„Hiçbir şey şu gerçeği değiştiremez:
Bilgileriniz geçmişe mahsus,
kararlarınız ise geleceğe yöneliktir.“[1]
T.C. Ankara 4. İdare Mahkemesi, 13 Ocak 2009 tarihli kararı ile „Adalet Bakanı’nın TCK 301. maddesinin 4. fıkrası uyarınca soruşturmasına izin verilmesine ilişkin 18 Ağustos 2008 tarih ve sayılı yürütmenin durdurulması“ istemimizi „oybirliği“yle reddetti.
Başkan Kasım Davas (32672), Üye Ersin Kızılay (101107), Üye Utku Coşgun (101810)’un imzaladığı kararda, talebimizin reddine ilişkin herhangi bir gerekçe belirtilmiş değildir… (Daha sonra üzerinde duracağım üzere, „talebimizin reddine ilişkin herhangi bir gerekçenin belirtilmemesi“ çok önemlidir…)
Yine konuya ilişkin olarak Karşı Taraf (Davalı), Adalet Bakanlığı’nın T.C. Ankara 4. İdare Mahkemesi’ne gönderdiği, 30 Aralık 2008 tarih ve „B.03.0.PER.0.00.0018/2008/1341/66137“ no.lu, Hâkim Mustafa Kökçam (Bakan Adına Müsteşar Yardımcısı) imzalı belgede de, „gerekçe“ olarak aynen şunlar deniliyor:
„…şeklinde sözler söylemek suretiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni alenen aşağılama suçu işlediği kanaatine varılmıştır“!
Evet, Adalet Bakanlığı’nın davama ilişkin verdiği „OLUR“ böyle „gerekçelendirilmektedir“, ki benim İdare Mahkemesi’ne itirazımın nedeni tam da budur…
Yani Adalet Bakanı’nın, „Türkiye Cumhuriyeti Devletini alenen aşağılama suçunu işlediği kanaatine varılmıştır“ ibareleriyle verdiği olur, (kanaatini değil!) „rey“ini belirttiği, yani „ihsas-ı rey“de bulunduğu için, keyfi ve gayri kanuniydi; ve bunun için yürütmeyi durdurma ve işlemin iptali davası açtım!
Ancak T.C. Ankara 4. İdare Mahkemesi’nin, bu gerçeği görmezden gelerek yürütmeyi durdurma talebimi reddetmesi, Adalet Bakanı’nın lehine tavır alması, daha ilk aşamada bu yanlışı paylaşmasına yol açtı…
NE DEMİŞTİM, NEYE İTİRAZ ETMİŞTİM?
„Adaleti aklın yardımı olmadan
kullanmak imkânsızdır.“[2]
Ankara 2’inci Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki 14 Kasım 2008 tarihli duruşmamda yaptığım „…“İddia“lar(ınız)a Yanıt(lar)ım Var Elbet!“ başlıklı savunmamda şunlara dikkat çekmiştim:
„Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün, B.03.0.CİG.0.00.00.07-648-01-0289-2008/2167 sayılı ‚izin talebi’yle; ve Genel Müdür Vekili (Hâkim) Galip Tuncay Tutar’ın, ‚Türkiye Cumhuriyeti Devletini alenen aşağılama suçunu işlediği kanaatine varılmıştır… Bu bakımdan; Sanık Temel Demirer hakkında Türkiye Cumhuriyeti Devletini alenen aşağılama suçundan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 301/4. maddesi gereğince soruşturma izni verilmesi…‘ SAPTAMASINA Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in ‚OLUR‘ vermesi…
Bakan bu ‚OLUR’u nasıl verdi? Buna yetkisi var mı? ‚Var’sa hukuk bunun neredesinde? türünden soru(n)lara, elbette değineceğim. (…)
Hukuk dışı (ve padişahlara HAS) yetkilerle donatılan Adalet Bakanına, düşüncelerini sonuna değin ve her ne pahasına olursa olsun savunan birisi olarak beni ‚şefaatinden mahrum ettiği‘ için (TCK 301’deki ‚yeni(lenemeyen) düzenleme’nin ilk mağduru olarak) huzurunuzda teşekkür ediyorum.
Evet, evet! Hapis cezalarıyla sonuçlanan Deniz Feneri e.V davasıyla ilgili sorulara ‚Bana ne yav!‘ diye tepki göstererek, ‚adalet(sizliğe)e‘ ilişkin bir tür ‚hassasiyeti’ni gösteren Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e, ‚dolaylı da olsa‘, ‚Deniz Feneri’ne evet, Temel Demirer’e hayır‘ dediği için teşekkür ediyorum!
Bu ‚teşekkür‘ ardından; Adalet Bakanı’nın bu ‚OLUR’u ile kullandığı ‚yetki’nin demokratik olmadığının altını özenle çizerek, Sincan Adliyesi yargıçlarından Mustafa Talat Kutlu’nun, ‚Hukukun yazgısı daima vesayet altında olmasıdır,‘ saptamasını hatırlatmama izin verin!
Adalet Bakanı’nın kullandığı anti-demokratik yetki, hukukun özüne ve ‚bağımsızlık‘ iddialarına aykırıdır!
Adalet Bakanı’nın kullandığı bu yetki, ‚hukuku vesayet altına alma‚ anlamı taşır!
Hem de, ‚Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz…‘ diyen Anayasa’nın 6/3. maddesini ihlâl ederek...
Evet, Adalet Bakanı’nın kullandığı anti-demokratik yetki, Anayasa’nın 6/3. maddesinin ihlâlidir ve suç oluşturmaktadır!
Bu nedenle Adalet Bakanı’nın, ‚Türkiye Cumhuriyeti Devletini alenen aşağılama suçunu işlediği kanaatine varılmıştır‘ ibareleriyle; mahkemenize (kanaatini değil!) ‚rey’ini belirttiği, yani ‚ihsas-ı rey’de bulunduğu için, keyfi, gayri kanuni tutumundan dolayı yürütmeyi durdurma davası açtım!
Kaldı ki bu konuda avukatım Filiz Kalaycı ‚Radikal‘ gazetesinin sorularını yanıtlarken aynen ve haklı olarak şunları demişti: ‚Adalet Bakanlığı siyasi bir kurumdur. Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) bağlı olduğu bir kurumdur. Bakanlığın yargılayın dediği bir yerde yargının etkileneceği, mahkûm edin anlamına taşıyacağı çok açıktır. Bu yöntemle yargının etki altına alınması söz konusudur!‘
Adalet Bakanı’nın keyfi, gayri kanuni tavrı, altında Türkiye Devleti’nin de imzası bulunan ‚Paris Şartı’nın, ‚Demokrasi,…, kamu makamlarının hukuka uymak yükümlülüğünü ve adaletin yansız bir şekilde dağıtılmasını da zorunlu kılar. Kimse hukukun üstünde olamaz,‘ ilkesiyle çelişmektedir…
Çünkü bir ‚kamu makamı‘ olarak Adalet Bakanlığı, ‚hukuka uymak yükümlülüğünü‘ ihlâl ederek, ‚adaletin yansız bir şekilde‘ icrasına (‚ihsas-ı rey’iyle!) engel olarak, hukukun/ mahkemelerin bağımsızlığına müdahale etmektedir!
Bu tipik bir adaletsizlik örneğidir!
‚Hukuk bir gün herkese lazım olur,‘ gerçeğini göz ardı etmeden: Herakleitos’un, ‚Adaletsizliği bir yangından daha çabuk önlemeliyiz‘; J. A. Froude’un, ‚Adaleti, aklın yardımı olmadan yerine getirmek imkânsızdır‘;Vauvenargues’ın, ‚İnsancıl olmadıkça adil olamazsın,‘ sözlerini bir an dahi unutmayız!
‚Yeni(lenmeyen)‘ TCK 301 bağlamında ortada -Adalet Bakanı kullanıyor olsa da!- keyfi, gayrı kanuni ve Anayasa’nın 6/3. maddesini ihlâl eden (padişahlara özgü) yetkiler söz konusudur!
Bu korkunç bir şeydir!
Jean-Jacques Rousseau’nun, 1771 yılındaki ifadesiyle, ‚Yasama, yürütme yargı içiçe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir. Kuvvet kimdeyse o hâkimdir,‘ diye betimlediği şeydir!“
Dediklerim, itirazım tamı tamına buydu; çok netti! Adalet Bakanı’nın imzasını taşıyan „(…) suçu işlediği kanaatine varılmıştır“ ibareli belgeye dayanılarak hakkımda açılan davanın yürütülmesi, yargıçların bakanın „ihsas-ı rey“inden etkilenmesi olasılığını gündeme getirmekteydi; bunun ise, hem benim açımdan „telafisi güç veya imkânsız zararlar doğmasına“ yol açacağı, hem de „açıkça hukuka aykırı olduğu“ nezdim(iz)de gayet açıktı…
T.C. Ankara 4. İdare Mahkemesi’nin, 13 Ocak 2009 tarihinde „oybirliği“yle aldığı kararın reddettiği buydu!
Alınan karar muhataralıdır; yanlıştır; onun içinde bu karara itiraz ediyorum!
„NEDEN (Mİ?)“
„Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister,
hâlbuki bunlar kuvvetlinin
umurunda bile değildir.“[3]
Ankara 2’inci Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki 14 Kasım 2008 tarihli „TCK 301 Dava“sına (ve konuya ilişkin olarak Adalet Bakanı’nın „hedef gösteren“ açıklamalarına) dair haberler geniş bir kamuoyunu ilgi ve dikkatine mahzar oldu…
Takip edebildiğim kadarıyla, yazılı basının 135 kaynağında zikredilen „davam“a ilişkin tepkiler şu alt başlıklarda toparlanabilir:
i) Şahin’in açıklaması.
ii) TCK 301 Meselesi.
iii) Çifte standart.
iv) Bakan’ın „Tehdit“i.
v) „301 Davası“na ve „Bakan’ın Tehditi“ne karşı tepkiler.
vi) „Dava“ ve „Tehdit“ konusunda tavrım.
Bunlara kısaca değinirsek…
BAKAN ŞAHİN’İN „AÇIKLAMASI“
„Ah hürriyet! Senin adına
ne cinayetler işleniyor.“[4]
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in açıklamalarına göz attığınızda, bunların tehditle bezenmiş bir mantık(sızlık)tan malûl olduğunu görürsünüz…
Öncelikle Bakan, „Suçsuzluk/ masumiyet karinesini“ hiçe saymıştır…
Ankara Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usulü Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu „Yargı erki kapsamındaki yetkilerini kullanan kamu görevlileri ceza muhakemesi kurallarını ihlâl ederlerse, kamu düzeni, en az soruşturma veya kovuşturma konusu suçun verdiği zarar kadar zarar görür.
