TÜRKİYE | 10 – 12 – 2012 | Türkiye’de genelde siyasi örgütlerin güdümünde kalarak örgütlenmeye çalışıp başarılı olamayan inşaat işçileri, bu sefer tüm siyasi örgütlerden ve sendikalardan bağımsız bir dernekte birleşti.
İnşaat İşçilerinin Derneği’nde Karadenizlisi de var, Kürdü de, devrimcisi de muhafazakarı da.
Türkiye’nin her yerinde gökdelenler yükselirken ekonominin hem lokomotifi hem de en güvencesiz sektörü olan inşaatta yaşadıkları sıkıntılara karşı örgütlü bir ses çıkarmayı amaçlıyorlar.
Maaşların yatırılmaması, sigortasızlık, kötü barınma koşulları, güvencesizlik…
Ve en kötüsü, yanı başındaki arkadaşını bir anda 10 metre aşağıda yerde buluvermek.
Sadece bu yıl en az 273 inşaat işçisi, ya kaldığı konteynırda zehirlenerek, ya bir yerden düşerek hayatını kaybetti. En az diyoruz, çünkü bu rakam resmi kayıtlara geçebilenler.
Birçoğunun ölüm nedeni iş kazası olarak kayıt altına dahi alınmıyor. Ailelere, firmaların verdiği üç, beş bin liralık „kan parası“ sonucu dava bile açılamıyor. Açılan davalarda ise esas sorumlulardan öte yine fatura işçilere kesiliyor.
Sapphire’den yükselen direniş
30 yıllık mermer ustası ve derneği başkanı Mustafa Akyol, 24 yıllık seramik ustası Cengiz Bilici ve sektörde henüz yeni Ersoy Şahin ile öğle yemeği arasında buluştuk.
Dernek fikri, Türkiye’nin en yüksek inşaat projesi Sapphire’de (Kiler Holding firması) ortaya çıkıyor.
İşçilerin alacaklarını alamaması üzerine Akyol, inşaat işçileri arasında yaygın olmayan bir şekilde 35 günlük oturma eylemi yapıyor. Alacaklarını alıyorlar. Bu direniş hali diğer inşaatlarda da dernekleşmeye varana kadar yayılmaya başlıyor.
En başa dönelim, bir insan inşaatta çalışmaya karar verdiğinde nereye gider?
„İnşaatta taşeron ailede başlar“ diyorlar; çünkü hep tanıdık aracılığıyla inşaatlarda iş bulunuyor; bir kişi bazen bütün köyün gençlerini toplayabiliyor.
Bir inşaatta 30’u aşkın taşeron firma olabiliyor; yani ana yüklenici firma alçı, boyama her iş için alt bir taşeron firmayla çalışıyor, o taşeronun da taşeronu olabiliyor onun da taşeronu böyle böyle devam ediyor.
O yüzden işçiler, iş bakarken ilk olarak „Parası sağlam mı?“ diye sorarlarmış. „Hiçbir işçi yoktur ki, parası patronda kalmamış olsun“ diyorlar.
Emekli olacak yaştalar ama…
Para nasıl patronda kalır?
„Bazen taşeron firma batar, patronunu bulamazsın. Bazen ‚ha bugün, ha yarın vereceğim‘ seni bıktırır. Ya katil olacaksın ya da bırakıp parayı gideceksin.“
Herkes herkesin taşeronu olduğu için işçi, kendisine muhatap olacak bir patron bulamıyor. Ana yüklenici firma „sen benim işçim değilsin“ diyip işin işinden çıkabiliyor.
Parayı zamanında ve tam olarak alsalar da sigorta primleri hiçbir zaman tam yatmıyor.
Mustafa Akyol ve Cengiz Bilici şimdiye emekli olabilirdi ancak primlerinin yarısı bile tamamlanmamış. Kıdem ve ihbar tazminatı almaları zaten mümkün değil; çünkü taşeron firmalar sürekli „girdi çıktı“ yaparak bundan „kurtulma“nın yolunu bulmuş.
