avrupa da ırkçılık 21. yüzyılda yeni toplumsal bir ‘travma’ olarak büyüyor. Modern faşist düşünceler ve örgütlenmeler kimilerinin iddia ettiğinin tersine alt tabakaların değil, bilahare üst tabakaların yani üst sınıfların bir tercihi olarak ortaya çıkıyor. Emperyalist oligarşik düzenin bir iktidar biçimi olarak faşizm burjuvazinin en emperyal, en büyük ve en saldırgan kesiminin bir egemenlik biçimi idi. Günümüzde de farklı olmamakta ve faşizm egemen sınıfların bir tercihi olarak yeniden yükselmektedir. Kriz bahanesiyle aldatılan ve bilinçleri bulandırılan emekçi kitleler, küçük burjuva kesimler ve orta tabakalar içinde hızla gelişen yeni tipteki faşizan düşüncelerle yüzleşmek gerekmektedir. Bu örgütlenmeler tekelci büyük burjuvazinin modern ve yeni biçimler altında dayatılan sömürü, talan ve şiddet (haksız savaş) tercihlerinden beslenmektedir.

Sermayeye uluslararası sömürü sisteminin alt yapısında küresel çapta tanınan neo-liberal özgürlük, üst yapı ve uluslararası ilişkilerde militarizmi, faşizmi ve modern despotizmi dayatmaktadır. Daha özgür sermaye, daha tutsak bir toplum yaratıyor. Emperyalizme (ve sosyal emperyalizme), kapitalizme, faşizme, rasizme ve her türden gericiliğe karşı teorik ve pratik mücadele, ideolojik ve politik mücadele, sanatsal ve kültürel mücadele, sosyal ve eylemsel mücadele birbirleriyle kopmaz biçimde bağlıdır. Bu mücadeleyi doğru, etkili ve başarılı yürütebilmek eytişimsel ve tarihsel özdekçi düşünmeyi bir yaşam ve mücadele tarzı haline getirmekle olasıdır. Faşizme ve rasizme karşı mücadele ezilenler ve sömürülenler açısından bakıldığından en önemli mücadelelerden birisidir!!!


Ufuk Berdan, 20 Ekim 2010