Temel hak ve hürriyetlerin koruyucusu olması gereken kamu görevlilerinin temel hak ve hürriyetleri ihlâl ettiğini gören bireylerin, hukuk devletinde yaşadıklarına dair inançları sarsılır. Hukuk devletine olan inancın sarsılması, topluma, herhangi bir suçun verebileceği zarardan çok daha büyük zararlar verir. Bireyler, yasama, yürütme ve yargıya şüpheyle yaklaşmaya, gündelik yaşamlarını yaşamaktan korkmaya, telefon etmekten, birbirleriyle diledikleri gibi konuşmaktan, düşündüklerini söylemekten, eleştirmekten, yazmaktan, kısacası bugünlerinden, geleceklerinden, çocuklarının nasıl bir ülkede yaşayacağından endişe duymaya başlarlar. 5. Ceza muhakemesinde bireyin menfaatleri ile toplumun menfaatleri çelişmez. Toplumu korumak için birey feda edilecek olursa, toplum da feda edilmiş olur. Öyleyse kurallarına uygun yürütülen ceza muhakemesi, bireyin temel hak ve hürriyetlerini korurken, aynı zamanda hukuk devletinin toplumunu da korumaktadır,“ vurgusuyla ekliyor:
„Cumhuriyet savcısı ve onun emrindeki polis ve jandarma suçsuzluk karinesine saygı göstermek ve kişilerin lekelenmeme hakkını titizlikle korumak zorundadır.
Herkes, suçu kesin hükümle sabit oluncaya kadar suçsuz kabul edilir (Anayasa md. 38, AİHS md 6). Suçsuzluk karinesinden çıkan ilk önemli sonuç, hiç kimsenin suçsuzluğunu ispatlamak zorunda olmadığıdır. Suçsuz kabul edilen bir kişi, suçsuzluğunu ispatlamaya zorunlu tutulamaz. İspat yükü, iddia edenin üzerinde olup, ceza muhakemesinde savcı, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür. [5] Suçsuzluk karinesinden çıkan diğer bir sonuç, kesin hükümle mahkûm edilinceye kadar suçsuz kabul edilen bireylerin lekelenmemesi, toplum nezdinde suçlu ilan edilmemesi için muhakeme sürecine katılan herkesin çok titiz davranması zorunluluğudur. Soruşturmanın gizli yapılmasının (CMK md. 157) sebeplerinden biri, kişilerin lekelenmeme hakkıdır. Bu nedenle, soruşturma evresinde polisin, jandarmanın, savcının aldığı ifadeler, telefon dinleme tutanakları ve diğer deliller basın ve yayın organlarına verilemez. İster adliye binası içinde ister dışında yapılsın adli işlemler sırasında fotoğraf ve film çekilmesinin yasak olması da kişilerin lekelenmeme hakkının korunması amacıyla kabul edilmiştir (CMK md. 183). İddianamede hangi hususların yazılacağı Kanun’da açıkça belirlenmiş olup (CMK md. 170) savcı, dava açmadığı kişileri suçlu gibi gösteren, itibarlarını sarsan açıklamalarda bulunamaz. Aynı şekilde, hakkında dava açtığı kişilerle ilgili, isnad ettiği suç fiilinin dışında, onları toplum önünde küçük düşürecek anlatımlara yer veremez. (…)
‚Suçsuzluk karinesi, yalnızca polis, jandarma, savcı ve mahkemeyi değil, bütün kamu görevlilerini ve devlet kurumlarını bağlar. Bu itibarla hangi görevde ve makamda bulunursa bulunsun hiçbir kamu görevlisi, suçu kesin hükümle sabit olmayan bir kişiyi suçlu olarak ilan edemez.‘[6] Kuşkusuz basın ve yayın organları da suçsuzluk karinesine saygı göstermek zorundadır (Türk Medeni Kanunu md. 24)…“[7]
„Suçsuzluk/masumiyet karinesi“nin bağladığı „kamu görevlileri ve devlet kurumları“ arasında Adalet Bakanı’nın başta gelmesi gerekmez mi?
Bakan, yalnızca masumiyet karinesini değil, aynı zamanda „tarafsızlık ilkesini“ de çiğniyor. Mesela, „Ben devletime katil dedirtmem,“ diye haykırarak, yargılanmama „OLUR“ veren bir Adalet Bakanı ya da onun „tarafsızlığı“nın mümkün olduğunu düşünüp, „iddia“ edebilir misiniz?
Kabul eder ya da etmez; önemli değil; her şey ortada Adalet Bakanı, bir „padişah“ edasıyla davranıyor; söyledikleri bunun açık kanıt(lar)ı!
Ayrıca Mehmet Tiflis’in de www.kenthaber (18.11.2008 09:38:29)’deki yorumunda ifade ettiği üzere, mesele şudur:
„301’nci maddenin bu şekilde adalet bakanından geçerek uygulanması biçimi anayasa mahkemesine gitse eşitliğe aykırılıktan sanırım iptal olur.
Madde iktidar ve adalet bakanı inisiyatifine ve yorumuna bağlanınca ister istemez ceza ile neticelenmesi hâli vatandaşın öngöremeyeceği kanunlara uyum fikri olacak ve değişik zamanlarda değişik uygulama ve neticeler bakımından uyumsuz uygulamalara neden olacak ki bu bile başlı başına vatandaşlara yönelik kanun önünde eşitlik ilkesini ihlâldir.
Ayrıca bakanın mahkemeler yerine geçip mahkemelerin bir nev’i kararını peşinen oluşturma işlevi olmasıdır ki bu da hiç kimse yargıya ait yetkiyi kullanamaz esasına aykırıdır.
Bir suçun oluşup oluşmadığı bir bakan veya bakanlığa tevdi olunacak izafi bir kavramla bağlı kalamaz. Zira suçun oluşup oluşmadığının yanında suçun işlenebilirlik hâli de birlikte değerlendirilerek aşamalara başlanıp karar verilir. Bir bakanın suçun işlenip işlenmediği kriterlerini belirleme konum ve selahiyeti olamayacağı gibi işlenen suçun kovuşturma safhası ile buluşup buluşmayacağına yönelik değerlendirme noktasında da olamayacağı hukukun temel ilkeleri gereği mümkün olamaz.
O hâlde suç işlenmesi hâlinde dahi bakanın onayı ile mahkemelere mahkeme edilsin edilmesin direktifi anlamındaki işlem yargıya müdahale ile eş işlemdir ve her bakımdan anayasal kurallara uymaz.
Kaldı ki devletlerin katil olamayacağı şeklinde katı bir kural veya teminatta yoktur ve varsa bunu belirleme noktası tarih ve olaylar değerlendirilip sonuca varılabilir bir durum olup bir tek bakanın ahkâm kesmesi ile bağlı kalmayacak durumdur.
301’in tamamen ortadan kalkması en geçerli yol ve Avrupa Birliği için bir ihtiyaçtır.
TCK’da diğer maddeler 301’in işlevini ziyadesi ile karşılayabilecek durumdadır.
Vatandaş dediğimiz ve devleti bir aile olarak kabul ettiğimizde bir aile üyesi olarak gördüğümüz kimseler varsın fikirlerini söyleyecekse söylesin.
Zaten fikirleri ile devleti doğru yola çekmek için konuşan vatandaş devleti yıkma eğilimi olsa vatan içinde kalmaz bu eğilimini dışarı kaçıp kendisini devletin hışmından koruyacak hâlde devleti yıkmaya çalışır, bizimle beraber içimizden biri olarak ve bazı olaylara bakıp içten dışa vurmadığımız düşünceleri varsın bir vatandaşımız da söylesin.
Bu söylemle devlet zarar görecek kadar zaaf içinde ve kıl ipine bağlı ise de o vatandaşın yakasına yapışılmayıp devletteki zaaflar giderilerek vatandaşın devletine sahiplenmesindeki cazibe yaratılsın.
Devlette kötü şeyler oluyorsa elbet birileri bunu söyleyip milleti haberdar etsin. Bunda korkacak gocunacak bir şey yok ve kraldan çok kralcılık abesle iştigaldir.“
TCK 301 MESELESİ
„Zaman hakikâtleri bulur.“[8]
Ayşe Sayın’ın, „AKP hükümetinin AB’nin istemi doğrultusunda Türklüğe hakaret suçunu yumuşattığı ve soruşturma izni yetkisini Adalet Bakanlığı’na verdiği Türk Ceza Yasası’nın (TCY) 301. maddesi değişikliğinden bu yana savcılardan ’soruşturma izni‘ istemi hız kesmeden sürüyor,“[9] diye betimlediği gidişatta; ayarı bozuk bir bıçkı makinesi gibi „tırpanlayıp/budayan“ TCK 301 Eskişehir’deki öğrenci kardeşlerimden bana, muhalif ve eleştirel olan tüm itirazlara karşı bir silah olarak kullanılmaktadır![10]
Konuya ilişkin olarak hatırlatarak ilerleyelim: Herkesin bilgisi dâhilinde olduğu üzere, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki önemli engellerden sadece birisi olan TCK 301, „ırkçı“ ve „ayrımcı“ bir maddedir…
Ne[11] ve (Adalet Bakanı’nın „OLUR“u!) nasıl olursa olsun; Ahmet Cemal’in, „Eleştirel düşünmeyi, en kısa tanımıyla, toplumun bilimsel yoldan aydınlatılmasının en önemli aracı diye tanımlayan düşünce toplumları, bu aracı yaşanan her toplumsal bunalım evresinde harekete geçirerek sonuç almak çabasındadır,“[12] diye tanımladığı; Erich Fromm’un da, „Düşünmek günah işlemeye benzer, insan onun zevkini bir kez tattı mı artık ondan bir daha vazgeçemez,“ vurgusuyla betimlediği; ve nihayet Balzac’ın, „Düşünmek, görmektir“; Milton’un, „Bana, hürriyetlerin en büyükleri olan düşünce, inanç, vicdan hürriyetlerini verin,“ diye betimlediği özgürlüklerden vazgeçmek mümkün değildir!
Çünkü düşünce, dünyanın ve toplumun duyumlar aracılığıyla insan zihninde yansımasıdır.
Düşünce özgürlüğü de en yalın anlatımıyla kişinin serbestçe düşünce edinmesi, düşünce, inanç ve kanaatlerinden ötürü kınanmaması, düşünce ve inançlarını serbestçe açıklama ve yayma özgürlüğü demektir.
Modern hukuk düzeninde, kişinin düşünce edinme aşamasında araştırma, bilgi edinme, öğrenme ve haber alma haklarından yararlanacağı; edindiği düşünceyi açıklamaya zorlanamayacağı, açıkladığı düşüncesinden dolayı kınanamayacağı; düşüncelerini tek tek ya da topluca sözle, yazıyla ve kitle iletişim araçlarıyla başkalarına yayabileceği öngörülür.
Düşünce ve ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlükleriyle birlikte anlam kazanır. Bu haklardan birinin dahi sınırlanması, düşünce özgürlüğünü ve tüm özgürlükleri yok olmaya götürür. John Stuart Mill’in deyişiyle, „Bu özgürlüklerin kayıtsız ve koşulsuz var olmadığı hiçbir toplum özgür değildir. Özgürlük denmeye layık biricik özgürlük, başkalarını mutluluklarından yoksun bırakmaya ya da onların mutluluğa ulaşma çabalarına engel olmaya kalkışmadığımız sürece, kendi iyiliğimizi kendi bildiğimiz yolda aramak özgürlüğüdür.“
Düşünce ve bilim özgürlüğü, sınıf savaşımlarının seyrine bağlı olarak insanlık tarihinin gündemine girdi.
