Home , Kültür-Sanat , Sanat Ve Sanatçı: Olan İle Olmayan![*]

Sanat Ve Sanatçı: Olan İle Olmayan![*]

TEMEL DEMİRER | 07 – 11 – 2010 |

“Sanat, serüven duygusunun

olduğu yerde boy atar.”[1]

Sanatın post-modern “sonu”ndan, sanatçının da 12 Eylül 2010 referandumundan “sonraki” durum nedir?

Galiba verilmesi gereken ilk yanıt: İstikamet yoksunluğu, belirsizlik, egemenlere eklemlenmedir!

Evet, ifade ettiğim dönemin ayırt edici özelliği, maalesef bu, böyle!

Biliyorum,  bunu böyle dediğim için “ideolojik tutum” veya “katılık”la ya da “felsefe yapmak”la “suç”lanacağım… Ancak bu tür “klasik”leşmiş, itirazlara alıştım; hatta şerbetliyim!

Ama yine de Terry Eagleton’ın, “… ‘-oloji’ ile biten sözcüklerin tuhaf bir özelliği vardır: ‘-oloji’, bir fenomene ilişkin araştırma veya bilim demektir; fakat ‘-oloji’ ile biten sözcükler, garip bir ters çevirme işlemiyle, çoğu kez, üzerinde çalışılan bir fenomene ilişkin sistemli bilgiden çok, üzerinde çalışılan fenomenin kendisi anlamına gelir olmuştur”; Thomas Carlyle’nin, “Geleneğe karşı sürekli direnmeden başka nedir ki felsefe?” saptamalarını aktarmadan geçmeyeyim…

“PRAGMATİZM”

Post-modern kesitte (ve 12 Eylül 2010 referandum sonrası özelinde) sanata, sanatçıların “pragmatik” bakış açısı damgasını vurdu diyebiliriz…

Örneğin, “Sanat yargılamakla değil, bakıp görmekle ilgilidir,” diyen Julien Opie’nin veya U2’den Bono’nun, “Yaptığım hiçbir iş idealizme dayanmıyor. Sadece pragmatizm. Tamam, borçların iptali söz konusu olduğunda, meselenin hayır değil adalet işi olduğunu tartışıyorum. Ama şu anda Afrika’yla uğraşmak anlamında, Afrika için Marshall tipi bir plan arıyorum. İşte bu pragmatizm. (…) Burnum bir mendille kapalı, elimde bir molotofkokteyliyle dikiliyor olsam benim için çok daha iyi görüneceğini biliyorum. Ama biliyorsun ki, en fazla inandığım şey, bu işi yapabilmemizin tek yolunun entelektüel davamızı sıkı, desteğimizi de halka yakın barışçı hareketler içinde geniş tutmak olduğu. Bu da ne sağın ne de solun mülkiyetinde,” saptamasındaki üzere!

Hayır sanat, sadece görmek ve pragmatik bakış olmadığı gibi; Eugene O’Neill’in, “Gözler görmek istediğini görür,” sözlerinde dile getirdiği üzere, sanatçı da “gösteren” değildir, olamaz da.

Sanat ve sanatçı, hiçbir pragmatizme prim vermeden taraf olan, yargılayandır.

Dante Alighieri’nin, ‘La Divina Comedia/ İlahi Komedya’daki deyişiyle, “A l’alta fantasia qui mancò possa/ Düşlerimin gücü burada tükendi,” diye haykıran ve sadece göstermekle yetinen pragmatizm bir sanatçı için “metalaştırılmış ruh hâli”nden başka bir şey değildir…

Kapitalizm, sanatı ve sanatçıları, onları var eden normlardan uzaklaştırıp, giderek daha fazla güç peşinde koşan duruma tahvil ederken, toplumsal çıkarın önüne bireysel yırtıcılık ve çıkarı koyar.

Yani zamana hâkim olan güce karşı çıkmayıp, toplumları esir alan “zaman ruhu” sosyo-psikolojisi doğrultusunda davranarak, vitrinde daima ön safta kalmayı yeğleyen davranış kuralları ve tercihlerini güçlendirir.

Bu da tamı tamına “metalaştırılmış ruh hâli”dir!

