Gerek Arap Baharı adıyla pazarlanmaya çalışılan ezilen halklar üzerinde emperyalist hegemonyanın pekiştirilmesi süreci, gerekse bunun bir devamı olarak Suriye üzerinde kilitlenen Ortadoğu’nun yeniden dizaynı planlarıyla bağlantılı olarak son yıllarda Türkiye-Avrupa ilişkileri, evrensel insan hakları bildirgelerinde yer alan bütün temel hakları hiçe sayan yeni bir biçim almaya başladı. Açıktır ki, yaşanmakta olan bu süreçte IŞİD, Türkiye, El Nusra gibi şiddet örgütleri ile Avrupa ülkeleri arasında, uluslararası hukukta insanlık suçu sayılan “insan ticareti” konusunda tam bir ortaklık kurulmuştur. Avrupa emperyalizmi Türkiye ile ilişkisinde uzun zamandır Euro’nun yanı sıra özgürlük savaşçılarını da Türkiye’ye rüşvet olarak vermeyi rutin bir uygulama haline getirdi. En yakın tarihte Avrupa’daki Türkiyeli demokrasi güçlerine yönelik saldırılar rüşvete dayalı bu kirli antlaşmalarının ürünü olarak sergilenmektedir.
2015 ortalarında Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu (ATİK) üyesi 10 sosyalistin değişik Avrupa ülkelerinin eş zamanlı operasyonları ile ve Türkiye’nin talebiyle tutuklanması, Avrupa’nın Türkiyeli sosyalistlere yönelik bu yeni eylem programının somut bir ifadesiydi. Biliyoruz ki bu yeni konsept özellikle Almanya ve Fransa gibi motor dinamikler tarafından yönetilmektedir.
Emperyalist savaş politikalarının Türkiye ile ortaklaşa gerçekleştirdiği Suriye iç savaşının topraklarından kopararak göçe zorladığı milyonlarca insan, Türkiye tarafından hem doğrudan rant amaçlı hem de Avrupalı ortaklarından daha fazla çıkar sağlamaya yönelik bir siyasal şantaj amaçlı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Mülteci sorunu, tam da böylesi makyavelist bir siyasal ahlaksızlığın isterleri üzerinden yürütülmektedir.
Son aylarda Şırnak’da, Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de ve daha çok sayıda Kürt kentinde başlatılan ve halen sürdürülen soykırıma Avrupa kamuoyu öfkeyle karşı çıkarken, Avrupa yönetimleri ciddi bir itirazda bulunmamıştır. Türk devleti eliyle yeniden başlatılan faili belli sokak infazlarına, devlet destekli Mafya liderlerinin “devrimcilerin demokratların kanıyla banyo yapma” tehditlerine ses çıkarmayan Avrupa yönetimleri, Hitler’vari bir yönetimin gelişmesini istekle gözlemektedir. Bu oyunun son örneklerini İsviçre ve İngiltere’de yaşadık.
Hatırlanacağı gibi, Fransa da Sami Solmaz ve Deniz Pektaş`ı adlı tutsak devrimciler Almanya’ya iade edilmişti. Bu günlerde ise ATİK operasyonu kapsamında İsviçre’de tutuklanan Mehmet Yeşilçalı bütün hukuksal itirazlara rağmen Almanya’ya iade edilirken, İngiltere’de politik mülteci olarak yaşamını sürdüren AvEG-Kon üyesi İlhan Karatepe de 8 Mart tarihinde evine yapılan bir polis baskını ile gözaltına alındı. Bugün başta PKK olmak üzere sosyalist örgütlerden çok sayıda devrimci Avrupa cezaevlerinde tutsaktırlar.
Belli ki faşist AKP iktidarının Türkiye’de sosyalistlere, devrimcilere, demokratlara ve başta Kürt halkı olmak üzere bütün Türk olmayan ‘öteki’ halklara karşı sürdürdüğü savaş konseptine katılmışlardır.
Gerçekte bu tutum, insanlığın demokrasi ve özgürlükler uğruna yüzyıllardır verdiği mücadelelerle elde edilen kazanımlara karşı açılmış, egemenlerin başlattığı bir gasp savaşıdır.
Avrupa’nın geleceğinde ciddi bir cadı avı sürecinin yaşanacağı şimdiden görülmüştür. Ve buna hazır olmak, Avrupa’da yaşayan Anadolu-Mezopotamya kökenli bütün devrimci-demokrat örgüt ya da derneklerin ve sivil toplum kurumlarının öncelikli görevi olması gerekir. Mültecilere karşı başlatılsa da, emekçi halklar üzerinden devam edeceği bilinen bu siyasal gericiliğin gelişiminin durdurulması, Avrupa’da yaşayan bütün halkların, mülteci ve ilticacıların yaşam güvenliğinin korunması için öncelikli görevi olmaktadır.