Jean Jacques Rousseau, „İnsan doğaya özgür geldi, ama bugün her yerde zincirler içinde“ diyordu. Rousseau’nun sözünü ettiği zincirler tabiatın değil, insanın kendisinin eseriydi. Toplumun uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıflara bölünmesinden sonra, insanların çok büyük çoğunluğu, doğa karşısında kazandıkları özgürlüğü egemen sınıfa tutsak düşerek yitirdiler. Kölelerin, toprak kölelerinin ve işçilerin bir avuç efendi, derebeyi ve patrona karşı mücadelesi, doğaya karşı savaşımlarından çok daha zorlu, amansız ve çetin oldu. Çünkü, doğayı yenen insan, kendisine yenik düşmüştü, tutsaklık, kendi hemcinsinden geliyordu, düşünmenin ve onun ürettiği teknolojilerin ve sosyal örgütlenmelerin gücünü arkasına almıştı.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün tek başına bir anlamı yoktur, düşünceyi iletecek araçların da özgürce kullanılması gerekir. Basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçekleşebilmesi, kamuoyunun serbestçe oluşabilmesinin vazgeçilmez koşuludur.
Bu çerçevede Türkiye’de düşünce özgürlüğünü boğan karabasan, en başta modernleşme sürecindeki gecikmenin ve sömürgeleşmenin eseridir. Sınıflar arası mücadelenin dayatması olan güncel karabasan, 12 Eylül 1980 darbesiyle anayasal ve yasal zemine oturdu.
Bilinir ki, altyapısı demokratik olmayan toplumun üstyapısında demokrasiden söz etmek aldatmacadır. 12 Eylül darbesinin yapıldığı tarihte ulusal gelir paylaşımı yüzde 31 tarım, yüzde 33 ücret ve maaşlar, yüzde 36 kâr-faiz-rant şeklindeydi. Deli gömleği anayasa süngü zoruyla kabul ettirilince, patron sendikasının başkanı, cuntaya şükranını „20 yıl işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde“ diye ifade edecekti. Darbe liderinin devlet başkanlığı sona erdiğinde ulusal gelir paylaşımı yüzde 70 kâr-faiz-rant, yüzde 14 ücret ve maaşlar, yüzde 16 tarım şeklinde değişmişti.
Üretim ve paylaşımdaki adaletsizliğe emekçi sınıfların gönül rızasıyla boyun eğdiklerini düşünmek, bilime olduğu kadar günlük yaşamın gerçeklerine de aykırıdır. Emekçi sınıflar, adaletsiz üretim ve bölüşüm düzenine ya açık-örtülü şiddet yoluyla, ya sus payı verilerek ya da modern „gönüllü kulluk“ üretme pratiği olan halkla ilişkiler yöntemiyle razı edilirler. Gönüllü gönülsüz kulluk üretiminin vazgeçilmez aracı ise medyadır.
İnsan hakları, düşünce ve basın özgürlüğü, iletişim hakkı birbirlerini tamamlayan haklar olarak algılandığında egemen sınıfın neden en çok düşünce ve basın özgürlüğüne saldırdığı daha kolay anlaşılır. Çünkü, sınıf sömürüsünü sürdürmenin en kestirme ve masrafsız yolu, emekçi sınıfların zihinlerini kontrol altına almak, siyasal bilinç ve tutumlarını çarpıtmak, bunun için de düşünce ve basın özgürlüğünden yoksun bırakarak emekçileri bilgisizliğe, çarpık bilgiye, habersizliğe, çarpık haberlere mahkûm etmektir. 12 Eylül faşistleri de böyle yaptılar.
Yasama ve yürütme yetkilerini gasp eden Milli Güvenlik Konseyi adlı cunta, darbeden bir hafta sonra Sıkıyönetim Yasası’nın 3’üncü maddesini değiştirerek, sıkıyönetim komutanlarına, „TRT kurumunun yayınları dahil olmak üzere telefon, telsiz, radyo ve TV gibi her çeşit araçlarla yapılan yayın ve haberleşmeye sansür koymak“ yetkisi verdi.
Yasada açıkça telaffuz edilen sansür yasada kalmadı, süngü zoruyla kabul ettirilen anayasanın ruhu oldu. 12 Eylül faşizmi en büyük darbeyi, toplum hayatının her alanında hukuku dıştalayıp yerine kaba gücü geçirmekle vurdu. 1982 tarihli Anayasa, iyi kötü yaşanan modernleşme sürecinin de inkârıydı. Modernleşmenin teokrasi yerine laiklik, kutsal devlet yerine laik devlet, ümmet yerine millet paradigmasına karşın, 12 Eylül Anayasası, „kutsal Türk devleti“ ifadesiyle başlıyordu. Devlet bir kez „kutsal“ ilan edilince, temel hak ve özgürlüklere sahip „yurttaşları“ değil, devlete karşı boynu kıldan ince, hakları yerine ödevlerini müdrik „kulları“ olacaktı doğal olarak.
„Kutsal devlet“ ifadesi 1995 yılında Anayasa’dan çıkarıldıysa da, ruhu olduğu gibi kaldı. Kutsal karşısında kulluk ve hiçlik, düşünce ve basın özgürlüğünün de hiçlenmesini getiriyordu.
Anayasa’nın başlangıç bölümünde pervasızca, „Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği“ denilerek, „izin verilen-verilmeyen, korunan-korunmayan“ düşünce ayrımı yapıldı, içeriği ve kapsamı belirsiz resmi ideoloji tanımlandı.
Bu ifade 2001 yılında „Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği“ şeklinde değiştirildiyse de, ruhunda eksilme olmadı. Resmi ideolojinin, toplumun düşünce ufkunu peşinen daraltan ve düşünceyi sınırlayan ruhu olduğu gibi kaldı.
26, 27 ve 28’inci maddelerinde de düşünce ve basın özgürlüğü tüm öğeleriyle kısıtlandı. Sonraları sıkça değiştirilmesine karşın Anayasa’da, İletişim işletmelerinin kurulmasını izne bağlama kapısı hâlâ açıktır (26’ncı madde); „Milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, genel ahlâk, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, Devlet sırrı“ gibi gerekçelerle düşünce özgürlüğünün kısıtlanabileceğinden söz edilmektedir (26 ve 28’nci maddeler); „Gecikmesinde sakınca“ gerekçesiyle mahkeme kararı olmaksızın „yetkili merci“ tarafından dağıtımın önlenebileceği, dağıtılmışsa toplatılabileceği öngörülmektedir (28’inci madde).
12 Eylül darbesi, adını açıkça belirtmeden, Kürtçe’yi ana dil olarak yasaklayan bir kanun çıkarmıştı. Kanun 1991 yılında yürürlükten kaldırıldıysa da, „Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz“ ifadesi Anayasa’da beş yıl öncesine değin yerli yerindeydi. (26’ncı madde).
Basın yasası da Anayasa’ya uyduruldu. Asıl maddelerinde değişiklik yapılarak, düşünce suçu olarak bilinen fiillerden hüküm giyenlerin gazetecilik yapması yasaklandı. Eklenen maddelerle de idareye ve savcılıklara mahkeme kararı olmaksızın dağıtımı durdurma ve toplatma, düşünce, haber ve bilgi dolaşımını daha basım aşamasındayken durdurma yetkisi verildi.
Düşünce ve basın özgürlüğüne yüzde yüz aykırı anayasal hükümler başka yasalarla da destekleniyordu. İstanbul Üniversitesi’nden Semih Gemalmaz ve Marmara Üniversitesi’nden Osman Doğru’nun Basın Konseyi için yaptıkları derlemeye göre, 151 yasanın 950 dolayında hükmü düşünce ve basın özgürlüğünü sınırlayıcı niteliktedir. Sadece derleme yaptıklarını belirten araştırmacılara göre, „Özgürlüklere asıl rengini 12 Eylül düzenlemeleri verdi.“[13]
Özgürlüklere asıl rengini veren 12 Eylül Anayasası hâlâ yürürlüktedir. Ne 1995 yılında yapılan değişiklikler Anayasa’nın faşizan ruhunu eksiltebildi ne de AB’ye uyum sürecinde yapılan değişiklikler. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sansür, Anayasa ile düzenlenmiş olmanın yanı sıra medya-iktidar bütünleşmesi, medyada tekelleşme, ekonomik yaptırımlar, yasalarda 950’yi aşkın madde, gazetecilerin örgütsüzlüğü ve gazetecilerin içselleştirdikleri otosansür ile daha da ağırlaşmış olarak sürmektedir.
Aralarında Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin de bulunduğu 15 gazeteci örgütünün Başbakan Erdoğan’a gönderdikleri ortak mektupta ise, yasanın medyayı ilgilendiren 29 maddesinin basın özgürlüğünü kısıtlayıcı olduğu belirtilmişti:
İntihar (m.84), Haberleşmenin engellenmesi (m.124), Hakaret (m.125), Kişinin hatırasına hakaret (m.130), Haberleşmenin gizliliğini ihlâl (m.132), Kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması (m.133), Özel hayatın gizliliğini ihlâl (m.134), Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit (m.213), Suç işlemeye tahrik (m.214), Suçu ve suçluyu övme (m.215), Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama (m.216), Kanunlara uymamaya tahrik (m.217), Suç işlemek amacıyla örgüt kurma (m.220), Müstehcenlik (m.226), Fiyatları etkileme (m.237), İftira (m.267), Etkin pişmanlık (m.269), Yargı görevi yapanı etkileme (m.277), Gizliliğin ihlâli (m.285), Ses veya görüntülerin kayda alınması (m.286), Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs (m.288), Hak kullanımı ve beslenmeyi engelleme (m.298), Cumhurbaşkanına hakaret (m.299), Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama (m.301), Devlete karşı savaşa tahrik (m.304), Temel milli yararlara karşı hareket (m.305), Halkı askerlikten soğutma (m.318), Savaşta yalan haber yayma (m.323), Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama (m. 329),
Evet TCK 301 düşünce özgürlüğünün cellâdıdır… Anayasa ve yasalar düşünce bilim ve basın özgürlüğünü boğan maddelerle doludur. Resmi ideolojinin muhafızları, düşünce ve basın özgürlüğünü kısıtlamak için değişen koşullara göre farklı yasa maddelerini kılıç gibi sallamaktadırlar. 1990’a kadar sallanan kılıç, 141, 142 ve 163’üncü maddelerdi. Turgut Özal tarafından çıkarılan Terörle Mücadele Yasası ile 424, 425 ve 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler, (Sansür ve Sürgün Kararnameleri), 1990’lı yıllarda „özgürlüklerin demir kafesi“ oldu. Resmi ideoloji muhafızları ve tutsağı yığınlar şu dönemde en çok Türklüğü ve bazı devlet kurumlarının aşağılanmasını suç sayan TCK 301’inci maddeye itibar ediyorlar.