2012’de baret geldi; o da düşüyor
„Dünyayı biz inşa ediyoruz, altında da biz kalıyoruz“ diyen işçiler işin maddi boyutunun yanında ölüme varan güvenlik sorunlarına dikkat çekiyorlar.
Çok somut örnekler, iş güvenliğindeki durumu gözler önüne seriyor; inşaatlarda en temel güvenlik önlemi olan baret, iş ayakkabısı ve kabloların koruyucu madde ile kaplanması ancak bu sene o da İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası ile mümkün olmuş.
Bareti kafasına geçiren Akyol, eğilip kalkmaya başlıyor.
„Ben mermer ustasıyım, dizlerim üstünde çalışırım; baret ben eğildikçe kafamdan sürekli düşüyor. Ve benden hızlı çalışmam bekleniyor. Bir bareti bile her iş bölüme uygun şekilde üretmiyorlar. Çünkü buradaki amaç işçinin kafasına bir şey düştüğünde ‚baret takmıştık‘ diyip cezadan kaçınmak, kimse işçinin rahat ve güvenli çalışmasını düşünmüyor.“
Yeni yasaya göre, firmalar özel güvenlik şirketlerine ücret karşılığında denetim yaptırıyorlar. İşçiler haliyle „Firma denetim yaparken parayı aldığı patronun yanında mı olur işçinin mi“ diye soruyor.
Bunun yanında en temel ihtiyaçlardan biri maske hala verilmiyor. İnşaat işçilerinin birçoğu bu yüzden kronik solunum hastalığı yaşıyor. Slikozisin bile uzun mücadelelerden sonra meslek hastalığı sayıldığı ülkemizde inşaat işçileri „meslek hastalığı“ kategorisine girebilmeyi hayal olarak görüyor.
Uyurken bile güvende değiller
Esenyurt’ta 10 işçinin yanarak, yine dört işçinin zehirlenerek konteynırda ölmesi ise işçilerin sadece çalışırken değil uyurken bile güvende olmadıklarının en yakın kanıtları.
„Göçmen ve mevsimlik işçiler“ olarak da tanımlanan inşaat işçilerinin (büyük bir kısmı Kürt) başka şehirlerden çalışmaya geliyor.
Cengiz Bilici tam 21 yıldır „gurbet“te çalışıyor. Ailesi, çocukları Van’da yaşıyor; yılın en fazla dört ayını onlarla geçirebiliyor.
„En kötüsü de hasretlik“ diyor diğerlerinden farklı olarak. Barınma koşulları dediğimiz de işte bu göçmen işçilerin canına kastediyor. 14 metrekarelik konteynırlarda ortalama 10 kişi kalıyor; havasız, rutubetli. 400 kişiye bazen bir duş, iki tuvalet düşüyor.
Bütün gün toz, toprak içinde çalışanlar, iyi bir uyku için kuyruk nedeniyle bir duş dahi alamıyor.
Muhatap alınmak istiyorlar
Peki tüm bu çalışma koşullarına Çalışma Bakanlığı ne diyor?
Bakanlık yetkilileri ile bir çalıştayda biraraya gelen Akyol aktarıyor:
„Bakanlık, ‚müfettiş‘ yok diyor. Biz de diyoruz ki, sen devletsin müfettiş bulmak zorundasın. Sermaye için toprak buluyorsun, teşvik veriyorsun, müşteri buluyorsun. Ama işçiye gelince müfettiş bulamıyorsun.“
İşçiler artık hayatlarına mal olan bu sistemde muhatap alınmak ve denetimin bir parçası olmak istiyor. Mesela eğitimden geçirilen işçiler neden denetmen olarak çalışmasın?
„Biz dert anlatmak için biraraya gelmedik; çözüm üretmek istiyoruz. Yeter ki köstek olmasınlar“ diyorlar. (NV) BIANET