Anasayfa , Avrupa , Panagiotis Sotiris'le Yunanistan'da "kargaşa ve umut günleri" üzerine

Panagiotis Sotiris'le Yunanistan'da "kargaşa ve umut günleri" üzerine

RÖPORTAJ | 11 – 08 – 2011 | “Bir Sorunun Formülasyonu, Onun Çözümüdür” (Karl Marx)

“Akademi Politik” söyleşi dizisinin ikinci söyleşisiyle karşınızdayız. Bu kez merceği Yunanistan’a yakınlaştırdık. Yunanistan deyim yerindeyse kaynayan bir kazan. Yunanistan’da neler olduğunu, yükselen sınıf mücadelesi içinde gençliğin rolünü, hem teoride hem de pratikte yer almanın Marksizm açısından önemini, devrimci aydın kadroların sisteme eklemlenmelerine neden olan koşulları, sınıfın dönüşümlerini ve gençlik hareketlerinin bu dönüşümlerden nasıl etkilendiğini, yeni özne tarifleri karşısında sınıfta görülen yenilikleri ve genişlemeleri son dönemin militan akademisyen profili içinde Yunanistan’da öne çıkan, karşı kıyının Ege Üniversitesi’nden Dr. Panagiotis Sotiris ile konuştuk. Sotiris son iki yılda yayımlanan “Rebels with a Cause: The December 2008 Greek Youth Movement as the Condensation of Deeper Social and Political Contradictions (2010)”, “Reading Revolt as Deviance: Greek Intellectuals and the December 2008 Revolt of the Greek Youth (2010)”, “Days of Unrest and Hope (2011)” ve Historical Materialism’in son sayısında yayımladığı “Beyond Simple Fidelity to the Event: The Limits of Alain Badiou’s Ontology” başlıklı makalelerindeki tezleri üzerinden söyleşimize konuk oldu.

* * *
“Akademi Politik” Söyleşileri II: Dr. Panagiotis Sotiris (University of the Aegean, Sosyoloji bölümü öğretim üyesi, Yunanistan)
“MODERN TARİHTE İLK KEZ BİR KUŞAĞA, AİLELERİNİN SAHİP OLDUĞU YAŞAM KOŞULLARINDAN DAHA KÖTÜ ŞARTLARDA YAŞAYACAĞI SÖYLENİYOR”

Deniz Yıldırım: Panagiotis, her şeyden önce son durumla başlayalım mı? Yunanistan’da şu anda karşı karşıya olunan durum nedir tam olarak? Egemen sınıfların hegemonya krizinden söz edebilir miyiz? Protestoların hedefinde ne var?

Panagiotis Sotiris: Şu anda Yunanistan’da ekonomik krizden sosyal ve siyasal bir krize doğru geçişi deneyimlediğimizi söyleyebiliriz. PASOK Hükümeti, 1974’te askeri diktanın devrilmesinden sonra demokratik yollarla seçilerek gelmiş hiçbir hükümetin karşılaşmadığı kadar derin bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya ve bu meşruiyet krizi tüm sistemi kuşatacak biçimde genişledi. 2010 Baharı’nda başlayan tüm protesto serisi ve şimdi de “Şehir Meydanları Hareketi” bu meşruiyet krizini derinleştirmekle kalmadı, aynı zamanda öfke ve huzursuzluğa kolektif bir biçim kazandırdı. Artık şurası çok açık: hükümetler, eskiden yönetmeye alıştıkları gibi yönetemiyorlar, halk ise aynı biçimde yönetilmeyi kabul etmeyen bir çizgiye geliyor. Sonuçta siyasal krizin bu klasik tanımı geride kalan aylarda Yunanistan’da açık ve gözle görülür hale geldi.

Diğer taraftan Avrupa Birliği, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’ndan oluşan Troyka’nın açıkça dikte ettiği önlemlerin aşırı saldırgan karakteri, emekçi sınıfların elindeki kazanım ve hakların ortadan kaldırılmasını ve tamamen farklı bir “sosyal paradigma”yı halka dayatmayı hedefliyor, ancak bununla birlikte bir şeyi daha açığa vuruyor: “serbest piyasa” fikri, bize söylendiği kadar “rasyonel” değil ve tüm bu nedenlerle neoliberal hegemonya çatırdıyor.