301’inci madde, hakareti değil, özünde eleştiriyi, yani fikir açıklamayı suç saymaktadır. Maddenin son fıkrasında yer alan „Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz“ ifadesi, maddenin öteki fıkralarıyla çelişmektedir. Maddenin son fıkrası uygulanırsa, önceki fıkraları uygulanamaz; önceki fıkralar uygulanırsa son fıkrası uygulanamaz. Herhâlde, yasa koyucu bu maddeyi getirirken eleştiriyi cezalandırdığını fark etmiş ve uygulamada bir faciaya meydan vermemek için „Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz“ hükmünü maddenin sonuna eklemek ihtiyacı duymuş olmalıdır.
Böylesi bir görüntünün orta yerinde Ceza Yasası’nın (TCK) 301. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) gündemindeyken; Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 301. maddesinden yargılama iznini verirken, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarını esas aldığından söz edip ekliyor: „Temel Demirer’i hedef göstermedim“!
Çifte standartlı Adalet Bakanı’nın icraatlarının da ortaya koyduğu üzere gerçek(ler), kesinlikle böyle değil…[14]
ÇİFTE STANDART
„Adalet evrenin ruhudur.“[15]
TCK 301 maddesinin anti-demokratik niteliği yanında Adalet Bakanı tarafından uygulanışı da keyfi bir çifte standartlılıktan malûldür!
Örneğin „301. Madde İzninde Çifte Standart“ başlıklı bir gazete haberine göre, „İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV) Genel Başkanı Mehmet Pamak ve Öğretmen-Sen Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi’nin hakkında 301. maddeye muhalefetten açılan dava, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin yargılamaya izin vermediği için düştü.“
Buna şunu da eklemek gerek: Adalet bakanının 301’den yargılanmasına izin vermediği sendikacı Tanrıverdi: „İhbarcımız o, bıraksın yargılanalım“ dedi. Tanrıverdi’nin bir toplantı konuşması TV’de yayınlanmış, Şahin bağlanıp „Atatürk’e hakaretin gereği yapılacak“ demişti…
Yani Adalet Bakanı „ihbar ettiği“ni, yargılatmadı! Burada Pamak ve Tanrıverdi’nin düşünce ve ifade özgürlüğü açısından yargılanmamalarının bir olumluluk olduğunun altını çizerken, Adalet Bakanı’nın acınası adaletsizliğine dikkat çekmek dışında hiçbir kastım yok…
Kaldı ki TCK 301 davasının düşmesi üzerine Özgür Eğitim Sen Başkanı Yusuf Tanrıverdi yaptığı basın açıklamasında, Adalet Bakanı M. Ali Şahin’in özür dilemesi gerektiğini yoksa yargılanmak istediğini açıklamıştır!
Bir diğer noktaya gelince, AİHM karar ve ictihatlarına göre karar verdiğini söyleyen Adalet Bakanı’na anımsatmadan geçmeyelim:
Adalet Bakanı Şahin’in „ben devletime katil dedirtmem“ çıkışı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararıyla da çatışmaktadır. AİHM, ülkesindeki faili meçhul cinayetlerin arkasında devletin olduğunu savunduğu için cezalandırılan İspanyol Senatör Miguel Castells kararını, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmişti. Türkiye’de de Adalet Bakanlığı web sitesine alınan, dolayısıyla hâkim-savcıların dikkatine sunulan „Castells kararı“ düşünce davalarında en sık atıf yapılan kararlar arasında yer alıyor.
Bask bölgesindeki faili meçhul cinayetlerin arkasında devletin bulunduğunu savunan Castells „hükümetin manevi şahsiyetine hakaret“ suçundan yargılanıp bir yıl hapse mahkûm edilince AİHM’ne başvurmuş, AİHM de AİHS’nin 10. maddesindeki ifade özgürlüğünün ihlâl edildiğine hükmedip İspanya’yı mahkûm etmişti.
Ayrıca Tunceli’de 2007 yılında „katil devlet hesap verecek“ sloganı attıkları için 301’den dava açılan altı kişi hakkında AİHM“in eleştiri özgürlüğü kararlarına gönderme yapılarak beraat verilmişti.
Bakan’ın bunlardan habersiz olması mümkün mü? Elbette değil!
BAKAN’IN „TEHDİT“İ
„Eğer yürüdüğünüz yolda
güçlük ve engel yoksa,
bilin ki o yol sizi
bir yere ulaştırmaz.“[16]
Evet, keyfi bir çifte standartlılıktan malûl uygulamaları yanında Adalet Bakanı beni tehdit etmiştir!
Örneğin Adalet Bakanı ‚Akşam‘ gazetesinden İsmail Küçükkaya ile sipariş röportajında, „Bu memleketi sokakta mı bulduk?“ sözleriyle, „devlete katil dedirmeyeceği“ni vurgulayarak, beni hedef göstermektedir!
Bir Adalet Bakanı bunu yapamaz; eğer yapar ise, Adalet Bakanı olarak nitelenmez!
Bu tutum, olsa olsa, astığı astık, kestiği kestik bir Osmanlı sadrazamına yakışır!
Tam da bu noktada, „Bir ülkenin Adalet Bakanı bu kadar korkunç ve ayıp bir söz edebilir mi?“ sorusu, „Demirer duruşmasını Adalet Bakanı yaptı ve bitirdi“ saptamasıyla Erol Önderoğlu ekliyor: „301’e önce Bakanlık izni getirdiler şimdi de Bakan Şahin, mahkemeye ne yönde karar vereceğini dikte ediyor. Önerimiz, mahkemenin gerekçeli kararını da Bakan Şahin yazsın, tam olsun!“
Evet, evet Bakan bu tutumuyla hakkımda „Katli Vaciptir“ fetvası çıkararak, mahkemelerin (hukukun) bağımsızlığını zedeliyor, hüküm konusunda yol gösteriyor!
„301 DAVASI“NA VE „BAKAN’IN TEHDİTİ“NE KARŞI TEPKİLER
„İnsanlığa olan güveninizi hiç kaybetmemelisiniz.
Çünkü insanlık bir okyanustur;
okyanusa damlayan birkaç damla onu kirletmez.“ [17]
„Bakan’ın Tehditi“ne ve „301 Davası“na karşı ummadığım kadar çok ve siyasal yelpazenin sağından soluna dek uzanan olumlu tepkiler de boy verdi…
Örneğin tepkilerden birisi, „Bakan’a istifa çağrısı, istifaya yanaşmaması durumunda görevden alınması“ talebidir…
Bunun yanısıra, medyada Adalet Bakanı’na ilişkin „sert“ eleştiriler yer almıştır.
Örneğin Kürşat Bumin, Adalet Bakanı’nın tutumunu „XVI. Louis’nin“ tavrına benzetirken; Oral Çalışlar da, Adalet Bakanı’nın „Devletçi Dil“ ve tutumunun nasıl anti-demokratik olduğuna dikkat çekmektedir!
Yine Ergun Babahan, Adalet Bakanı’nın tutumunun „Tarafsız yargılamaya müdahale“ olduğunu belirtirken İngiltere’den Ali Keskin de aynı görüşü paylaşıyor…
İHD Genel Merkezi ile Ankara İHD ve İnsan Hakları Ortak Platformu, Adalet Bakanı’nın açıklamalarından ötürü „can güvenliğimin tehdit altında“ olduğunu vurguluyor…
Mehmet Ali Birand, Erkan Goloğlu Adalet Bakanı’nın tutumunun yanlış ve keyfi olduğunu söylüyor…
27 Kasım 2008 tarihli Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, 23. Dönem 3. Yasama Yılı, 23. Birleşimi’nde Akın Birdal, Bakan Şahin’in „Devletime Katil Dedirtmem“, söylemine eleştirilerini dile getirdi…
A. Cihan Soylu, Demiray Oral, Mesud Tek, Cengiz Gündoğdu, Hüsnü Öndül, „Devlet“ konusunda Adalet Bakanı’nın ve TCK 301’in çelişki ve sıkıntılarını ortaya koydular…
Bunların yanında Adana ‚Düşünceye Özgürlük İçin Hukukçular Girişimi’nin „Düşünce ve İfade Özgürlüğüme Dokunma! Görüyorum, Duyuyorum, Konuşacağım!“ başlıklı açıklamasının altına imza koyan (Adana-Hatay-Mersin Barosu’ndan) 52 avukat 21 Kasım 2008 tarihinde Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na, Adalet Bakanı hakkında suç duyurusu’nda bulundu…
Davama gösterilen ilgi beni (niye inkâr edeyim ki?) sevindiriyor…
Davanın yankıları giderek, uluslararası boyutlar kazanıyor…
Örneğin AB, ‚İlerleme Raporu’nda, „301. maddenin değiştirilip, dava açma yetkisi Adalet Bakanı’na verilince yargılamalar azaldı. Ancak, Adalet Bakanı’nın bazı ‚yargılansın‘ kararları tartışma konusu oldu,“[18] haberinde sözü edilen „bazı“ kararlardan ilki benim davama ilişkin olandı.
Devam edersek: Avrupa Parlamentosu Üyesi Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, „Komisyon, Adalet Bakanlığı’nın onayladığı tam 37 vaka saydı. Ne kadar acı verici ki, bunlardan birisi de Hrant Dink’in cenazesinde Temel Demirer’in yaptığı konuşma ile ilgili. Demirer’e göre, Dink’in öldürülme sebebi, 1915’teki olayları ’soykırım‘ olarak tanımlamasıydı. Demirer’e ekleme yapmam gerekirse, Dink aynı zamanda ‚301. maddenin de kurbanı‘ oldu,“[19] dedi…
Human Rights Watch Başkanı Kenneth Roth, Adalet Bakanı’yla yaptığı görüşmede, benim davamdan söz etti. Konu yaklaşık 15 dakika tartışıldı…
„DAVA“ VE „TEHDİT“ KONUSUNDA TAVRIM
„Şansın yok,
bunu kullan!“[20]
Evet, evet davama gösterilen ilgi beni (niye inkâr edeyim ki?) sevindiriyorken; „Dava“ ve „Adalet Bakanı’nın tehdidi“ konusunda tavrım hep aynı kalıyor. Yani meseleyi bir özgürlük ve insan olmak sorumluluğu ekseninde ele alıyorum.
