Home , Haberler , Türk devletinin kanlı eylemlerinden biri; 20 Temmuz 1974 Kıbrıs İşgali

Türk devletinin kanlı eylemlerinden biri; 20 Temmuz 1974 Kıbrıs İşgali

imagesTürk devletinin kanlı eylemlerinden biri;
20 Temmuz 1974 Kıbrıs İşgali

İşgalci Türk Ordusu binlerce sivil savunmasız Rum‘u uykularında katletti.

Kuruluşundan günümüze darbeler ve katliamlar tarihi olan Türk devletinin tarihinde, günümüzde Kürt ulusuna mensup halkımıza yönelik katliam ve yerleşim yerlerini bombalayarak, yıkarak göçertmeye zorlama planlarının uygulandığı bir süreçte, egemen sınıflar arası klik dalaşında 15-16 Temmuz başarısız  bir darbe girişimi yaşandı. Bugün Faşist Türk devletinin dümeninde bulunan AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan kliği bu başarısız darbe girişiminden sonra,“demokrasi“ havariliğiyle, kendi çıkarlarına yönelik 7 Haziran Seçimleri sonrası uygulamaya koyduğu aşamalı darbe planını ve muhaliflerine yönelik savaş, imha ve sindirmeye yönelik saldırgan politikalarını daha pervazsız bir biçimde uygulamaya koyulacaktır.

1915 Ermeni Süryani Soykırımı,1920 Mustafa Suphi ve 14 Komünistin Karadenizde katledilmesi,1925-1927 Ağrı, Koçgiri katliamları,1938 Dersim katliamı, 1955 Rum ve Gayrimüslümlerin katledilmesi ve sürülmesi,1978 Maraş,1980 Çorum,1993 Sivas /Madımak,1995 Gazi, 2000 Hapishaneler,2011 Roboski, 2016 Suruç, 2016 Ankara gibi kitlesel katliamlar bizzat devlet eliyle ve devletin yönlendiriciliğiyle işlenmiş katliamlardır.Kuruluş harcında kan bulunan, tekçilik histerisiyle Kürt ulusuna ve diğer azınlık milliyetlere karşı baskı ve katliam uygulayarak ayakta kalmaya çalışan Faşist Diktatörlüğün işgalcilikle birlikte Kıbrısta gerçekleştirdiği katliamın üzerinden 42 yıl geçti.
Türk devletinin ilhakçı, işgalci ve katliamcı karekterine bir tarihsel örnek olan ve bugünde devam eden Kıbrıs işgalini hatırlamak, bir süreden beridir Türkiye devrimci hareketinin gündeminde yeterli yer bulmayan 20 Temmuz 1974 Kıbrıs işgaline dikkat çekmek istedim.

20 Temmuz 1974 Kıbrıs İşgali

Kıbrıs Harekâti (TSK kod adı: Atilla Harekâti, ) 20 Temmuz 1974’te Türk ordusunun Kıbrıs’ta başlattığı ve 14 Ağustos’ta Türk ordu Birlikleri’nin başkent Lefkoşa’ya girmesiyle sonuçlanan askerî işgal hareketi.
20 Temmuz 1974 Kıbrıs: İşgalci Türk Ordusu binlerce sivil savunmasız Rum‘u uykularında katletti.
K. Antonakis Michael (30), Nicolaou P. Chrisostomos (26), H. Philippos Stephanos (19), P. İoannis Charalambos (24), Skordis C. Georghios (25) isimleri 1974 yılının Ağustos ayında gazete ve televizyonlardan tanıdığımız isimlerdi. Kıbrıs’ı işgal eden Türk Ordusu bu 5 Rum askerini esir almış, kameralar karşısında onlara ne kadar iyi davrandıklarını propaganda ediyordu. Esir askerlere sigara ikram eden Türk askerlerinden övgüyle bahsediyordu Türk burjuva medyası.
Sonra bu beş asker ve 1500 Rum’un kaybolduğu duyulduğunda, bunun Rum kara propagandası olduğu iddia edildi.
2006 yılının sonlarında adanın kuzeyinde terk edilmiş bir köydeki su kuyusunda yapılan araştırmalarda 14 kişiye ait  kemik parçaları bulundu. Kemikler, Kayıplar Komisyonu tarafından çatışmalar sırasında yakınlarını kaybeden kişilerden alınan DNA örnekleri ile analiz edildiğinde bunlardan 5’inin 30 yıldır kayıp olan Rum askerlere ait olduğu, hem de bu askerlerin 14 Ağustos 1974’te Türk ordusu tarafından teslim alınan askerler olduğu belirlendi.
Kıbrıs’ı işgal eden Türk devleti adına Başbakan Ecevit, işgalin adına ‘‘Barış Harekatı‘‘ demişti. Her konuşmasında adaya ‘‘barış, kardeşlik, özgürlük‘‘ getirmek için çıktıklarını söyledi. 40 bin asker, zırhlı araç ve ağır silahlarla gerçekleştirilen bu işgal sırasında binlerce insan hayatını kaybedip, onbinlercesi sakat kalırken, 200 bine yakın Rum da topraklarından sürgün edildi.
Beşparmak Dağları diye bilinen Pentadektylos Dağları kan gölüne döndü.
İşgalci Türk Ordusu binlerce sivil savunmasız Rum‘u uykularında katletti.
İşgal ordusu bütün dünyanın gözü önünde benzeri görülmemiş uygulamalar ile talan, soygun, tecavüz ve infazlar ile savaş suçu işledi. Adanın nüfusu da Türklerin lehine değiştirilmek üzere, Türkiye’den ırkçı faşistler buraya taşınarak yeniden şekillendirildi. Gelenler evlere, topraklara, menkullere ganimet diyerek el koydular.
Acı, ızdırap, korku ve katliam  ile karşı karşıya kalan Rumların  yaraları halen sarılmamıştır. Halä 1500‘e yakın kayıp Rum’dan bugüne kadar haber alınamamıştır.
Kıbrıs Adasının tarihsel süreci;

