Anasayfa , Temel Demirer , PARİS KOMÜNÜ, FATSA, DİKMEN VADİSİ GÜZERGÂHINDA…[*]

PARİS KOMÜNÜ, FATSA, DİKMEN VADİSİ GÜZERGÂHINDA…[*]

 TEMEL DEMİRER | 1 – 12 – 2012 | İnsan demek/kent demektir.”[1]

“Kentsel Dönüşüm” dedikleri şey, kent yoksullarının aşına, ekmeğine, yerine yurduna göz koyan bir mülksüzleştirmedir. Evet, zenginler bir kez daha “Kentsel Dönüşüm” dedikleri şeyle, yoksulları mülksüzleştiriyorlar; yani “kenti dönüştürüyoruz,” diyenler “rantı bölüşüyor”…

Bunda şaşırtıcı olan hiçbir şey yok! Kent sorununu, yoksulları kentin dışına sürerek, çözen kapitalizm budur; böyle yapar; farklısı mümkün değildir!

* * * * *

Evet Bertolt Brecht’in, “Doğaya hayranlığımız, kentlerin yaşanmazlığından ileri gelmektedir,” diye betimlediği verili tabloda kent soru(n)ları olanca ağırlıyla gündem maddemizdir…

“Kentsel dönüşüm” diye sunulan mülksüzleştirici kapitalist yıkım ve talanın Sulukule’den Dikmen Vadisi’ne dek yoksulları cezalandırdığı güzergâhta; sorun esas olarak sermaye birikimiyle ilintilidir. Gerçekten de kentten söz etmeye başladığınız andan itibaren, insan(lık)dan ve sermaye birikiminden, yani sınıf mücadelelerinden söz ediyorsunuz demektir.

Richard Sennett’in, “Ne kadar kent varsa bir şehrin ne olduğunu algılamanın da o kadar farklı yolu vardır,” postmodern saptaması bir yana, her kent tarifi (=tercihi) ve tartışması böylesi bir saflaşma ile ele alınır ve alınmalıdır…

* * * * *

F. Engels’in, ‘Konut Sorunu’, ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ başlıklı yapıtlarında detaylandırdığı kapitalist kentleşme, ezilenler için “modern” toplama kampları, mekânları anlamı taşırken; kapitalist kentin değişen yapısı yoksulları kentin dışına, varoşlara sürüp bir gökdelen ve “güvenlikli/ korunaklı site” uygarlığı yaratan neo-liberal kentleşme modeliyle mekânı “örgütlemektedir”!

Burada Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Biray Kolluoğlu’nun, “Korunaklı site sakinleri, diğer toplumsal gruplarla ve sınıflarla aralarındaki toplumsal ve mekânsal mesafenin artmasından sevinç duyuyorlar. Ancak, tam da bu uzaklık yüzünden, kent bu grup için bir kâbus hâline geliyor,”[2] saptamasının altını özenle çizmeliyiz.

Bir sermaye birikimi olarak neo-liberal kentleşme modeli, vahşi bir yıkım ve talanda somutlanırken; bizde de Dikmen Vadisi ve Sulukule örnekleri öne çıkmaktadır…

Neo-liberal kentleşme sınıfsal ayrılıkları, mekânsal ayrılıklara da çevirip, kenti mekânsal olarak sınıflara bölerken; bin yıllık geçmişi olan bir mahalleyi, Sulukule’yi yok etmede bir beis görmüyor.

* * * * *

Kapitalist kentleşmenin yarattığı açmaz, gayrı insaniliğindedir.

Örneğin “büyük konut projeleri”, kapitalist talanın elinde “hayalet kentler” olarak patlarken; yanlış bölgelerde yanlış pazarlama yöntemi ile satışa sunulan yüzlerce blok elde kaldı, devasa binaların camları “satılık” ilanları ile doldu.

İstanbul’da 300 bin konut fazlasının asıl nedeni toplu taşımaya uzak, yerleşime yeni açılan bölgelerde üretilen projelerden; Atakent, Halkalı, Esenyurt, Beylikdüzü, Mimaroba’da yükselen boş bloklarda görüldüğü üzere!

Yani tarihsel, çevresel ve kentsel mekânlar, ekonomik krizi aşmaya kurban edilmektedir. Neo-liberalizmin “markalaşmak” kavramı, kentlerin simgesel değerleriyle birlikte, kültürün, kimliğin metalaştırılmasıdır.