Tam da bu “metalaştırılmış ruh hâli” tercihi, “Önemli olan aşkın kendisi değil, varoşlarıdır,” diye haykıran Fernando Pessoa’nın ‘Huzursuzluk Kitabı’ndaki şu uyarıyı anlayamaz:

“Bir şeyin aslından değil, kışkırttığı fikirler ve rüyalardan haz almayı öğren. Çünkü hiçbir şey olduğu gibi değildir. Rüyalar hep rüyadır. Bu yüzden dokunmayacaksın hiçbir şeye. Rüyana dokunduğunda ölür gider, dokunduğun nesne bütün benliğini doldurur sonra…”

SANAT(IN) “NE”(LİĞİ)?

Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un, “Sanatçı, tanrının eksik bıraktığını tamamlar,” saptamasına eklemek gerek: Sanat, eksik bırakılanı tamamlamakla da kalmamış, her çağda yaratım alanını genişletmiştir.

Ya da Ernst Otto Fischer’in belirttiği gibi “İnsan, işle insan oldu, doğal olanı yapay olana dönüştürerek hayvanlar dünyasından ayrıldı, böylece büyücü oldu; toplumsal gerçekliğin yaratıcısı insan her zaman büyük büyücü olarak kalacak, her zaman ateşi gökyüzünden yeryüzüne getiren Prometheus olacak, her zaman müziğiyle doğayı büyüleyen Orpheus olacak. İnsanlar yok olmadıkça sanat da yok olmayacak.”

Özetle Ambrose Bierce’ın, “Sanat: Bu sözcüğün hiçbir tanımı yoktur”; Hippokrates’in, “Hayat kısa, sanat uzundur”; Oscar Wilde’in, “Sanat yapıtı yararsızdır. Çiçek de…”; Alain’in, “Sanat, insanın doğaya eklediği bir şeydir,” saptamalarıyla da betimlenmesi mümkün olan sanat, Peter Cook’un belirttiği gibi “İmgelemi tetiklemeye kadir” bir güçtür aynı zamanda…

Evet Jean Baudrillard’ın, “Sanat, artık sanat namına bir şey kalmadığı için ölmez, çok fazla sanat olduğu için ölür,” uyarsını “es” geçmeden “Sanat fikrine inanmak” müthiş önemlidir.

Hem de; “Bugün sanat dediğimiz şey, telafisi olanaksız bir boşluğa tanıklık eder gibi”yken…

Gerçekten de gün yaltaklanan sanata karşı durma günüdür…

Kaldı ki Baudrillard’ın da kılıç salladığı şey, sanatın yaltaklanan, ticarileşen ve anlamından sapan yönüdür; “Sanatçılar, sanat tacirleri, küratörler, eleştirmenler, koleksiyoncular, sporcular, spekülatörler ve sanat artıklarıyla beslenen sosyetikler” biçiminde çizdiği güruha karşı O da, “Artık süreci başlatan özne değil, o sadece dünyanın nesnel ironisinin aracısı veya işlemcisi (…) Oyunun efendisi artık özne değil, ilişki tersine çevrilmiş gibidir,”[2] uyarısıyla…

Yaltaklanan sanat ile sanatçıyı yönetenin kapitalist yönelimin, neo-liberal tüketimcilik olduğunu belirtmeye gerek var mı?

Julian Stallabrass’ın belirttiği üzere, “Neo-liberalizmin ekonomik ifadesi daha kesin adaletsizlik, politik ifadesi kuralsızlaştırma ve özelleştirme, kültürel ifadesi de sınırsız tüketimcilik”ken;[3] “her şeyin mubah olduğu post-modern zaman(lar)”da göstermelik/ pragmatik sanatın, Avusturyalı yazar Hermann Broch’un, başyapıtı “Vergilius’un Ölümü”nde, Latin şairi Vergilius’un ağzından dile getirdiği gibi, “Estetik aracılığıyla hakikâtin bulunması ve sergilenmesi amacının değil, fakat sadece hakikât temelinden yoksun bir dış güzelliğin hizmetinde,” olduğunu unutamayız!

Bu noktada XX. yüzyılın sanat akımlarının birer “manifesto” olduğu (güdümlülüğe tepkidir manifesto!) gerçeğinden yola çıkarak şöyle bir sonuca varır Arthur C. Danto: “Sanatta her yerde ve daima aynı olan bir tür tarih-aşırı bir öz vardır ama bu öz, kendini yalnız tarih vasıtasıyla açığa vurur.”