Dolayısıyla bu noktada çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşmesine yol açacak köklü “fedakârlıklar” bekleyen bu saldırgan neoliberal dalganın artık daha fazla hegemonik bir proje olarak işlemesi mümkün değil. Tam da bu nedenle tanık olduğumuz protesto eylemlerini sadece geniş kitle katılımı ve devamlılığı olan eylemler olarak görmeyelim, bunlarla birlikte karşımızda kökten sistem karşıtı karakter kazanan ve radikal bir politika değişikliği talep eden bir hareket bulunuyor. Halkın geniş katmanlarında gözlenen ve hızla etkisi artan kitle seferberliği, siyasallaşma ve radikalleşme eğilimi, sadece siyasal krizi ve neoliberalizmin hegemonya krizini derinleştirmiyor, aynı zamanda emekçi sınıfların karşı hegemonya projelerini örebilmeleri ve potansiyel bir tarihsel blok kurabilmeleri için imkânları genişletiyor.

Geniş kitle meclislerini ele alalım, meydanlarda oluşturulan. Bu meclislerde geleneksel demagoji türlerine yer yok; herkesin eşit söz hakkı var ve kararların en önemli niteliği kolektif karakter taşıması. Bu meclisler siyasal talep ve stratejilerin kolektif olarak örülmesinde, inşasında alternatif bir paradigma imkanı sunuyor. Bu aşamada söz konusu meclislerin, basitçe hâkim politikaların reddinin ötesine geçen talepler ve siyasal konumlar yaratmaya başladığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu kitlesel meclislerde hükümetin önlem paketi, borç krizi, gerçek demokrasi sorunu rahatlıkla tartışılıyor. Ama aynı zamanda kolektif öz-örgütlenmenin ve dayanışmanın yeni paradigmasının da inşa edildiği bir gerçek.

O halde okuyucularımız için biraz geriye dönelim ve krizin köklerine bakalım mı? Sanıyorum bilgi kirliliğini ortadan kaldırmak için kısa bir özete ihtiyacımız var.

Şu anda karşı karşıya olunan borç krizi, kemer sıkma politikalarının gündeme getirilmesine zemin hazırlayan ve Yunan kapitalizminin çelişkilerini daha da derinleştiren bir kriz. Büyük açıklar ve sonuçta artan borçlanma, kapitalist yeniden yapılanmaya, ucuz emeğe, AB’den istikrarlı para akışına, turizm, gemi taşımacılığı, inşaat gibi küresel konjonktüre duyarlı sektörlerde büyümeye ve büyük sermayeye uygulanan son derece gevşek vergi sistemine dayalı Yunan kapitalizminin “kalkınma paradigması”nın çözüldüğüne işaret ediyor.

Bu çelişkiler, Avrupa Birliği’nin finansal ve parasal mimarisinin etkileriyle birlikte daha da yoğunlaştı, özellikle de Yunanistan’ın Euro’ya geçişiyle birlikte. Euro, rekabet sorununu açığa çıkardı ve bu Almanya gibi ülkeler için istikrarlı para devalüasyonu, Yunanistan gibi ülkeler için de paranın istikrarlı biçimde değer kazanması gibi bir işlev gördüğü için, artan açıklar ve borç sorunları karşısında, emekçilerin ücret ve haklarına açık saldırı dışında bir seçenek bulunmuyordu. Böyle bir krizle karşı karşıya kalan egemen sınıflar, onların siyasal temsilcileri ve elbette AB ve IMF’nin temsilcileri, borç krizini emeğe dönük yeni bir saldırı dalgası başlatılması için bir fırsat ve sermaye ile emek arasındaki güç dengesini de radikal biçimde değiştirmek için bir araç olarak gördüler.