1571’de Osmanlı yönetimine geçmiş olan Kıbrıs a ilk Türk nüfusu bu tarihlerde yerleştirilmişti. Osmanlı, 1878 Berlin Anlaşmasıyla Rusya’ya kaptırdığı toprakları geri almak için, İngilizlerin yardımları karşılığında adayı İngiltere’ye kiraladı. Birinci Dünya Savaşında Almanların yanında yer alan Osmanlı`nın tavrıyla işler değişti ve İngiltere adayı ilhak ettiğini açıkladı. 1923 Lozan Anlaşmasıyla bu ilhak durumu tescil edildi ve ada 1925 yılında resmen İngiliz sömürgesi ilân edildi.
Kıbrıs adasın da bu dönemde nüfus ağırlıklı olarak Rumlardan ve küçük bir azınlık olarak Türklerden oluşuyordu.
1931 yılında, adanın Rum halkı, İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanarak İngiliz sömürge valisinin konağını yaktı. İngiltere, ayaklanmanın bastırılmasında kullandığı kolluk güçlerini, isyana katılmayıp aksine karşısında yer alan Türklerden oluşturdu. Böylece Rumlarla Türkleri karşı karşıya getirecek ve birbirlerine kırdırtacak olan İngiliz politikası hayata geçirilmeye başlanmış oldu.
Ayaklanmanın sonrası Rum kesim içinde Yunanistan’la birleşme fikrinin giderek yayılmaya başladığı adada, İngilizler karşıt güç olarak Türkleri örgütlemeye giriştiler. 1943 yılında, Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK) İngiltereye güdümlü bir örgüt olarak kuruldu, Bu örgütün istenilen etkiyi yaratamaması sonucu, 1944’te Dr. Fazıl Küçük, Kıbrıs Milli Türk Halk Partisini kurdu.
1926’da kurulmuş olan,1931’de gerçekleşen ayaklanmadan sonra yasadışı ilân edilen Kıbrıs Komünist Partisi (KKP) faaliyetlerini yasal olarak yürütmek üzere 1941 yılında AKEL’i kurdu. İki partinin üç yıl boyunca birlikte faaliyet göstermelerinin ardından, KKP 1944’te kendini feshederek, AKEL’e katıldı. Bu tarihlerde sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadelenin başını esas olarak AKEL ve Ortodoks Kilisesi çekiyordu.
1950’li yıllardan itibaren Kıbrıs’ın önemini arttıran temel faktörlerden biri Ortadoğu petrolleriydi. Bir diğer faktörse Kıbrıs’ın yine aynı bölgedeki karışıklıklara yakın olması nedeniyle müdahale olanağı sunuyor olmasıydı. Doğu Akdeniz’deki üslerini tek tek kaybeden İngiltere açısından Kıbrıs’ın önemi çok büyüktü.
1950’li yıllara kadar Türkiye’nin “Kıbrıs meselesi diye bir meselesi yoktu”. 23 Ocak 1950’de, dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, TBMM’de şunları söylüyordu: “Kıbrıs meselesi diye bir şey yoktur. … bugün İngiltere’nin Kıbrıs’ı başka bir devlete devretmek niyetinde veya eğiliminde olmadığı hakkında kanaatimiz tamdır.” Yine Haziran ayında Demokrat Parti ( DP) iktidarının Dışişleri bakanı Fuat Köprülü de “böyle bir meselenin bulunmadığını” ifade ediyordu.
50’li yılların ortalarına kadar izlenen bu politikada en belirleyici etken NATO’ydu. Türkiye ile Yunanistan 1952 yılında NATO’ya üye olmuştu. Mevcut statükonun korunmasından yana bir tutum takınan TC, Kıbrıs meselesi yüzünden Yunanistan’la karşı karşıya gelerek, NATO üyeliğini tehlikeye atmak istemedi. Ayrıca NATO’nun yarattığı anti-komünizm dalgası da, iki devlette de ağır basıyor ve politikayı daha çok bu histeri tayin ediyordu