Dediklerimin arkasındayım ve düşüncelerimden ötürü „cezalandırılmak“tan da korkmuyorum…
Çünkü Konfuçyüs’ün, „Bir şeyin haklı olduğunu bildiğin hâlde, o şeyden yana çıkmazsan, korkaksın demektir“; Schiller’in, „Kimseden korkmayan kişi, herkesi korkutan kişi kadar güçlüdür“; F. D. Roosevelt’in, „Korkacağımız tek şey korku olmalıdır“; Emerson’un, „Korku, bilgisizlikten doğar,“ sözlerinin bilincindeyim…
Kaldı ki yanlış bir şey yapmadım; yaptıklarım da „suç“ falan değil…
Ayrıca Bovee’nin, „Dünyada her şey yıkılsa bile, gelecek yerinde durur,“ sözünü unutmadan; yargılamaya ilişkin „şansım yoksa“ da bunu kullanmaya çalışıyorum…
„Kanun“ deyince W.H.Auden’in dizeleri kulağımda çınlarken;[21] bir Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılanmayı anımsıyorum:
„Erken öten güzel horoz/ Öt söküp giden gecede bir daha./ İnlesin sessizlik,/ Korku girsin yüreğine karanlıkta çalanların/ Öt ki karadağlar allana/ Yiğitlerin amacına yollana./ (…)/ Erken öten horozun başı kesilirmiş/ Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile/ Her çağda her yüzyılda her gün/ senin altın sesindir getiren ışığımızı/ Öt ki karadağlar allana/ Aç eller tok tarlalara çullana,“ dizelerinden ötürü yargılanan bir şairdir…
Şair şiirinin savunmasını yine şiirle yapar: „(…)/ Savcı nedir düşündün mü,/ Bıçakları uçlu kılan?/ Bir eski hak alınmamış, bir dere kar sorulmamış,/ Şunun bunun alın teri,/ Alınları taçlı kılan.// Savcı nedir düşündün mü?/ Yazıları suçlu kılan?/ Usla, yürekle, büyümüş, gündüzler geceye karşı, ama nedir çağlar üzre,/ Beni senden güçlü kılan?“
Birinci şiirin adı ‚Horoz‘, İkinci şiirin adı ‚Savcı’…
Şairin adı da Fazıl Hüsnü Dağlarca…
Nereden nereye? Değil mi?
HUKUK (MU?)
„Yalnız güç tarafından
desteklenen güç,
titremeye mahkûmdur.“ [22]
Evet, akıp geçen hayat içerinde, her şey dinamik bir biçimde yeniden biçimlenirken, hukuk konusunda da hassas olmakta ve Halil Cibran’ın, „Güneşe arkanı dönersen, ancak kendi gölgeni görürsün,“ sözünü anımsamakta çok büyük yarar var…
„Şimdi, hükümet ve ‚Yasama‘ çoğunluğunun, özellikle de ‚iyi ki azınlıklar atılmış da milli devlet olmuşuz’… Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ‚düşüncemi açıkça söylemekten korkuyorum‘ dediği bir ülke olur mu?“[23] demeyin; olur!
Çünkü Ersin Tokgöz’ün ifadesiyle, „Gerçek adaletin, komik olmayan hukukun“[24] hepimize, her zamankinden daha fazla lazım olduğu kesite damgasını vuran, hâlâ (ne yazıktır ki), hukukun kendi kurallarını dahi ihlâl etmesi keyfiliğidir![25]
Örneğin „Güler yüzlü Franco’lar“a dikkat çeken Rıza Türmen, „Temel koşul, tarafsızlıktır,“[26] derken; Osman Can da ekliyor: „Darbelerle yaratılan ‚şey‘ yeni bir İttihatçılık veya ‚Güleryüzlü Frankoculuk’tan başka bir şey değil ve eşit yurttaşın eşit yönetimini amaçlayan Cumhuriyet’in değerleriyle herhangi bir ilgisi de yok“tur![27]
Bir çok alanda olduğu gibi „hukuk“da da durum, bu mu? Ne yazık ki „Evet“!
İşte birkaç „sıradan“ örnek…
* Eyleme katıldığı için tutuklanan H. Ö.’nün okuma yazması yok. Ama aleyhindeki deliller şöyle: Yasadışı kitap, broşür, dergi…[28]
* Küçük kıza cinsel tacizden tutuklu bulunan Vakit yazarı Üzmez’in tahliye edilmesini sağlayan Adli Tıp, daha önce de işkenceci polisleri kurtarmış…[29]
* Avcılar’da arkadaşlarıyla oturduğu parkta tartıştığı iki çocuk babası Feyzullah Ete’nin kalbine tekme atarak ölümüne neden olduğu öne sürülen polis Ali Mutlu, bir yıl sonra Bakırköy 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nce tahliye edildi…[30]
* Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitiren Salih Sevinel’in ölümünde ihmalleri olduğu gerekçesiyle yargılanan bir doktor ile 7 gardiyan beraat etti. Cezaevi görevlileri, Sevinel’e kalp krizi geçirdiği sırada müdahale etmedikleri için yargılanıyordu…[31]
* Alkollü araç kullanırken yaptığı kazada Hasan Yetiş’i öldüren İncirlik görevlisi ABD’li subay Sean Richard Lovest, kazada ‚8‘de 8 kusurlu‘ bulunduğu hâlde hakkında verilen karar Adana 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 18 bin YTL para cezasına çevrildi…[32]
* Beyoğlu’nda kimlik sorgusunda polisle tartışan ardından Beyoğlu Karakolu’nda da darp edilen (polise göre kendilerini darp eden) Meltem Tekin ile arkadaşı E.Y.’ye ibretlik bir dava açıldı. İki genç kadına sanık polislerin tutanağı doğrultusunda, karakolun sandalyesini kırdıkları iddiasıyla üç yıl, görev yaptırmamak için direnme suçundan iki yıl ve hakaretten üç yıl olmak üzere toplam sekiz yıla kadar hapis cezası istendi… Aynı olayla ilgili olarak karakolda görevli sekiz polis hakkındaysa; „zor kullanma yetkisini aşmaktan“ altı yıla kadar hapis talep edildi…[33]
* Yargıtay İzmir’de gözaltında ölen Alpaslan Yelden’in ile ilgili açılan dava sonucu ceza alan 8 polisin mahkûmiyet kararını „işkence delili yok“ diyerek bozdu…[34]
* 6 Mayıs’ta Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma etkinliği düzenleyen Yurtsever Cephe üyeleri „Suçu ve suçluyu övmek“le suçlanıyorlar…[35]
* Taş atıp lastik yakan çocuklara 25’şer yıl hapis istemi…[36]
* Şair Şükrü Erbaş’ın da aralarında bulunduğu 14 kişi, DEHAP’ın Manavgat seçim bürosunun açılışında „Türkçeden başka dil konuşarak, seçim yasaklarını ihlâl ettikleri“ gerekçesiyle 9’ar ay hapis cezasına çarptırıldı. Sanıkların avukatı Münip Ermiş, Erbaş ve 6 arkadaşının olay günü Manavgat’ta bulunmadıklarını ve hiçbirinin Kürtçe bilmediğini açıkladı…[37]
„Hukuk“da durum bu;[38] görüldüğü üzere birincil ve yegâne kaynağı olması gereken „vicdan“ı zorlayan, zorlamak ne kelime, yerle bir eden hükümler, birbirini izliyor. Tıpkı davama konu olan Hrant Dink kardeşimin katlini izleyen gelişmelerde olduğu gibi…
HRANT’IN KATLİ
„Kavramak için görmek,
görmek için de
dikkatle bakmak gerek.“[39]
Hrant Dink’in katli, resmi ideoloji (ve resmi tarih) ve „Ermeni Sorunu“yla doğrudan ilişkilidir. Kimse bu gerçeği ve her gün daha fazla ortaya çıkan kanıtları[40] ve benim yargılanmamın da bu konulardan bağımsız olmadığını „es“ geçmesin…
Bunun yanında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, „Ermenilerden Özür Dileme“ kampanyası ile ilgili yapılan suç duyurusuna ilişkin olarak, kampanyanın „Türk milletini alenen aşağılama“ suçu kapsamına girmediğine karar verip, „Demokrasi karşıt görüşlere açıktır,“ ifadesi kullanıldığı[41] da unutulmadan; Hrant’in Dink’in katline ilişkin „Ermeni Sorunu“ ile „Katil kim?“ sorularına yanıt aranmalıdır…
Ahmet İnsel, „Dink cinayetinde devletin sorumluluğu“na[42] dikkat çekerken; işte Hrant’ın katli konusunda somut veriler, belgeler…[43]
TBMM İnsan Hakları Komisyonu Raporu: „İdari makamların bu tür bir riski bilebilecek olmalarına rağmen, her kademedeki sorumluların ihmali sonucunda tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirleri almadığından tehlikenin gerçekleşmiş olduğu ve Hrant Dink adlı vatandaşımızın yaşamını yitirmiş olduğu…“
Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporu: „Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü’nün Hrant Dink cinayetinden yaklaşık bir yıl önce elde ettiği istihbari bilgileri… İstanbul Emniyet Müdürlüğünü ve İstihbarat Daire Başkanlığı’nı bilgilendirmesi gerekirken bu görev ve sorumluluğunu yerine getirmediği…“
„İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nce Hrant Dink’in korunması konusunun değerlendirilmeye alınması yönünde herhangi bir girişimde bulunulmayarak görevin ifasında gerekli hassasiyetin gösterilmediği…“[44]
Ve nihayet „Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporunun 30 sayfalık sonuç bölümünde özetle „Bu cinayet önlenebilirdi“ denildi, ihmali bulunanlar hakkında yeniden soruşturma açılması istendi.“[45]
Deniz Kavukçuoğlu’na göre de, „Türkiye’de halk arasında ‚bu memlekette devletin haberdar olmadığı hiçbir şey yapılmaz‘ söylemiyle özetlenen yaygın bir kanı vardır. Nitekim bu yaygın kanının hiç de yersiz olmadığını Hrant Dink’in katlinden bu yana karşılaştığımız somut örneklerde gördük. Ve anladık ki, öldürülmeden bir yıl önce onun bir cinayete kurban gideceği resmi makamlara bildirilmiş; üstelik bildiren de bildirilen makam da belliymiş, fakat hiçbir önlem alınmamış, bu cinayet işlenmesin diye hiçbir şey yapılmamış…“[46]
Yani „Hrant Dink’in önceden istihbarat alınmasına rağmen jandarma ve polisin ağır ihmali sonucu öldürüldüğü Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından da tespit edildi…“[47]
Evet, evet,[48] „Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporuna göre Trabzon Emniyeti Ogün Samast’ı biliyormuş“…[49]
„Dink cinayetinde polis her taşın altında çıkıyor“ken;[50] „Dink Davasında Ergenekon izi“[51] sürülüyormuş…
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Dink cinayetiyle ilgili açıkladığı rapora göre, muhbir tutuklu sanık Erhan Tuncel, cinayetten önce tetikçi Ogün Samast’ın adını vermişti. Yani, Trabzon Emniyet Müdürlüğü, Dink’in öldürüleceğini bildiği gibi katili de biliyordu.[52]
„Raporda, istihbarat bilgisi olmasına karşın jandarma ve polisin gerekli önlemleri almadığına da dikkat çekildi…“[53]
Bu çerçevede Başbakan Tayyip Erdoğan, gazeteci Hrant Dink cinayetinde görevlerini ihmal ettikleri gerekçesiyle Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek ile İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer hakkında „görevi ihmal“den incelenmeleri için onay verdi![54]
Gerçekten de „Dink ailesinin avukatları[55] Çetin ve Tuna’nın hazırladığı değerlendirmede, MİT, jandarma ve emniyetin, Hrant Dink’in öldürüleceğini bilmelerine rağmen onu korumamak ve önlem almamak konusunda uyum içinde hareket ettikleri kaydediliyor.“[56]
Toparlarsak: „Dink’in ölümü Gabriel Garcia Marquez’in ‚Kırmızı Pazartesi‘ romanını andırır.
Orada öldürüleceği bilinen bir adam vardır. Herkes bilir olacakları kimse konuşmaz; olan olur.