Kaldı ki yine Danto’nun işaret ettiği gibi modernizm, baştan sona manifestolar çağıdır ve bu manifestoların her biri sanatın bir felsefi tanımını bulmaya çalışır.[4]

Pragmatizmin yok etmek istediği bu felsefi tanım arayışı ve taraflılığıdır!

İşte bunun içindir ki “Her sanat yapıtının içinde insanlığın yaşamla bir hesaplaşmasının bulunduğu söylenebilir. Hayatı sanat yoluyla anlama çabası, bireylerin ve toplumların gelişmesi yolunda temel ivmelerden biri olmuştur,”[5] kapsamında irdelenmesi gereken sanat:[6]

Suat Taşer’in, “Yaşamak ummaktır./ Yeşil yapraklar umar/ şu beli bükülmüş ağaç,/ yelkenler, rüzgâr umar/ bir kız tanırım, sarışın/ sevgilisini esmer umar./ /Aç karnına istiklal umar/ Bombay’lı amele, Cava’lı topraksız,/ Hamburg’lu anne ekmek umar,/ Paris’li çocuk intikam/ ben sulh umarım/ Ramazan oğlu Recep/ kışlanın duvarına vermiş sırtını/ memleketten mektup umar/ ve her talim dönüşünde,/ her nöbete çıkışında tezkere umar,” diye haykıran ‘Umut’ başlıklı dizelerindeki (emekçi) insan sıcağıdır…

Gabriela Mistral’ın, “İki parçayım/ bir yanım geçmişe bakar/ öte yanım denize doğru/ sırtım bir veda ile yanar/ göğsüm özlemle dolu,” dizelerindeki cürettir…

Suphi Taşhan’ın, “Bahar beklediğimi getirmedi/ Bahar yine gelir,” dizelerindeki iradedir…

Melih Cevdet Anday’ın, ‘Teknenin Ölümü’ başlıklı, “Kara yakındı önce, hem çok yakın,/ Elimi uzatsam tutardı./ Yıldızsız teknemdi inip çıkan gece,/ Kurumuş gece, kum, kömür, arduvaz…/ Kara yakındı önce, hem çok yakın,/ Denizleyin inip çıkan önümde,” dizelerindeki yön duygusudur…

Oktay Rifat’ın, “Elleri var özgürlüğün./ Gözleri, ayakları./ Silmek için kanlı teri./ Bakmak için yarınlara,/ Eşitliğe doğru giden,” dizelerindeki taraflılıktır…

Sanat, bunlara yani aşka, hayata ve insana yarar; onlara özgüdür…

Aksi takdirde, “metalaştırılmış ruh hâli” tercihine mündemiç kocaman bir hiçtir!

SANATÇI

Suphi Taşhan’ın, “Mısralarım/ Güneşi düşürmek içindir topraklara/ Ve can vermek içindir canı alınanlara/Hayat, aşk, ekmek çalışanlara”; ya da Mayakovski’nin, “Nasıl diliniz varıyor kendinize ozan demeye/ öyle bir bıldırcının boz sesiyle şakıyarak?/ Bu gündür,/ bir demir muştayla yarmamız gereken gündür/ şakkadak/ dünyanın kafatasını!” dizelerindeki üzere sanatçı olmak; Thomas Mann’a, Stefan Zweig’a, Robert Musil’e, Bertolt Brecht’e ve Hermann Broch’a, Walter Benjamin’e kafa yormayı “olmazsa olmaz” kılar…

Mesela sanatçı olmanın imajdan öte kendine özgü olmaktan geçtiğini vurgulayan Ece Dorsay, “Sanatçı, alınan satılan bir ürün değildir” der ve ekler: “Tabuları yıkan, düşüncelerini söylemekten korkmayan ama tüm bunları zerafetle yapabilen kişidir sanatçı. Tüm renkleri arar gerçek sanatçı… Devrimi de burada yatar.”

Sanatçı, dışarıdan kolayca algılanamayan bir ruh dinginliği ya da çatışması içinde sürdürür yaşamını. Kendi kurduğu bu dünyada kral sofralarına sırt çevirir de, dağı bayırı yol eyleyip gittiği yoksulun kuru ekmeğini yeğler.