1954’te Yunanistan, İngiltere’nin Kıbrıs’ın “kendi kaderini tayin hakkını” tanıması için Birleşmiş Milletler’e başvurdu. Yapılan görüşmelerde Türkiye, adanın İngiltere’ye ait olduğunu belirterek İngiltere’nin yanında saf tuttu ve başvuru reddedildi. Aslında TC`nin takındığı bu tavır hiç de istisna değil.
Tunus’un ve Cezayir’in Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttükleri ulusal kurtuluş savaşlarında da, Türkiye Fransa’dan, yani sömürgeci güçten yana tutum takınmıştı.
İngiltere, kendisi için stratejik önemi büyük olan adanın, ABD’nin etkisine girmemesi için, işin içine Türkiye’yi sokarak ve fiili bir Türk-Rum çatışması yaratarak, adadaki varlığını meşrulaştırmak istiyordu. Rum milliyetçiliği, ile sivriltilmeye başlanmış olan Türk milliyetçiliğinin şiddetlenmesi, İngiltere’nin işine geliyordu. Bu bakımdan, 1955’te milliyetçi temellerde kurulan EOKA’nın (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü) Türkleri de hedef alan provokatif eylemlere başlaması ve aynı yıl gerçekleştirilen Konferansın son günlerinde ise 6-7 Eylül olaylarının tezgâhlanması aslında hiç de tesadüf değildir.
6 Eylül 1955’te, devlet yanlısı bir gazete tarafından, Kemal Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberleri yayıldı ve hemen ardından İstanbul’daki Rumlara ve diğer azınlıklara ve müslüman olmayan diğer azınlıklara saldırılar başladı. Evleri, işyerleri ve inanç kurumları tahrip edildi, 3 kişi öldürüldü, 50 kişi yaralandı. Saldırılar son derece örgütlü ve hazırlıklı bir şekilde yönlendirilmekteydi. Saldırıların arkasında o zamanki adıyla istihbarat örgütü MAH, “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” ile “İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği” gibi örgütler, saldırılara fiili olarak öncülük etmişlerdi. Hükümet bütün bunları “komünistlerin” yaptığı yalanını yayarak ve böyle duyurarak komünist avı başlattı. Böylece hem komünistlere karşı, hem Rumlara karşı milliyetçi öfke tırmandırıldı ve bir taşla iki kuş vuruldu. Yıllar sonra emekli bir orgeneral, “6-7 Eylül olayları da Özel Harp dairesinin işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyerek, gerçek durumu itiraf etmişti. Yine Selanik’teki Atatürk`ün evini bombalama işini de bizzat Türk devletinin tezgâhladığı ortaya çıkmıştı.
Bütün bu olaylar olurken, Türkiye’nin dört bir tarafında, Kıbrıs, büyük bir kampanyayla “milli mesele” haline getirilmişti.
Bu dönemde Kıbrıs’ta, solu tırpanlamaya dönük bir kampanya başlatılarak, AKEL ve bir dizi sol örgüt kapatıldı ve tüm sol yayınlar yasaklandı. Yaklaşık 140 kişi tutuklanarak hapishanelere atıldı. Bu süreçte 1959 Aralığına kadar illegal mücadele sürdürüldü..
1956 yılının ilk aylarında Makarios’la “özerklik” görüşmeleri başlatan İngiltere, Makarios’un “kendi kaderini tayin hakkında” ısrarcı olması üzerine, onu tutuklatarak sürgüne gönderdi
Ancak 1956 yılının Temmuz ayında İngiltere’nin hiç işine gelmeyen bir gelişme yaşandı. Mısır’daki Nasır yönetimi Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırdığını açıklayarak,Mısır’a yerleşmiş olan İngiliz askeri üsleri kapatıldı. Bu arada, Kıbrıs’taki Rumların mücadelesi de şiddetlenmişti. Mısır’daki üslerini kaybeden İngiltere, bölgesel önemi iyice artan Kıbrıs’ı elinden tümüyle kaçırmamak için, “kendi kaderini tayin hakkını” tanımak zorunda kaldı. Ancak adadaki askeri üslerinin kalmasını şart koştu.