Hrant Dink cinayeti de aynı şekildeydi. Öldürüleceği konusundaki bilgiler Trabzon Jandarma İl Komutanlığı’na Temmuz 2006’da, Yasin Hayal’in eniştesi Coşkun İğci tarafından bildirilmişti.
Ondan da bir beş ay önce, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne Erhan Tuncel’den gelen bilgi Hrant Dink’e suikast yapılacağı yönündeydi.
Bizzat Hrant Dink’in kendisi tehditler aldığını, öldürüleceği yolunda duyumları olduğunu bildirmişti İstanbul Valiliği’ne.
İstanbul Valililiği, bir vali muavini ile MİT görevlisi olduğu ileri sürülen iki nasihatçi aracılığıyla Hrant Dink’e nasihatlerde bulunmuş, ama kendisini korumak için kılını bile kıpırdatmamıştı.
Öyle bir olayla karşı karşıyayız ki, olacağını, Trabzon İl Jandarma Komutanlığı, Trabzon Emniyeti, Emniyet Genel Müdürlüğü, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İstanbul Valiliği biliyor. Gel de ‚Kırmızı Pazartesi’ye benzetme!
Hani bütün bunlardan sonra, Hrant Dink’in mezar taşına TC’ye hitaben, şöyle bir ibare yazılsa, kimsenin söyleyecek sözü olamaz:
‚Vurulacağız dedik/ Vurulacağız dedik/ Aldırmadınız/ Ne oldu?‘
Tabii biz de, baskısını bu dünyayla sınırlı tutmayıp öbür dünyaya da teşmil eden devlet otoriterdir, böyle bir mezar taşına müsaade etmez.
Oysa Hrant Dink cinayetinden, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sorumludur, tıpkı kimi başka cinayetlerden sorumlu olduğu gibi…“[57]
Evet, her şey Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar’ın, NTV’nin Haber Merkezi programında Oğuz Haksever’in, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti ile ilgili raporuna ilişkin sorularını 14 Kasım 2008 tarihinde yanıtladığı üzeredir:
„Kurul’un raporunda son derece ciddi iddialar var. Bürokraside emniyette ve jandarmada bu cinayeti önlemeyen, önlemekte ihmal gösteren kişilerin, görevlilerin varlığına işaret ediliyor. Bu raporun akıbetinin Susurluk raporuna dönmemesi gerekiyor. Ancak ‚döner mi?‘ sorusuna bugün sizin verdiğiniz bir haberle bağlantılı olarak biraz daha umutsuz bir cevap verebilirim.
AKP Yozgat milletvekili Abdülkadir Akgül ne diyor dün? ‚Devletime ve milletime karşı gelenleri elbette vurmaktan hoşlanacağım‘ diyor ve bugün de bunu tekrar ediyor. Bu şu anlama geliyor: ‚Ben devlet için, millet için bir cinayet işlemişse onu koruyabilirim‘ anlamına gelir. (…) Başbakanlık Teftiş Kurulu tespiti cinayetin başından bu yana ortaya serilen bütün şüpheleri doğrulayan bir rapordur…“
„SONUÇ YERİNE“
„Değişmez kural,
değişmez kuralın
olmayacağıdır.“[58]
Çok şey değişti; daha da değişecek…
Bu dava da, söz konusu değişimin bir parçasıdır; ve „Hrant’ın katil(ler)i kim?“, „Nedeni („Ermeni Sorunu“) ne?“ soru(n)ları haricinde ele alınamaz…
O hâlde davam bu temelde ele alınmalıdır…
Ben bu soru(n)lar konusundaki düşüncelerimi ifade ettiğim için yargılanıyorum!
Kolay mı? Paul Valery’nin, „Düşünür; yeniden düşünen ve şimdiye kadar üzerinde düşünülmüş şeylerin asla yeterince düşünülmemiş olduğu kanısına varan kimsedir,“ saptamasına değer veren ve Hrant’a[59] „Kardeşim“ diyen birisi olarak, makamınızdan talebim; T.C. Ankara 4. İdare Mahkemesi, 13 Ocak 2009 tarihli kararının iptalidir…
28 Ocak 2009 16:07:18, Ankara.
N O T L A R
[*] Ankara Bölge İdare Mahkemesi Başkanlığı’na sunulmak üzere Ankara 4. İdare Mahkemesi’nin 13 Ocak 2009 tarih ve 2008/1922 E. Sayılı „Yürütmenin Durdurulması Talebinin Reddine“ ilişkin kararın kaldırılması itiraz başvurusu…
[1 Ian E. Wilson.
[2] Sigmund Freud.
[3] Aristoteles.
[4] Jeanne Roland.
[5] AİHM Kararı, Barberà, Messeguè ve Jabardo davası, 6 Aralık 1988, series A, vol. 146, para. 77
[6] AİHM Kararı, Allenet de Ribenot davası, 10 Şubat 1995, series A, vol. 308, para. 31-37
[7] Metin Feyzioğlu, „Korkuya Sevk Etmemeli“, Cumhuriyet, 22 Ocak 2009, s.7.
[8] Seneca.
[9] Ayşe Sayın, „Soruşturmalar Hız Kesmedi“, Cumhuriyet, 14 Aralık 2008, s.5.
[10] Eskişehir’de ‚Hayata Dönüş‘ operasyonunu eleştiren bildiri dağıtan 10 üniversiteli hakkında 301. maddeden dava açıldı
Eskişehir’de ‚Hayata Dönüş‘ operasyonunun yıldönümünde dağıttıkları bildiri yüzünden 10 üniversiteli hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesine göre ‚devleti, hükümeti, devletin yargı organlarını ve emniyet güçlerini aşağılamak‘ suçlamasıyla açılan davaya, Adalet Bakanlığı izin verdi.
Eskişehir’de geçen yıl 28 Aralık’ta 10 üniversiteli genç, 2000’deki ‚Hayata Dönüş‘ operasyonu’nun yıldönümünde bildiri dağıtıyordu. Bildiride; operasyon kınanırken, ertesi gün yapacakları aynı konulu panele çağrıda bulunuyorlardı. Önce bir sataşma oldu. Ardından da „Kahrolsun PKK“ sloganı patladı. Yüzlerce kişi etraflarını sarmıştı… Linç edilmek istenen gençler gözaltına alındı.
Polis, gençlerden çıkan, beş parti, bir dernek ve dört gençlik örgütünün imza koyduğu bildirileri soruşturma dosyasına koyup Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Savcılığa göre bildiride açlık grevleri ve açlık grevlerine katılanlar övülüyor, bu kişiler için „Ölüm orucu direnişinde ölümsüzleştiler“ deniliyordu. ‚Hayata Dönüş‘ için „Katliam“ denilirken, cezaevlerine yönelik yaptırımlar, „Sömürü politikasının artırılması için getirilmiş tecrit ve sansür“ diye eleştiriliyordu. Savcılık için, bu ve benzeri ifadeler, ‚hükümeti ve güvenlik güçlerini aşağılamak, suçu ve suçluyu övmek‘ demekti. Gençler hakkında TCK’nin 301. ve 215. maddelerinden dava açarken; gençlerin, linç girişimi yönündeki iddialarını kapsam dışı bıraktı. Eskişehir 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nde 17 Mart 2008’de görülen ilk duruşmadan sonra 301. maddede değişiklik yapılarak, dava açma yetkisi Adalet Bakanlığı’nın iznine bağlanınca dosya bakanlığa gönderildi.
Bakanlığın yanıtı, 19 Kasım’da görülecek duruşmadan önce dosyaya ulaştı. Bakanlık; bildiride yer alan ifadelerin bire bir, 301. maddenin 1. ve 2. bentlerinde düzenlenmiş, ‚Türkiye Cumhuriyeti hükümetini, devletin yargı organlarını, askeri ve emniyet teşkilâtını alenen aşağılama‘ suçunu oluşturmadığını belirtirken; asıl suçun, 4. bende göre işlendiğini savundu. „İfadeler bir bütün hâlinde Türkiye Cumhuriyeti devletini alenen aşağılama suçunu oluşturduğunu“ düşünen bakanlık, yargılamaya izin verdi. (İsmail Saymaz, „Öğrenci Eylemi İçin 301’den Yargılama İzni“, Radikal, 15 Kasım 2008, s.7.)
[11] Bkz: „Siyasi Özgürlükler Dünya Çapında Gitgide Azalıyor“, Taraf, 14 Ocak 2009, s.2.
[12] Ahmet Cemal, „Eleştirel Düşünmenin Dayanılmaz Ağırlığı (3)“, Cumhuriyet, 4 Aralık 2008, s.13.
[13] Semih Gemalmaz-Osman Doğru, Türkiye’de Basın Özgürlüğü Mevzuatı, İstanbul, 1990, s.9.
[14] Bkz: „TCK’nın 301. Maddesine ‚Yeni Makyaj’…“, Sorun Polemik, No:30, Mart 2008, s.3; „Bakan Şahin’e 301 Sorusu“, Cumhuriyet, 4 Aralık 2008, s.5.
[15] Ömer Hayyam.
[16] B. Shaw.
[17] Budha.
[18] Deniz Zeyrek, „Avrupa Birliği Yolunda ‚Gerileme Devri’…“, Radikal, 13 Aralık 2008, s.8.
[19] Joost Lagendijk, „2008 İlerleme Raporu: Önemli Olmak Yetmez!“, 6 Kasım 2008, http://www.taraf.com.tr/haber/20791.htm
[20] Che Guevara.
[21] „Kanun nedir diye sorsan bahçıvana/ Güneştir der sana/ Güneştir benim efendim/ Oldum bittim./
Celallenir yatalak dede,/ Kanun eskilerin hikmetidir diye/ Üste çıkar büyük oğlan, ne demek/ Kanun demek gençlik demek./
Hoca efendi alır önüne cahilleri/ Kanun diye başlar vaaz/ Kanun kitabın söylediği/ Kanun namaz niyaz./
Kanun der hâkim burnu havada/ Açık açık teker teker konuşur/ Kanun… hani anlatmıştım ya/ Kanun… bilirsiniz a canım/ Kanun… bakın anlatayım bir daha/ Kanun kanundur./
Ötede kanun sayar bilgini dinlersin/ Kanun ne yanlışmış ne doğruymuş dersin/ Kanun şu yerde şu vakit cezalanan/ Cinayetlermiş dersin/ Kanun her yerde her an/ Kanun sabah şerifler hayırlı olsun/ Allah rahatlık versin./
Kimi der ki kanun alınyazısı/ O bizim devletimizdir der bazısı/ Kimi şöyle der kimi böyle/ Kanun nedir ki/ Kanun… uçtu gitti!.. (W.H.Auden, „Kanun“, çev: Melih Cevdet Anday.)
[22] Kossuth.
[23] Umur Talu, „… ‚İnsan Hakları‘ Biraz Böyle de Bir Şey!“, Sabah, 12 Kasım 2008, s.18.
[24] Ersin Tokgöz, „Metin Göktepe’den Engin Çeber’e Bitmeyen Dava!“, Radikal, 26 Ocak 2009, s.2.