Papa X. Leo, zamanının gözde sanatçısı Raffaello’ya dinsel söylencelere ilişkin resimler ısmarlar. Diane Haeger’in Yakut Yüzük adlı romanında (Can Yay.) okumuştum; Raffaello, bir fırıncının kızı olan Margherita’yı tanıdıktan sonra papanın isteklerini geciktirir, sevgilisinin güzelliğini sonsuzlaştıracak Madonna resimleri yapar.

Sanatçı, içinden geçeni yaratır. Picasso, “Resim senin benden istediğin değil, benim sana verdiğimdir,” sözüyle bu gerçeği vurguluyor. Gauguin’in Tahiti dönüşü açtığı sergide, bir izleyici, “Tahitili kadınları ne güzel çizmişsiniz,” diye coşkuya kapılır da, Gauguin çizmekten çok, aradığı renkleri bulmak için Tahiti’ye gittiğini söyler…

Bu kapsamda hayır, hayır sanatçı; “Ben ‘Babam öldü ama sahneye çıkarım’ yavşaklığına inanmam… Bunlar profesyonel insanlar ve bu işi para için yapıyorlar artık. O kutsanmış tiyatro değerleri yok, seyirci yok, profesyonellik ve gelir getiren sahneler var,” sözleriyle Haluk Bilginer değildir; olamaz da!

Çünkü adanmışlıkla, özgürlükle betimlenmesi kaçınılmaz olan sanatçı kategorik olarak; Aisopos’un, “Semirmiş bir köle olmaktansa, özgür biri olarak açlıktan ölmek yeğdir”; Thukydides’in, “Mutluluğun sırrı özgürlüktür, özgürlüğün sırrı ise cesaret”; Henrik Ibsen’in, “İnsan, özgürlük ve gerçek uğruna savaşmaya giderken asla en iyi pantolonunu giymemeli,” sözlerine asla yabancı olmayandır…

Yani “Sanatçının toplumsal belleği uyarıcı rolü her zaman olduğu gibi bugün de onun mücadeleci yapısıyla örtüşmek durumunda”dır.[7]

Evet sanatçı Ralph Waldo Emerson’un, “Beni ilgilendiren ne yapmam gerektiğidir, başkalarının ne düşündüğü değil”; Anatole France’ın, “Hiç rüya göremeseydik, yaşamak dayanılmaz olurdu”; W. Somerset Maugham’ın, “Sanatçının her yapıtı, ruhundaki bir serüvenin ifadesi olmalı”; Metin Eloğlu’nun, “Her ‘gerçek’ etkiler kişiyi. Bu etkilenişler yeni bir ‘gerçek’e dönüşürken de en doğru çizgisini de kendi çizer”; Tahsin Saraç’nun, “Çağının sorunlarını biliyorsan sanatçısın, değilsen ne ozan ne sanatçı ne de insansın”; Oktay Rifat’ın, “Politika dışı kalmak, Fransızca deyimiyle apolitik bir varlık olmak insanın elinde değildir. Her yazar-ozan gibi geniş anlamda ben de politikanın içindeyim,” dediğidir…

İşte tam da bunun için ‘La Divina Comedia/ İlahi Komedya’daki Dante Alighieri’nin, “Tu lascerai ogne cosa diletta/ più caramente; e questo è quello strale/ che l’arco de lo essilio pria saetta/ Tu proverai sì come sa di sale/ lo pane altrui, e come è duro calle/ lo scendere e’l salir per l’altrui scale”[8] uyarılarına sırt dönmesi mümkün olmayandır…

SOMUT: AKP VE SANAT(ÇI)

“İyi de bunlar böyleyken; yani “Ruhi Su cezaevlerinde, demir parmaklıklar ardında tutulurken, konservatuvardaki hocalık görevinden, Devlet Operası’ndaki işinden atılırken, radyoevinden, radyo programlarından kovulurken susanlar… Hele hele 12 Eylül sonrasında plakları, konserleri yasaklanırken onun adını ağzına bile almayanlar… Yurtdışından aldığı konser ve hocalık tekliflerini engellemek için kendisine pasaport verilmediğinde, görmezlikten, duymazlıktan gelenler… O ve ailesi açlığa mahkûm edildiğinde, başlarını öte yana çevirenler… Hastalandığında, tedavi için yurtdışına çıkışı önlendiğinde susanlar… İşte o gün susanlar, tepki göstermeyenler, işte o aynı insanlar bugün ‘demokrasi’ havarisi kesilmiş, ahkâm kesip duruyorlar”ken;[9] somut(umuz) ne alemde?” mi!