Yine aynı yıl, Türkiye, aslında İngiltere’nin tezi olan “taksim” tezini Birleşmiş Milletler’e taşıdı. Bu teze göre, Rum ve Türk tarafları bölünecek ve her ikisi de kendi “anavatan”larına katılacaktı. İngiliz emperyalizminin “bol ve yönet” politikasına en uygun düşen çözüm de buydu.
1957 başlarında ateşkes ilân eden EOKA, Makarios’un serbest bırakılmasıyla silahlı eylemlerini geçici olarak durdurdu. Öte yandan, aynı aylarda NATO da, Türkiye ile Yunanistan arasında “arabuluculuk” yapma bahanesiyle adaya el attı. Bundan sonra süreç hızla ilerleyecek ve tertiplerin ardı arkası kesilmeyecekti. 27 Ekimde Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonunun başına eski savcı yardımcısı Rauf Denktaş getirildi.
29 Kasımda Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ilk bildirisini dağıtarak adını duyurdu. Bir yıl sonra EOKA tekrar faaliyete geçerek saldırılarını arttırdı. Buna karşılık TMT de Rumlara savaş ilân etti. Ne var ki TMT’nin hedef aldığı kitlenin içinde, adada barışı ve bağımsızlığı savunan Türk emekçiler de bulunuyordu. Kıbrıslı Rumların ve Türklerin ortak düzenledikleri bir mitingin ardından, TMT, sendikalı Türk işçileri katletmeye başladı. Solcu Rum işçiler de söven Rumlarca katledildiler. Emperyalist planların hayata geçmesi için, daha önce barış içinde yaşayan işçi sınıfının ve emekçi halkların kardeşlikten, barıştan ve bağımsızlıktan yana tutumunun kırılması gerekliydi.
Adadaki gerginliğin had safhaya ulaşması sonucu, NATO üyesi iki devlet, Yunanistan ve Türkiye savaşın eşiğine geldiler. Bu durumun ardından ABD patentli “bağımsızlık” formülü devreye sokuldu. 1959’da imzalanan Zürih-Londra Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere, Kıbrıs anayasasının garantörleri olarak ilân edildiler.
1974: Bağımsız Kıbrıs’tan Türk Devletinin işgaline
1960’ta imzalanan Kıbrıs Anayasasıyla, Kıbrıs “bağımsız” bir cumhuriyet olarak siyasi hayata gözlerini açmış oldu. Ama bu öyle bir bağımsızlıktı ki, adadaki İngiliz askeri üsleri varlığını sürdürüyor, Türkiye ve Yunanistan adada askeri kuvvet barındırıyor, Kıbrıs bu iki devletin üye olmadığı hiçbir ittifaka katılamıyor, anayasanın temel maddeleri Kıbrıs halkı tarafından değiştirilemiyordu. Aksi takdirde İngiltere, Türkiye ya da Yunanistan’ın, imzalanan anlaşmalara dayanarak “düzeni tekrar kurmak üzere” müdahale etme hakları bulunuyordu.
Yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkanı Rumlardan (Makarios), başkan yardımcısı Türklerden (Fazıl Küçük) seçilecekti. Siyasi, askeri ve güvenlik sorunlarına ilişkin alınan tüm kararlarda, başkan ve başkan yardımcısının eşit veto hakkı bulunuyordu. İki resmi dil olacaktı. Mecliste Rumlar %70, Türkler ise %30 oranıyla temsil edileceklerdi. 10 kişilik Bakanlar Kurulunun 7’sı Rumlardan, 3’u Türklerden oluşacaktı. Bu sırada Türklerin adadaki nüfus oranı %18 idi. Bu oranla %30’lük bir temsil hakkı almışlar ve “eşit” taraf sayılmışlardı.
1960’tan sonra Sovyet yanlışı AKEL’in adadaki oy oranı giderek artmaya başladı. Kıbrıs Cumhuriyeti, Bağlantısızlar Hareketi Zirvesinde kurucu üye unvanını aldı. Bağlantısızlar hareketi, SSCB’ye yakınlığıyla tanınıyordu. Bütün bunlar, Türkiye’yi ve adada emelleri olan tüm emperyalistleri korkuttu.