[25] Konuya ilişkin olarak bkz: Rıza Türmen, „Yargıçların Yalnızlığı ve Adil Yargılama Hakkı“, Milliyet, 24 Ekim 2008, s.18; Kamil Tekin Sürek, „Adaletin Bu mu?“, Evrensel, 18 Kasım 2008, s.5; Adnan Küçük, „Asıl Sorun Yargının Siyasallaşması“, Birgün, 30 Aralık 2008, s.16; „Yargı Adil mi Diye Soran Yok“, Alternatif, 9 Eylül 2008, s.5; Erdal Şafak, „Yargı ve Reform“, Sabah, 9 Eylül 2008, s.5; Gürsu Kunt, „Yargı Bağımsızlığı Zedelendi“, Cumhuriyet, 26 Ocak 2009, s.5; Hasan Celâl Güzel, „Yargıyı Yargılamak“, Radikal, 16 Ocak 2009, s.10; Hazal Zengingül, „Birliğin Kuruluşunda ve Gelişmesinde Yargının Rolü“, Radikal, 18 Kasım 2008, s.13; Hazal Zengingül, „Büyük Demokrasilerde Yargı Saydam ve Etkin Olur“, Radikal, 19 Kasım 2008, s.11; Muammer Aydın, „Bir Hukuk Devletinde…“, Cumhuriyet, 21 Kasım 2008, s.2; „Leyla Zana’ya 10 Yıl Hapis“, Milliyet, 5 Aralık 2008, s.19; Özgür Cebe, „Leyla Zana’ya 10 Yıl Hapis“, Radikal, 5 Aralık 2008, s.7; Mesut Hasan Benli, „Ceplerindeki Bilye Örgüt Delili Oldu“, Radikal, 4 Aralık 2008, s.5; Ceren Saran, „Polislere 2, İşkence Gören Gençlere 10 Yıl“, Evrensel, 20 Aralık 2008, s.3; Bahri Karataş, „İşkence Davasına Yargıtay Beraati“, Hürriyet, 15 Kasım 2008, s.5.
[26] Rıza Türmen, „Güler Yüzlü Franco’lar“, Milliyet, 24 Kasım 2008, s.17.
[27] Osman Can, „Le Roi Est İmmortel, Vive Le Roi -II“, Radikal İki, 30 Kasım 2008, s.4.) Ayrıca bkz: Osman Can, „Le Roi Est İmmortel, Vive Le Roi -I“, Radikal İki, 23 Kasım 2008, s.1-4.
[28] İsmail Saymaz, „Okuma Bilmeyen Genç İçin Suç Delilleri: Kitap, Dergi…“, Radikal, 16 Kasım 2008, s.9.
[29] 14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu‘ iddiasıyla tutuklu yargılanan Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’i üç günde hazırladığı raporla ‚özgürlüğüne‘ kavuşturan Adli Tıp Kurumu’nun bir başka raporu Yargıtay’dan döndü.
Emniyet’te işkence ve cinsel tacize uğradığını ileri süren iki kadın hakkında 2002 ve 2003’te „Fiziksel ve ruhsal travma var“ yönünde beş rapor veren Adli Tıp Kurumu, 2007’de verdiği aksi yöndeki raporuyla sanık polisleri kurtarmıştı. Söz konusu Adli Tıp Genel Kurulu raporuna imza koyan üyelerden beşi Hüseyin Üzmez’i de kurtaranlar arasında.
İki genç kadın; ‚Y‘ ve ‚Ç‘, altı yıl önce PKK üyesi olduğu iddiasıyla 23 Eylül’de gözaltına alındı. İddiaya göre zanlılar İstanbul Emniyeti Terörle Mücadele Şubesi’nde çırılçıplak soyuldu, taciz edildi, makatlarına hortum sokulmaya çalışıldı, vücutlarına elektrik verildi. Bir polis, cinsel organını birine sürterken, çıplak hâlde diğerinin üzerine uzandı. (İsmail Saymaz, „Adli Kurtarma Kurumu!“, Radikal, 2 Kasım 2008, s.8.)
Vakit yazarı Üzmez tahliye edilirken Siirt’te mahkeme 1 kişiyi mahkûm etti. Şırnak’ta 12 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle Siirt Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan bir kişi 22 yıl hapisle cezalandırıldı. Sanığın can güvenliği nedeniyle Siirt Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan duruşmada sanık Abdullah Başçi hazır bulundu. Mütalaasını okuyan savcı sanığın mağdureye cinsel istismarda bulunduğunun anlaşıldığını ve mağdurenin olay sonrası ruh sağlığının bozulduğunu belirterek Başçi’nin Türk Ceza Yasası’nın ilgili maddelerince cezalandırılmasını istedi.
Mahkeme heyeti Başçi’nin, „nitelikli cinsel taciz“ suçundan 16, „hürriyeti tehdit“ suçundan da 6 yıl olmak üzere toplam 22 yıl hapisle cezalandırılmasına karar verdi. („Cinsel İstismara 22 Yıl Hapis“, Cumhuriyet, 7 Kasım 2008, s.7.)
„Üzmez’e tahliye yolunu açan raporun sahibi olan Adli Tıp 6. İhtisas Dairesi, 2007 yılında babasının (Y.K.) tacizine uğrayan kız (E.E.K.) için ‚Sağlığı bozulmuştur,‘ dedi; sanık 15 yıl ceza aldı“ (Bahri Karakaş, „Adli Tıp Benzer Tacizi Affetmemiş“, Radikal, 8 Kasım 2008, s.5.)
Bursa’nın Mudanya ilçesinde 14 yaşındaki B.Ç’ye cinsel istismarda bulunmakla suçlanan dinci Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’in tahliyesiyle ilgili itiraz „usulen ve incelemeye gerek görülmeden“ reddedildi. (Levent Gencelli, „Üzmez’in Tahliyesine İtiraz Reddedildi“, Cumhuriyet, 7 Kasım 2008, s.7.)
B.Ç. için bir günde hazırladıkları raporla Üzmez’e tahliye yolunu açan Adli Tıp 6. İhtisas Kurulu, bir tecavüz sanığını da 15 yıl hapisten kurtarmış. 15 yaşındaki tecavüz mağduruna, ‚ruh sağlığı yerinde‘ raporu verilmiş (Mesut Hasan Benli, „Adli Tıp’ta Bu Kez ‚Tecavüz Aklama’…“, Radikal, 6 Kasım 2008, s.4.)
[30] Esma Çakır-Hande Zeyrek, „Tekmeyle Öldüren Polis Bir Yıl Sonra Serbest“, Hürriyet, 7 Kasım 2008, s.7.
[31] „Cezaevinde Ölüme Beraat“, Evrensel, 4 Kasım 2008, s.3.
[32] Mesut Hasan Benli-Neşet Karadağ, „İndirim Üstüne İndirim“, Radikal, 8 Kasım 2008, s.11.
[33] İsmail Saymaz, „Devletten Dayak Ye Ama Sakın Sandalyesini Kırma“, Radikal, 4 Ocak 2009, s.7.
[34] Bahri Karataş, „İşkence Davasına ‚Kanıt Yok‘ Beraati“, Radikal, 15 Kasım 2008, s.7.
[35] Özcan Özgür, „Denizler İçin Yargılanıyorlar“, Cumhuriyet, 21 Kasım 2008, s.4.
[36] „Taş Atıp Lastik Yakan Çocuklara 25’şer Yıl Hapis“, Radikal, 14 Kasım 2008, s.10.
[37] „Kürtçe Bilmeyen Erbaş’a ‚Kürtçe propaganda‘ Cezası“, Cumhuriyet, 9 Aralık 2008, s.4.
[38] Bazen olumlu şeyler de oluyor. Örneğin, Radikal gazetesi yazarı Perihan Mağden gazetede 2008 ocak ayında yayımlanan „Şimdi vicdani ret“ başlıklı yazısı nedeniyle ‚halkı askerlikten soğutmak’tan üç yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılandığı davada beraat etti. („Perihan Mağden’e ‚Vicdani Ret‘ Beraati“, Radikal, 29 Kasım 2008, s.8.)
[39] Pitigrilli.
[40] Murat Belge, „Murat Bardakçı’nın yayımladığı kitap hakkında söyleyecek epey sözüm var…. Belgelere göre, 30 büyük yerleşim yerinde tehcir öncesi ve sonrası Ermeni nüfusu arasındaki fark 972 bin 246,“ (Murat Belge, „Talat Paşa’nın Ağzından“, Taraf, 9 Ocak 2009, s.3.) derken; konuya ilişkin olarak Oral Çalışlar da ekliyor:
„Murat Bardakçı, ‚Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi‘ (Everest Yayınları) kitabıyla 1915 Tehcirini aydınlatmaya yönelik belgesel değerindeki bilgileri kamuoyuyla paylaşmış oldu.
Kitabın 109. sayfasına dikkatle bakınca, Tehcirde ne kadar Ermeni yok oldu tartışması konunun en yetkili kişisinin defteriyle aydınlığa kavuşuyor.
Bardakçı’nın kitabının inandırıcılığı defterin orijinal sayfalarıyla birlikte yayımlanması.
Şimdi 109. sayfaya bakalım: Sayfanın üstünde şu not yer alıyor: ‚Ermeni nüfusunun tehcir sonrasındaki genel hesabı (1915-1916) olabilir.‘ Başta Ankara olmak üzere o tarihteki, Osmanlı vilayetlerindeki Ermeni nüfusu tehcir öncesiyle ve sonrasıyla tek tek sıralanıyor.
Talat Paşa’nın defterine göre Ankara vilayeti için ‚330‘da mevcut nüfus kaydına göre‘ ibaresinin altında 44 bin 661 yazıyor. 330, yani Hicri 1330 tarihi; Miladi takvimle 1914 anlamına geliyor.
Yani tehcirden bir yıl öncesini işaret ediyor. Ankara’nın tehcir sonrası nüfusuna baktığımızda, 31 binden fazla Ermeni’nin eksildiğini görebiliyoruz.
Tehcirin en yoğun olarak yapıldığı Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Trabzon ve Elaziz’de 1915-1916 tarihlerinde hiç Ermeni kalmadığı defterden anlaşılıyor.
Ermenilerin gönderildikleri Osmanlı vilayetlerinden Der Zor, Suriye, Musul ve Halep’teki Ermeni nüfusun düşüklüğü dikkat çekiyor. Yani, sürgüne gönderilenlerin büyük çoğunluğunun bu vilayetlere ulaşamadığı anlaşılıyor. Tehcir sonrası, Der Zor’da 7 bin, Suriye’de 39 bin 409, Musul’da ise 7 bin 300, Halep’de 27 bin Ermeni nüfus gözüküyor.