Çarlık Rusya’sında “Şair ile Çar” ikilemi öğretici bir örnektir. İktidardaki rejim kendisini halka sevdirmek için sanatçılardan medet umagelmiş ve kısmen de başarılı olmuştu…

Yani yabancısı olunmayan biçimde sanat ve sanatçılara müdahale etmişti…

Ne var ki, gerçek sanatçılar muhalif özelliklerini Çarlık’a emanet etmemişlerken; Rus edebiyatının devi Puşkin, hayatta en büyük başarısının “Zor bir zamanda özgürlüğü ve ezilenlere desteği yüceltmek” olduğunu söylemiştir!

Bu anlamlı bir örnek…

Ancak Münir Nurettin’in Mustafa Kemal’e nasıl itiraz ettiğini unutan/ unutturan post-modern kesitte, 12 Eylül referandumunda “Evet” oyu kullanacağını açıklayanlar içinde Orhan Gencebay, Sinan Çetin, Lale Mansur, Tuluhan Tekelioğlu, Seray Sever, Nihat Doğan, Yeşim Salkım, Ahmet Özhan, Özdemir Erdoğan, İskender Pala, Adalet Ağağoğlu, Teoman, Mustafa Erdoğan yanında Sezen Aksu da vardı.

Hani “Ah ne kahraman, ne cesur,/ Ne güzel çocuklardık,/ Her yeni günü ümitle,/ Nasıl da kucaklardık…;/ Ah kaldırımlar biliyor,/ Bir devir muhteşemdik./ Güz güneşinden hüzünlü/ İlk yazdan şendik,” diye haykıran 78’li Sezen Aksu…

78’li Sezen Aksu, “Bir sanat yapıtı, her şeyden önce bir zihin serüvenidir,” diyen Eugene Ionesco’yu doğrulardı…

Ancak ve sonra… Örneğin Sezen Aksu ile Orhan Pamuk…

Yani Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun ağzıyla, Allianoi’nin baraj suları altında kalmasına karşı çıkan Tarkan’a, “Sanatçı arkadaş sanatıyla ilgilensin, herkesin bir ihtisası vardır. Herkes bilmediği bir konuya burnunu sokarsa çok yanlış olur. Ben şimdi kalkıp da onun sanatıyla alâkâlı bir şey söylesem ne derece yanlış olursa, onun da bir baraj ya da tarihi eserin korunmasıyla ilgili söyleyeceği şey fevkâlâde yanlıştır. Bunlar dünyanın hiçbir yerinde de yoktur” diyen; Devlet Bakanı Faruk Çelik’le birlikte, Arif Sağ’a “ajan” deyip, “Arif Sağ Alevilere ihanet etti” sözlerini sarf edebilen AKP’ye ve zihniyetine tek eleştirel laf etmemek…

Bıraktım 78’lisini, sadece sanatçı Sezen Aksu’nun, 8 yıldır AKP için tek olumsuz sözünü anımsamıyorum… Pamuk’un da! (Platon’un, “İnsanlar her zaman başlarına getirecekleri ve yüceltecekleri bir kahraman bulurlar… Tiranlığın kaynağını burada aramalı, başka yerde değil,” sözü boşuna değil!)

Bu noktada “Evet”inden, “Hayır”ına egemen zihniyete eklemlenenlere hatırlatılması gereken şey F. Nietzche’nin, “Zayıflar, bizi kendi gücümüzden utanmaya zorladıkları için kazandılar”; W. Goethe’nin, “Faydasız bir hayat, erken bir ölümdür,” sözleridir…

Bir de yaşanmış tarihsel örnekler, yani eylemleridir söz konusu olan…

“SONUÇ”: YALTAKLANAN SANATA/ SANATÇIYA KARŞI

Diyeceklerimi toparlıyorum:

Herbert Marcuse’nin, “İnsanlar kendilerini mallarında tanıyorlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, dubleks evlerinde, mutfak âletlerinde buluyorlar,” diye betimlediği tüketimci kapitalist cinnet; Charles Caleb Colton’un, “Yozlaşma kartopuna benzer; yuvarlanmaya başladı mı çığ gibi büyür,” biçiminde tarif ettiği çöküşü devreye sokarken; her zamankinden daha fazla başkaldıran sanata/ sanatçıya muhtacız…