O hâlde kapitalist kentleşmenin insan(lık)ı yok sayan bir metalaştırma olduğunu da; Georges-Eugène Haussmann’ın Paris’i, XIX. yüzyılın ilk yarısını kaplayan ayaklanmaları durdurmak için, ayaklanmasından korkulan proletaryayı gereğinde top kullanarak bastırmak için “yeniden yapılandığı”nı da asla unutmamak gerek…

* * * * *

Tam da burada bir parantez açmalıyız:

Dikmen Vadi’li emekçilerle uğraşmayı gündeminin önemli maddesi ilan eden Melih Gökçek’in, 2007 yazında yaşanan su sıkıntısına çözüm olarak yurttaşlara “memleketlerine gitmelerini” tavsiye eden ya da beklenen yoğun yağış karşısında ise, “Evi dere yatağında bulunan ve bodrum katında oturanlar çok dikkatli olsun. Önerimiz sele uykuda yakalanmasınlar, üst katta komşuda kalsınlar” çağrısı çıkaran bir Anakent Belediye Başkanı olması yanında; Dikmen emekçilerinin ekmeğine, yerine yurduna göz koyan bir mülksüzleştirici işlevini üstlendiğini; çünkü Ankara’nın, AKP ve Gökçek’in müthiş bir rant alanı olduğunun altını çizmek gerekiyor.

* * * * *

Toparlarsak: Kapitalizmin yapısal özelliği olan krizler özellikle 1930 yılı sonrasında her dönem büyümekte ve derinleşip genişlemektedir. Halkın sayısız ihtiyaçları varken kapitalizm, aşırı üretim ve tüketim ile bu sorunlara cevap vermekten çok uzaktır. Bolluk içinde açlığı ve büyüyen eşitsizliği, her geçen gün derinleştirmektedir.

Sürdürülemez kapitalizm için kent mekânı daha somut olarak da toprak ve yapılar alınıp satılır bir meta olarak merkezi bir konum kazanmıştır. Üretim alanında ortaya çıkan sermaye fazlası kent mekânına yönlendirilerek, sermayenin aşırı birikim krizi belli bir dönem için aşılmaya çalışılmaktadır. Meta üretimi ve tüketiminin gerçekleştiği sermayenin birinci çevriminde biriken sermayenin tekrar yatırıma aktarılmadığı durumlarda, bu aşamada oluşan aşırı birikimin ikinci çevrime aktarılması kapitalizmin krizi çözmenin başlıca yollarından biri olarak uygulanmaktadır.

İster devlet ister piyasa aracılığıyla olsun, ikinci çevrime aktarılan kaynakların önemli bir bölümü kentsel mekâna yönelmiştir. Kentsel mekâna yönelen yatırımlar ise bir yandan aşırı birikim sorununu çözerken, diğer yandan da yeni taleplerin ortaya çıkmasına yol açarak birinci aşamada ortaya çıkan krizin çözülmesine de yardımcı olmuştur. Kent mekânının kendisi sabit sermaye hâline gelmekte ve kapitalizm giderek artan biçimde kent mekânına kendi mantığını dayatmaktadır.

Türkiye’de son dönem içinde yaşadıklarımız yukarıda sözünü ettiğimiz gerçeklerden ayrı bir süreç değildir. Çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle halkın barınma hakkı göz ardı edilip insanlar sistemin birer kölesi hâline getirilmek istenmektedir. Kentin değişimi, kentin sınıfsal düzeyde ayrışması ve kutuplaşması derinleşmekte, zaten var olan rant merkezli kentleşme daha da ön planı çıkmaktadır.

1980’lerden sonra artan gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve toplumsal kutuplaşmanın, en çok belirginleştiği yerler yine kentsel yaşam ve barınma alanları olmuştur. Gelir dağılımındaki eşitsizlikler ve bölgeler arasındaki dengesizlikler derinleşmiş, yaşam standartları arasındaki uçurumlar büyürken kentlerdeki yaşam alanları da ayrışmaktadır.

Sermaye kesimi “güvenlikli siteler/küçük kaleler” içinde kendisini “koruyarak” yaşarken, “varoşlardaki” emekçi ve ezilenler genişletilmiş üretimin bir parçası olarak artık gözden çıkarılmakta, üretim ve yaşam alanlarının birbirleriyle ve kendi içlerindeki sınıfsal, ekonomik, sosyal ve kültürel bütünlüğü yıkılarak, emekçilerin ve yoksulların dayanışma ve örgütlülük mekânları dağıtılmaktadır. Sadece İstanbul’da 650 binden fazla evin yıkılması ile 3 milyondan fazla insan yerinden edilecektir. Bu yolla kentlerde sınıfların yaşam alanları yeniden organize edilmektedir.

Halkın büyük çoğunluğu için kullanım değeri olan mekânlar sermaye için değişim değeri hâline dönüştürülerek doğal kaynaklar, tarih ve doğal değerler, kültürel miras, ekolojik dengeler yok edilmektedir.

* * * * *

Bu süreç kaçınılmaz değildir. Bu sürece karşı koyabilmemiz için önce onu tüm boyutlarıyla ortaya çıkarmamız gereklidir. Kent mekânlarının metalaştırılarak sermayenin birikim mekânı hâline getirildiği günümüzde, sömürüye dayanan bir kentsellikten, insanlığın hak ettiği bir kentselliğe yolun açılması, sermayenin değil, insanlığın yararına bir dönüşümün gerçekleştirilmesi, tüm sürecin sona erdirilmesinin biricik yolu olarak görülmektedir.