Talat Paşa’nın defterinde Tehcir öncesi ve sonrası Ermeni nüfusu vilayet vilayet hesaplandıktan sonra 109. sayfanın altına şu not düşülmüş: ‚1330 (1914) İcmalinde Ermeni Gregoryen nüfus-ı umumisi 1.187.818 ve Ermeni Katolikler’in mikdarı 63.967 ki, her ikisinin mecmuu (toplamı) 1.256.403’ten ibaret olarak gösterilmiştir. Nüfus-ı mevcude tamamen muharrer(yazılı) olmadığından mikdar-ı hakiki 1.500.000 kadar olacağı gibi bugün mevcud olarak balada görülen yerli ve yabancıların 284.157 mikdarına da ihtiyaten yüzde 30 kadar ilave eylemek iktiza eder ki bu takdirde mevcud-i hakiki 350.000 ile 400.000 arasında bulunmuş olur.‘
Talat Paşa’nın defterindeki bu not ne anlama geliyor biraz daha açalım: Bu nota göre Tehcir’den önce Osmanlı İmparatorluğundaki Ermenilerin nüfusu resmi kayıtlara göre 1.256.403’tü. Ancak yine Talat Paşa, Ermenilerin hepsinin resmi kayıtlarda olmadığını kabul ederek bu rakamın yaklaşık 1 milyon 500 civarında olması gerekir diyor. 1915-1916 yılındaki sayımlara göre ise Ermenilerin İmparatorluk sınırları içindeki sayıları resmi rakamlara göre 284 bin 157’ye düşmüştür. Ancak bunun da eksik olduğu düşünülerek Tehcir’den sonra Ermeni nüfusun yaklaşık 350-400 bin civarında olduğuna işaret ediliyor.
Bu rakamlardan çıkan sonuç şudur: Resmi hesaplara göre Tehcir’den sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin sayısı 972 bin azalmıştır. Bazı kayıtların eksik tutulması ihtimali üzerine yapılan hesaba göre ise bu rakam yaklaşık 1 milyon 100 bin’dir.
Bu rakamlar Tehcir’in bir numaralı sorumlusu kabul edilen Talat Paşa’nın defterlerindeki hesaptır. 1 milyon civarında Ermeni Tehcirle birlikte Osmanlı topraklarından eksilmiştir…
Talat Paşa’nın defteri, artık bundan sonraki Tehcir tartışmaları için reddedilemeyecek çok önemli bir belge niteliğinde. 1 milyon Ermeni’nin Osmanlı topraklarından yok olduğunu bu belgeler tartışmaya imkân bırakmayacak bir açıklıkta ifade ediyor.
Peki ne oldu bu 1 milyon Ermeni’ye? Bundan sonra yapılabilecek tartışma budur…“ (Oral Çalışlar, „Talat Paşa’nın Defterinde Ermeni Tehciri…“, Radikal, 17 Ocak 2009, s.7.)
[41] „Özür Davasında Takipsizlik Kararı“, Cumhuriyet, 27 Ocak 2009, s.8.
[42] Ahmet İnsel, „Dink Cinayetinde Devletin Sorumluluğu“, Radikal İki, 25 Ocak 2009, s.7.
[43] Bkz: „Samast’ı, Hayal’i Emniyet Yetiştirdi“, Agos, No:660, 21 Kasım 2008, s.3; „İtiraf: Dink’i Biz Ölüme Gönderdik“, Taraf, 13 Kasım 2008, s.1-11; Necati Doğru, „Hrant Dink’i Devlet Vurmuş Oluyor“, Vatan, 15 Kasım 2008, s.9; Ahmet Şefik, „… ‚Dink’in Öldürülmesinde İhmal‘ Davası“, Cumhuriyet, 2 Aralık 2008, s.6; Oral Çalışlar, „Hrant Ergenekoncuları Görmüştü…“, Radikal, 20 Ocak 2009, s.7; Güven Gürkan Öztan, „19 Ocak: Soğuk Eller ve Kurşunları“, Radikal, 19 Ocak 2009, s.11; Derya Sazak, „Hrant Raporu“, Milliyet, 15 Kasım 2008, s.24; Ayça Şen, „Tarih, Tekerrür ve Hrant Dink“, Radikal, 20 Ocak 2009, s.4; Cengiz Çandar, „Kaldırın Hrant’ı Uzandığı Kaldırımdan“, Radikal, 18 Ocak 2009, s.11; Yıldırım Türker, „Bugün 19 Ocak“, Radikal, 19 Ocak 2009, s.4.
[44] aktaran: Gündüz Vassaf, „Hrant Dink“, Radikal, 25 Ocak 2009, s.21.
[45] „Telekulak Dink İçin Çalışmadı“, Radikal, 13 Kasım 2008, s.6.
[46] Deniz Kavukçuoğlu, „Temiz Toplum ya da Koyunların Sessizliği“, Cumhuriyet, 21 Ocak 2009, s.15.
[47] „Dehşet Rapor“, Vatan, 13 Kasım 2008, s.1-14.
[48] „Hrant Dink cinayeti davasında bazı belgeler açığa çıkınca, mahkemenin ‚belgeleri‘ sakladığı anlaşılmıştı.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, mahkemeye gönderilen 90 sayfalık belgenin ön yazısında ‚hayati öneme ilişkin bilgilerin‘ bulunduğunu yazmıştı.
Bu bilgilerin içeriğinde ne vardı?
Sanık Erhan Tuncel ve Yasin Hayal’in yurtiçinde ve dışındaki ilişkileri!Duruşmayla ilgili notlarıma baktım…
Dink ailesinin avukatlarından Bahri Belen şu açıklamayı yapmıştı 14. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde:
‚Burada çok ciddi bir eylem var. Sanıklarla ilgili ciddi bilgiler olduğu anlaşılıyor. Devlet sırrı yasası yokken bu belgelerin incelenmesi engellenemez.‘
İstihbarat Daire Başkanı Akyürek, 90 sayfa belge gönderiyor, belgelerin üstüne not düşüyor. Mahkeme ise 90 sayfanın 16 sayfasını dosyaya koyuyor.
Peki, geri kalan belgelerde ne vardı, niçin dosyaya konulmadı? (…)
Elimde Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Dink cinayetiyle ilgili hazırladığı rapor var…
İlginç bir rapor bu!
Eğer bu rapor önemsenirse Hrant Dink cinayetinin arkasındaki ‚büyük patron‘ ortaya çıkabilir!“ (Hikmet Çetinkaya, „Büyük Patron Kim?“, Cumhuriyet, 13 Kasım 2008, s.5.)
[49] „Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporuna Göre Trabzon Emniyeti Ogün Samast’ı Biliyormuş“, Taraf, 13 Ocak 2009, s.5.
[50] Timur Soykan, „Dink Cinayetinde Polis Her Taşın Altında Çıkıyor“, Radikal, 28 Ocak 2009, s.1-9.
[51] İsmail Saymaz, „Dink Davasında Ergenekon İzi“, Radikal, 27 Ocak 2009, s.5.
[52] „Hrant Dink’in Katili de Biliniyordu“, Evrensel, 14 Ocak 2009, s.3.
[53] „Bakanlığa Ağır Suçlama“, Cumhuriyet, 13 Kasım 2008, s.17.
[54] „Dink İçin İhmalden İnceleme“, Cumhuriyet, 16 Ocak 2009, s.17.
[55] „Dink ailesinin avukatları 16 Ocak 2008 günü Trabzon Cumhuriyet Savcılığı’na 19 sayfalık bir dilekçe vererek taleplerini uzun uzun gerekçelendirmişlerdi. Savcılık tarafından kabul edilmeyen bu dilekçede avukatlar, özetle, „İhmal davranışta bulunmama hâli, hareketsiz kalma hâlidir. Biz yasal mevzuat gereği yapmaları gerekeni yapmamaktan ölüme sebebiyet vermekten suçlu olduklarını, bunun da kasten adam öldürme fiiline girdiğini savunuyoruz“ diyor.
Daha net anlaşılması bakımından Dink ailesinin avukatlarının bu kapsamlı dilekçesinde birkaç önemli satır başını aşağıda aktarıyoruz:
– Hrant Dink’in öldürüleceğinin konuşulduğu istihbarat toplantısında Ali Öz „konuyu özel olarak görüşmek üzere“ kapatmıştır.
İstihbarat toplantısında Metin Yıldız, Ali Öz’e hitaben „Komutanım, 2004 yılında Mc Donalds’ı bombalayan Pelitli’de oturan Yasin Hayal(in), İstanbul’da bir Ermeni asıllı gazeteciyi öldüreceğine yönelik arkadaşların edinmiş oldukları bilgiler var“ demiş, İl Jandarma Komutanı Ali Öz ise „Bu konuyu sonra özel olarak görüşürüz“ diyerek kapatmış ve bu konu bir daha istihbarat toplantılarında konuşulmamıştır.
Oysa ki istihbarat toplantıları elde edilen bilgilerin sunulması, elde edilen bilgilere dönük yapılacak çalışmaların ve bu çalışmaların kim veya kimler tarafından yapılacağının belirlenmesi amacı ile yapılan toplantılardır.
– Yasin Hayal Trabzon Jandarma Komutanlığı tarafından 2004 yılından beri izlenmekte/kontrol altında tutulmaktadır
– Hrant Dink Cinayetine ilişkin elde edilen „güvenilirlik derecesi hayli yüksek, A-1 düzeyindeki“ bilgi „Haber Kayıt ve Bildirim Formu“ ile Jandarma Genel Komutanlığına, Jandarma Bölge Komutanlığına ve İstanbul Jandarma Komutanlığına bildirilmemiştir.
– Hrant Dink Cinayetine ilişkin elde edilen bilgi -ifadelere göre- Trabzon Valisine ve Trabzon İl Emniyet Müdürü’ne bildirilmemiştir.
– Kasten insan öldürme suçunun faili herkes olabilir. Ancak, 83. üncü maddeye göre ihmali davranışla kasten insan öldürme suçunun faili, sadece yükümlü olduğu belli bir icrai davranışı gerçekleştirmeyen kişi veya kişiler olabilir. Failin söz konusu yükümlülüğü, yasadan, sözleşmeden veya mağdurun yaşamı için tehlike yaratan önceki davranışlarından kaynaklanabilir. Fail, bu ilişkiler dolayısıyla, belli bir davranışı yerine getirerek sonucu önlemekle yükümlü olduğu hâlde, bu yükümlülüğe kasten uymamış ve sorumluluğu ihmal etmiş olmalıdır’…“ (Fatih Polat, „Dink Davasında Kritik Gelişme“, Evrensel, 31 Aralık 2008, s.7.)
[56] „Ölümüne Göz Yumdular“, Cumhuriyet, 20 Ocak 2009, s.4.
[57] Ali Sirmen, „Hrant’sız İki Yıl“, Cumhuriyet, 20 Ocak 2009, s.4.
[58] Bernard Shaw.
[59] „Hrant, ateş demek. Sözlükte öyle yazıyor. Hrant Dink ise, Fadime Özkan’a vermiş olduğu röportajda (Yeni Şafak, 27 Aralık 2005.) şöyle demiş: ‚Hrant, ‚hu‘ ve ‚yerant‘ kelimelerinden oluşuyor. Hu ateş demek, yerant da canlılık, ataklık. Anadolu’dan gelen bir tamlama.‘ İnsan adının bu kadar mı hakkını verir…“ (Nur Çintay A., „İsminle Çok Yaşa Hrant Dink!“, Radikal, 19 Ocak 2009, s.2.)