Bu “tehlike”nin yarattığı korku, Kıbrıs üzerinde oynanan oyunların daha da sertleşmesine neden olacaktı.
Kasım 1963’te cumhurbaşkanı Makarios anayasada 13 maddelik bir değişiklik yapmak istedi. Değişikliklerin çoğu, mevcut anayasaya göre Türk tarafına verilen hakları kısıtlayıcı nitelikteydi. Anayasa iki toplumun varlığına göre düzenlenmişti. Örneğin mevcut sistemde adalet ve belediye hizmetleri her iki toplumun kendi halklarından olanlarca sürdürülüyordu, memur sayıları, parlamenter sayıları, asker ve polis sayıları belli bir orana göre belirleniyordu. Getirilmek istenen değişiklikler ise tek toplumlu bir devlete geçişi gerektiriyordu. Sonuçta, Makarios’un katı bir tutum takındığı, Türk tarafınınsa müzakereye bile yanaşmadığı bir ortamda işler iyice kızıştı ve Türk tarafı “bizi cumhuriyetten attılar” söylemini ayyuka çıkararak meclisten ve tüm kurumlardan ayrıldı.
Bundan sonra Türkiye’nin taksim tezleri yeniden ortaya sürüldü. Türklere karşı yoğunlaşan saldırılar sonucu 24 Türkün öldürülmesini ve anayasanın ihlâl edilmesini, yapılan anlaşmalar gereği müdahale gerekçesi olarak kabul eden Türkiye, adaya müdahale edebileceğinin sinyallerini verdi. ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964 tarihli meşhur bir mektupla Türkiye’yi “şiddetli bir dille” uyararak, böyle bir harekâtin karşısında olduklarını belirtti. Bir ay sonra, Amerikan Dışişleri Bakanı Dean Acheson’un hazırladığı bir plan çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’la görüşmeler başladı. Acheson planına göre, adanın kuzeydoğu ucunda Türkiye’ye ait bir bölge oluşturulacak ve Türkiye burada istediği kadar asker barındırabilecekti. Fakat bu planın dolaylı olarak “taksim” anlamına geldiğini iddia eden Makarios, plana karşı çıktı ve uzlaşma sağlanamadı. 8-9 Ağustosta ise Türkiye Rumlara ait bölgeyi iki gün boyunca bombaladı. Bombardıman sonucunda 33 Kıbrıslı Rum öldü, 230 kişi yaralandı. Ancak Türkiye’nin bu hareketine İngiltere ya da Amerika’dan herhangi bir kınama gelmediği gibi, üstü örtük bir destek de verildi. Johnson mektubundan kısa bir süre sonra, Archeson’un Turgut Sunalp ve Nihat Erim’le yaptığı görüşmelerde “özel olarak dostça söylüyorum, fazla kan dökmeden size ayrılan bölgeyi askeri kuvvetle işgal edebilecekseniz gidip alın. Amerikan 6. Filosu karşınıza çıkmaz, tersine sizi korur” demesi, ABD’nin el altından bu müdahaleyi desteklediğini gösteriyordu. Çünkü uygulanmaya çalışılan plan, adanın dolaylı olarak NATO’nun denetimine sokulması anlamına geliyordu.
Johnson mektubuna rağmen adanın bombalanması, Türkiye’nin Amerika’ya “kafa tutması” şeklinde yorumlansa da, bu, milliyetçiliği okşamaya yarayan abartılı bir söylemden ibarettir.
İşgalden bugüne
21 Nisan 1967’de gerçekleştirilen bir askeri darbeyle, Yunanistan, Albaylar Cuntasının hüküm sürdüğü karanlık bir döneme girmişti.1973’te patlak veren Arap-İsrail Savaşında ABD’nin Yunan havaalanlarını kullanma isteği mevcut cunta tarafından reddedilince, ABD desteğini yitiren bu cuntaya karşı 25 Kasım 1973’te askeri bir darbe yapıldı. 15 Temmuz 1974’te de Makarios rejimine karşı Sampson darbesi gerçekleştirilerek, adada faşist bir yönetim oluşturuldu. Bu darbeden beş gün sonra, 20 Temmuz 1974’te, Türkiye Kıbrıs’a askeri çıkartma düzenleyerek adanın bir bölümünü işgal etti. ve 23 Temmuzda Yunanistan’daki ve Kıbrıs’taki cunta rejimi çöktü ve  sona erdi.