Bunun için kentlerin ve doğal çevrenin değişim değerini değil kullanım değerini esas alan politikaları geliştirmek ve mücadele etmek hepimizin tarihsel bir görevdir.

Çünkü emekten yana kurmak, yaratmak etkinliklerin en insanîsi ve soylusudur.

O hâlde kentleri bu anlayışla yeniden kurmalıyız.

Egemenlerin saldırılara karşı, ona sahip çıkarak, sokaktan örgütlenip karşı durarak, kent(imiz)e ve kendimize sahip çıkmak gerekiyor!

* * * * *

Dikmen Vadisi emekçileri bu konuda biz(ler)e çok şey öğretiyor!

Le Corbusier’nin, “Bir yapı yaratmak, düzene koymaktır. Neyi düzene koymak? İşlevi ve nesneleri,” uyarısını; Victor Hugo’nun, “Mimarlık, insan soyunun yüce düşüncelerini kaydetmiştir. O büyük kitapta, yalnızca her dinsel düşüncenin değil, insanlığın her düşüncesinin de bir sayfası vardır,” saptamasını asla unutmadan emekten yana bir mimarinin, yapılarını taşlarla değil, yüreğiyle kuracağını Dikmen Vadisi emekçilerinin mücadelelerinde görebiliriz.

Bu bağlamda Carol Davidson Cragoe, ‘Binalar Nasıl Okunur?’ başlıklı kitabında, “bina yapma sanatı” dediği mimarlığın da kendine özgü bir dili olduğunun altını çizerken[3] çok haklıdır! Çünkü nasıl bir dünya istiyorsak, öyle bir kent istiyoruz… (Bunun kanıtı Parisli Kömünarlar’dır…)

Toplumsal ile doğanın ilişkisini; kenti değiştirerek kendimizi ve dünyayı değiştireceğimizi; kentin kamusal bir alan ve ortak bir hak olduğunu unutmadan; sürdürülemez kapitalizmin “mucize çözümleri”, “çılgın projeleri” karşısında, emek(çiler) için yaşanabilir kentleri, onların özyönetimleriyle yaratmalarından yana olmalıyız…

Kaliforniya, Berkeley’deki Koruma Enstitüsü’nün kurucusu yazar Charles Siegel, ‘Planlamamak: Yaşanabilir Kentler ve Politik Seçimler’ başlıklı kitabında şunu söylüyor: “Nasıl bir kentte yaşamak istediğimiz konusunda temel politik kararlar almalıyız. Kentlerimizi geri almak için yönetimlerin yanlış kararlarına karşı çıkıp yasaları değiştirmek, modernleşme ve büyümenin yıkıcı etkilerine politik sınırlar koymak zorundayız. Böylece kentlerin sorunlarını plancıların çözebilecekleri ölçeklere indirmek mümkün olabilecektir. Yaşanabilir kentler kurmak, kentte yaşayanların demokratik biçimde verecekleri politik kararlara ihtiyaç gösterir.”[4]

Tam da bunun için yaşamın giderek artan hızının yanında, her şeyin tektipleşmesi ve yabancılaşmanın yoğunlaşarak yaygınlaştığı kapitalist sürdürülemezlik çerçevesinde kentin yeniden kurulması için özerk, yaratıcı ilişkilerin kurulması çok önemlidir.

Bunun için de insan(lar)a hükmeden kent yerine, insanların kolektif olarak biçimlendirdiği kentleşmenin tahayyül ve tasavvurunu canlandırmalıyız…

Kapitalizmin insan(lık)a dayattığı “fanus-kentler”de yaşamaya mahkûm olmamak için Nietzsche’nin “Yeryüzüne sadık kalın” deyişini anımsamak; doğaya, hayatımıza bugünü ve geleceğiyle sahip çıkarak yeniden başkaldırmak gerekiyor…

Çok önceleri Paris Komünü’nün, dün Fatsa’lıların bugün de Dikmen Vadisi emekçilerinin yaptığı gibi…

29 Eylül 2012 10:47:45, Ankara.

N O T L A R

[*] Orada Hayat Var-Dikmen Vadisi Direnişi, Hazırlayan: Mehmet Özer, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Kültür MBÇK Yay., 2012… içinde yayınlandı (ss.45-49.)

[1] William Shakespeare.

[2] Biray Kolluoğlu, “Kente Hangi Köşeden Bakıyoruz?”, Radikal İki, 28 Kasım 2010, s.15.

[3] Carol Davidson Cragoe, Binalar Nasıl Okunur?, Çev: Pelin Derviş, YEM Yay., 2011.

[4] Haluk Gerçek, “Kente Karşı İşlenen Suçlar”, Radikal İki, 22 Mayıs 2011, s.12.