Onun için şunu belirtmekte yarar var. Kemer sıkma paketi, borç krizine karşı geliştirilmiş anlık bir önlemler paketi değildir, daha ziyade stratejik tercihleri yansıtıyor bu pakette yer alan önlemler. Neler mi yer alıyor: emek maliyetlerinin düşürülmesi, emeğin artan oranda güvencesizleştirilmesi, kamu işletmelerinin ve varlıklarının topyekûn yağmalanması anlamına gelecek bir özelleştirme dalgası. Daha ileri giderek şunu söylemek mümkün: Yunanistan, böylesi saldırgan politikaların uygulanabilirliğinin test edilmesi için bir laboratuar ya da deney sahası olarak kullanılıyor.

Bu politikaların sonuçları neler, bunları da açar mısın?

Evet, bu politikaların sonuçlarıyla daha şimdiden karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Bunu belirtmeliyim. Mesela hem nominal hem de gerçek ücretlerde ciddi bir gerileme söz konusu, işsizlik hızla yükseliyor, öyle ki yüzde 16’yı aşan işsizlik oranı gençler arasında yüzde 40’ın da üstünde, yaşamak için gerekli harcamaların maliyetleri artıyor ve insanlar kendilerini hiçbir dönemde olmadığı kadar güvensiz hissediyorlar.

Geleneksel aile dayanışmasının ve kuşaklararası dayanışmanın da sınırlarına ulaştığımızı düşünürsek, Yunanistan’da karşı karşıya olunan toplumsal felaketin ancak eski Sovyet bloğu ülkelerine 1990’ların başında uygulanan “şok terapi” programının sonuçlarıyla karşılaştırılabilir düzeyde olduğu ortaya çıkar. Aslında tam da bu boyut, hem neoliberal hegemonyanın çözülmesinin hem de Yunan siyasal sisteminin karşı karşıya olduğu meşruiyet krizinin maddi altyapısını hazırladı. Elbette AB’nin giderek daha da gerici ve anti-demokratik bir yapıya evrilmesiyle de yoğunlaşmış oldu bu durum.

Halkın iradesi dikkate alınmaksızın, borç yükü bahane edilerek ülkelere dayatılan kemer sıkma önlem paketleri, AB mekanizması için daha fazla yeni müdahale imkânları sağlayacak öneriler. AB’nin çevre ülkeleri için “sınırlı egemenlik” mantığının dayatılması mesela. Tüm bunlar AB’nin gerçek işlevine dönük kanıtlar sağlıyor. Avrupa elitlerinin post-demokratik ve post-hegemonik karakterde, saldırgan, “disipline edici” bir neoliberal yönetişim biçimini benimsediklerini görüyoruz ki tam da bu bana göre daha fazla toplumsal patlamanın kapısını aralayabilir.

Yunanistan aslında geride kalan yıllarda da oldukça hareketliydi. Sanki bugünlerin sinyal krizleri geride kalan yıllarda görülebiliyor. Mesela 2008 sonunda patlak veren gençlik isyanı. Bu isyanla devam edelim mi?

Elbette. 2008 yılının Aralık ayında patlak veren Gençlik İsyanı, geride kalan yıllara damgasını vuran en etkili kitle seferberliği ve toplumsal huzursuzluk göstergesiydi diyebilirim. Kitle seferberliğinin, katılımın düzeyi, ifade edilen öfke, isyanın şiddeti, tüm bunlar kapitalist toplumsal formasyonda daha köklü toplumsal huzursuzlukları, siyasal kopuşları ve ideolojik yer değiştirmeleri, kapitalist krizin de derinleşmesiyle birlikte, daha da görünür kıldı.

Bu isyan ne tam olarak kesin talepler ekseninde örgütlenmiş geleneksel bir gençlik hareketiydi ne de tek başına, 15 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos’un polis tarafından öldürülmesine tepki veren “kör” ya da “dilsiz” bir sosyal patlamaydı. Karşı karşıya olduğumuz şey, “sistem karşıtı bir protesto ve radikal toplumsal değişimler için güçlü bir talep dalgasıydı” diye özetleyebilirim.