Türkiye  işgal harekâtının gerekçesini, garantörlük anlaşmalarından kaynaklanan haklarına dayandırdı ve ilk başlarda Batıdan da destek gördü. Bu sayede NATO, adaya yerleşme planlarına zemin sunması bakımından istenen fırsatı yakalamış oluyordu
Bağlantısızlar Hareketi içinde yer alan Makarios’u destekleyen Sovyetler de, Yunanistan’ın egemenliği altına girmiş bir Kıbrıs’ı tercih etmediği için Türkiye’yi destekliyordu.
Ne var ki, 14 Ağustosta gerçekleştirilen ikinci bir harekâtla, Türk ordusu adanın içlerine doğru ilerleyerek Kıbrıs topraklarının %37’sini işgal etti.
İşgalden günümüze dek yaklaşık 50 bin kişi  başta İngiltere olmak üzere Batı ülkelerine göç etti. Adaya Türkiye’den götürülmüş yoğun bir nüfus yerleştirilerek, Türk nüfusun oranı arttırılmaya çalışıldı. Anayasal cumhuriyetin korunması bahanesiyle adayı işgal eden Türkiye, aynı anayasal cumhuriyetin yok sayılmasını meşrulaştırarak, 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni (KTFD) kurdurttu ve basına Denktaş’ı oturttu. Aynı yıl yapılan anlaşmalarla güneydeki Türkler kuzeye, kuzeydeki Rumlar da güneye geçtiler ve ada halkı fiilen etnik kökenlerine göre iki ayrı bölgede toplanmak zorunda bırakıldı. 15 Kasım 1983’te ise bir adım daha ileri gidilerek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) adında bağımsız bir devlet kurulduğu ilân edildi..
Böylece uluslararası alanda kimsenin tanımadığı kendinden menkul bir “cumhuriyet” oyunu sahneye koyulmuş oldu.
Türkiye’nin 1974 işgaliyle fiili durum yaratarak adayı bölmesinin ardından, Rum kesimiyle Türk kesimi arasında onlarca kez görüşme yapıldı ve bir türlü anlaşmaya varılamadı. Kıbrıs Rum kesminin AB üyeliğine alınması sonrası, sorunlar AKP döneminde başka süreçlere evrildi. Türk Askeri işgali devam ediyor. Siyasal bir çözüm ise henüz görünürde yok.
Ekonomik açıdan, Kuzey Kıbrıs, son yıllarda açılan kumarhanelerle, ne idüğü belirsiz bankalarla, mafyanın, MİT’in, kontracıların cirit attığı bir kara para aklama cenneti haline getirilmiştir. Kurulan özel üniversiteler dışında neredeyse hiçbir gelir kaynağı kalmamış, adanın kuzeyi Türkiye’ye göbekten bağlı hale getirilmiştir. Yerli nüfusun büyük bir bölümü, iş olanaklarının kısıtlılığı nedeniyle yurtdışına göçmüş durumdadır. Adaya sonradan yerleştirilen ve sayıca yerli nüfusa eşit hale gelen Türk nüfusun büyük bir bölümü, milliyetçi kesimden oluşmaktadır. Bu da yerli halkla bu kesim arasındaki çelişkileri daha da arttırmaktadır.

Kıbrıs sorununda gerçek ve kalıcı çözümü emperyalistler ve İşgalciler değil, Rum ve Türk halkı eşitlik, özgürlük ve bağımsızlık yolunda kendi özgür iradeleriyle barış içinde birlikte Demokratik Halk iktidarıyla çözecektir.

Türk Ordusu Kıbrıstan defol !

Türk devletinin savaş suçları ve sivil katliamlarıyla dolu kirli sicili uluslararası kamuoyunda teşhir edilmelidir !

Kaynaklar:

ortakhaber

arsiv.marksist.net

Politikakademi