Hani “Hayatta bir an gelir, dünyanın güzelliği yeterli olur. Onun fotoğrafını çekme, resmîni yapma, hattâ onu anımsama gereksinimi bile duymazsınız. O kendisi yeter,” diyen Toni Morrison’un sözlerindeki insanîlikle…

Bu da egemen(lik)lere, “metalaştırılmış ruh hâli”nin kültürel, sanatsal kodlarına itirazı “olmazsa olmaz” kılarken; sanatın toplumsal işlevinde gerilemeyle eş zamanlı olarak devreye sokulan “popüler kültür”ün yükselişine karşı mücadeleyi yani yaltaklanan sanata/ sanatçıya karşı isyanı kaçınılmaz kılıyor…

Evet küreselleş(tiril)en “tüketim toplumu” kalıbına, onu şekillendiren sürdürülemez kapitalizme ve ideolojik hegemonyasına savaşmak, artık sanatın varlık nedenidir…

Unutulmasın tüketim ekonomisi kalıplarına teslim olan “sanatçı”, toplumsal işlevinden uzaklaştıkça, sanatı işlevi gereksizleşerek, sanat olmaktan çıkar; pazarın ya da devletin “sanatçısı” olur…

Tam da bu noktada Jean Dubuffet haykırır: “Ben devleti bir tek yüzüyle tanırım; polis yüzüyle. Bütün bakanlıklar, bütün resmî daireler benim gözümde sadece bu yüze sahiptirler, ve kültür bakanlığını da, emniyet müdürü ve komiserleriyle birlikte, kültür polisinden başka başka bir şey olarak düşünemem.”

“Mülk sahibi sınıf, kültürel propagandası sayesinde, yazarlar ve sanatçılar değil, okurlar ve hayranlar yetiştirmek amacındadır.”[10]

Nihayet olan ve olmaması (karşı çıkılması) gereken de tamı tamına budur…

2 Ekim 2010 10:33:17, Ankara.

N O T L A R

[*] Güney Dergisi, No:54, Ekim-Kasım-Aralık 2010…

[1] Alfred North Whitehead.

[2] Jean Baudrillard, Sanat Komplosu, Çev: Elçin Gen-Işık Ergüden, İletişim Yay., 2010.

[3] Julian Stallabrass, Sanat A. Ş. Çağdaş Sanat ve Binealleri, İletişim Yay., 2009, s.71.

[4] Arthur C. Danto, Sanatın Sonundan Sonra, Çeviren: Zeynep Demirsü, Ayrıntı Yay., 2010, s. 52-71.

[5] Turgay Fişekçi, “Yaşamla Hesaplaşma”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2010, s.16.

[6] Her zaman dönüp dolaşıp şu soruya gelinir: O zaman sanat nedir? Baudrillard, “Sanat bir formdur,” diyor. Sanatın öteki bütün öğeleri çekiştirilip gerçeğe uydurulurken, alınıp satılıp takas edilirken, “formlar, form olarak, başka bir şeyle takas edilemez, sadece kendi aralarında takas edilebilir, estetik değer de bu bedel karşılığında ortaya çıkar.” (Jean Baudrillard, Sanat Komplosu, Çevirenler: Elçin Gen, Işık Ergüden, İletişim Yay., 2010.)

[7] Dikmen Dürün, “Yaşam ve Tiyatro”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2010, s.17.

[8] “En sevdiğin ne varsa hepsini bırakacaksın;/ bunun, gurbet yayının attığı/ ilk ok olduğunu anlayacaksın./ Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu,/ başkasının merdiveninden çıkmanın/ ne denli zor olduğunu göreceksin.” (Dante Alighieri, La Divina Comedia’nın (İlahi Komedya), Paradiso (Cennet) kitabının, 17. Bölümü’nün 55-60.)

[9] Zeynep Oral, “Yetmez Ama Evet Diyenler – Hani Tepkileriniz?”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2010, s.16.

[10] Jean Dubuffet, Boğucu Kültür, çev: İsmet Birkan, Dost Yay., 2005, s.11-18.