Yani neoliberal hegemonyanın krizini öne çektiği oranda ve gençlik isyanını izleyen halihazırdaki protestoları da dikkate aldığımızda, Aralık 2008 isyanı için, artan sosyal ve siyasal kitle seferberliğinin damga vuracağı yeni bir tarihsel evrenin açıldığını müjdeleyen, “gelecekten gönderilmiş bir posta kartı” ifadesini kullanabiliriz sanırım.

Panagiotis, sen hem akademidesin hem de politik mücadele içinde yer alıyorsun. Akademi Politik söyleşileri açısından bu önemli bir kriter. Söylediğiyle eylediği uyuşan bir kuşağın günümüzde daha da önem kazandığını düşünüyorum. Biliyoruz ki 2008 isyanı sırasında sen de hareketin önderleri arasında yer alıyordun. Özellikle Batı basını isyanın taleplerini genellikle senin sözlerinle haber olarak geçti tüm dünyaya. Bu noktada içinden geçtiğimiz dönemde praksis felsefesinin önemini açman mümkün mü? Bu neden önemli ve hem teorik mücadelede hem de pratik politik mücadelede tutarlı bir ortaklaşma Yunanistan’da nasıl karşılanıyor?

Ben her zaman Marksizm’in sadece teorik bir tercih olarak düşünülmesine, sunulmasına karşı çıktım. Marksizm aynı zamanda sosyal ve siyasal bağlılık biçimidir. Teori ile pratiğin diyalektiği belki de hiç olmadığı kadar çok gerekli günümüzde. Önerim şu: Kapitalist sömürünün ve burjuva hegemonyasının güncel biçimlerini daha iyi anlamak için teori alanındaki çalışmalarımızı derinleştirmeli, ama aynı zamanda sosyal/siyasal mücadelede etkinleşmeliyiz. Yani hem teorik varsayımlarımızı mücadele deneyimlerinin ışığında sınayabilmeli hem de mücadele alanında ve militanların deneyimlerinde gündeme gelen soruları teorik çalışmanın başlangıç noktası olarak alabilmeliyiz. Tam da bu noktada yeni bir “kolektif militan entelektüellik” figürüne ihtiyacımız olduğu ortada. Bununla, sosyal ve siyasal hareketlerle yakın işbirliği ve koordinasyon içinde olan teorik çalışmayı kastediyorum aslında. Ve bu da aynı anda hem sol kanat entelektüelleri de içerek şekilde entelektüellerin seçkinciliğinden ve bazen de kimi toplumsal hareketlere damgasını vuran anti-entelektüalizmden uzaklaşarak mümkün olabilir.

Yunanistan’daki duruma gelince… Şunu belirtmeyi çok önemsiyorum: İnsanlar egemen siyaseti sorgulamaya başladıkça, eşzamanlı olarak radikal alternatif olasılıklarına dönük daha fazla eleştirel analiz ve argüman aramaya başlıyor. Bu da eleştirel-radikal perspektif imkanlarını genişleten entelektüellerin çalışmalarına dönük ilginin artması anlamını taşıyor. İnternet, bu süreci hızlandırdı. Ayrıca, 1970’lerdeki radikal duruşlarını terk ederek kapitalist modernleşme ideolojisiyle barışan bir önceki aydınlar kuşağının aksine, teorik çalışma ile politik eylemliliği birleştiren daha genç kuşak araştırmacılar ve entelektüellerin bugünkü varlığı gerçekten umut verici bir işaret.

* * *
“İNSANLAR SADECE KOLEKTİF MÜCADELELERE DAHA FAZLA DAHİL OLMA İSTEĞİ DUYMUYOR, AYNI ZAMANDA DAHA YENİ VE DİNAMİK PROTESTO BİÇİMLERİNİ DE ARIYOR”
Önemli bir katkı. Gelelim isyan dalgasının coğrafyasına. Genel olarak Akdeniz Havzası’nda yoğunlaşan isyan dinamikleri hakkında neler düşünüyorsun? Mesela Arap dünyasını saran isyan dalgası, İspanya’da öfkeliler hareketinin yükselişi. Bu isyanları birbirleriyle nasıl ilişkilendiriyorsun?

Arap Baharı, Yunanistan’da kesintisiz bir biçimde süren protestolar, İspanya’da “öfkeliler” hareketi, Fransa’da Güz 2010’da patlak veren kitle gösterileri, Britanya’da giderek güçlenen yeni, militan bir öğrenci hareketinin varlığı ve hatta ABD Wisconsin’de Capitol binasının göz kamaştırıcı işgali. Tüm bunlar yeni bir toplumsal mücadele dalgasının geldiğine şahit olduğumuzun açık göstergeleri. Bu mücadele dalgası, eğilim olarak, sınırları olmakla birlikte isyankâr bir karakter taşıyor. Bununla, “devrim öncesi durum”da olduğumuzu ima etmiyorum tam olarak. Anlatmak istediğim, hem kapitalist krizle baş etmek için alınan saldırgan önlemlerin hem de neoliberal hegemonyanın krizinin bir sonucu olarak, toplumsal protestonun taleplerinde ve dinamiklerinde yeni bir niteliğin söz konusu olduğu. İnsanlar sadece kolektif mücadelelere daha fazla dahil olma isteği duymuyor, aynı zamanda daha yeni ve dinamik protesto biçimlerini de arıyor. Ve daha da önemlisi, eşzamanlı olarak sadece basit talepler gündeme getirmiyor, radikal değişim için daha küresel taleplerle sahneye çıkıyor.

Gençler bu mücadelelerin tam da merkezinde yer alıyor, çünkü gençlik işsizliğin, geleceksizliğin ve kötüleşen yaşam koşullarının faturasını daha çok ödüyor. Modern tarihte ilk kez bir kuşağa, ailelerinin sahip olduğu yaşam koşullarından daha kötü şartlarda yaşayacağı söyleniyor ki bu da protestolarda çok etkili bir güdüleyici. Tam da bu nedenle gençlik halihazırdaki kapitalist saldırının ağır darbelerini alırken aynı zamanda “zincirin en zayıf halkası” olarak görünüyor. Bununla gençliğin daha geniş kapsamlı mücadelelerin öncüsü olabileceğini ve gençlik hareketlerinin protesto dalgalarının başlangıç noktası olarak görülebileceğini kast ediyorum.

O zaman buradan devam edelim. Oldukça yararlı bulduğum bir diğer çalışmanda, 2008 isyan dalgasının istihdam olanaklarındaki kötüleşme ve eğitimdeki yeniden yapılanmayla bağlantılı derin sosyal köklerinin olduğunu belirtiyorsun. Yunanistan’da bu kuşağa “700 Euro Kuşağı” adı veriliyor. Başka ülkelerde de benzer adlandırmalar mevcut. Bu dönüşüm bizde de gözlemlenen, önemli sonuçlara gebe bir dönüşüm. Bunun hakkında bize neler söyleyebilirsin?

Ben bu noktada modern kapitalizmin daha derinlerde yatan çelişkilerinin sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuzu öne süreceğim. Geride kalan yıllarda gerçekleştirilen tüm kapitalist yeniden yapılandırma biçimlerinde hayati olan unsur, sermaye kuvvetlerinin önemli bir bölümünün, daha az hak sahibi ama daha nitelikli, daha üretken ama güvencesiz, aşırı kalifiye ama düşük ücretli bir işgücü arayışı içinde olmasıydı. Yunanistan’da “700 Euro Kuşağı” ya da diğer Avrupa ülkelerinde “Bin Euro Kuşağı” olarak adlandırılan kuşak, tam da bu sürecin ürünü.

Beklentilerle gerçeklik arasındaki mesafe ve işgücünün bu kollarındaki unsurların (hem aktif çalışanların hem de geleceğin işçilerinin) sadece bu çelişkiyi fark edecek pozisyonda olmakla kalmayıp aynı zamanda sahip oldukları huzursuzlukları toplumsal taleplere dönüştürebilecek iletişim becerilerine sahip olmaları, öğrenci hareketine ve genel olarak da 2000’lerin ortasından itibaren gençlik eylemlerine yeni bir karakter kazandırdı.

Bu nedenle belki, prekarizasyon dediğimiz güvencesizleşme süreci sadece daha esnek istihdam kalıplarına doğru bir dönüşümü ifade etmiyor, ama aynı zamanda emeğin daha da yoğun bir biçimde sömürülmesi ve bununla bağlantılı süreçler için üretimin ve eğitimin yeniden yapılandırılmasına da işaret ediyor. Bu aynı zamanda günümüzde gençlik mücadelelerinin geleneksel “gençlik hareketleri” olmadığı anlamına geliyor. Çünkü geleneksel hareketler, devletin ideolojik aygıtları bahsi çerçevesinde eğitimle ilgiliydiler. Aksine, günümüzün gençlik hareketleri, sermaye-emek ilişkilerinin daha saldırgan temelde yeniden yapılandırmasına karşı bir inkâr ve direniş hattını temsil ediyorlar. Dahası var. Gençliğin radikalleşmesi, yani geleceğin işgücünün radikalleşmesi kapitalist yeniden yapılanma sürecinin temel çelişkilerinden birini oluşturuyor. Bu nedenle de gençler, yeni “tehlikeli sınıflar” muamelesi görüyor.

Makalende bu hareketlerin sınıfsal temelini “proletarya sonrası prekarya” ya da “çokluğun yükselişi” olarak yansıtmanın aldatıcı olacağını da belirtiyorsun. Bu noktayı önemsiyorum, çünkü Türkiye’de de yükselen bu tür hareketlere dönük özne tariflerinde proletaryayı ikame eden bir kavram olarak prekarya teriminin kullanıma sokulduğunu görüyoruz. Sence prekarya adlandırmasından neden sakınmalıyız?

Hem ‘prekarya’ hem de ‘çokluk’ terimi, evet, aldatıcı olabilir. Özellikle de tarif etmeye dönük terimler ya da metaforlar olarak kullanılmayıp analitik birer araç olarak devreye sokulduklarında. Az önce de belirttiğim gibi, emeğin prekarizasyonu, güvencesizleşmesi kapitalist üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin yeniden yapılanmasını kapsayan daha geniş bir sürecin sadece bir unsuru. Ayrıca sadece güvencesiz gençlerin istihdamına odaklanırsak, işçi sınıfının diğer kesimlerini de etkileyen yeniden yapılanma sürecinin sonuçlarını ve boyutlarını da gözden kaçırmış oluruz.

Aynısı, “çokluğun doğuşu” tarifinde ısrar edenler için de geçerli. Bu terim işçi sınıfıyla kendi hesabına çalışanlar, yeni orta sınıflar ve işsizler arasındaki farklılıkları bulanıklaştırıyor. Ben bu kesimlerin ortak mücadeleler ya da talepler ekseninde birleşmesi mümkün değil demiyorum, ancak kolektif birliği tarif etmek için başka ve daha iyi yollar da var. Vurgulamak istediğim bu. Dolayısıyla işçi sınıfını ve onun potansiyel müttefiklerini böylesi “herkesi kapsayan” terimlerle görünmez kılmak yerine, toplumsal dinamikleri ve mevcut gelişmelerden doğan politik potansiyeli çözümlemek için Marksist kavramları kullanmamız gerektiğini düşünüyorum.

Birçok kapitalist ülkede doğrudan ya da dolaylı olarak insanların emek güçlerini satmak zorunda olduğu gerçeği, potansiyel bir tarihsel blok oluşturarak işçi sınıfının hegemonik önderliğinde geniş bir anti-kapitalist sosyal ittifaka sahip olabileceğimizin işareti aynı zamanda. Toplumsal ittifaklarda ısrar ediyorum, çünkü kendi türünün eşsiz örneği sosyal özneler olarak tek bir sosyal kategoriyi toplumun temsili mağduru olarak yansıtan solcu gelenek biçimini de karşımıza almamız gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal ittifak meselesi üzerinden düşünelim. Bana kalırsa hem Yunanistan’da hem de Arap dünyasındaki isyanlarda gördüğümüz protesto dalgasının en önemli yönlerinden birisi, geniş toplum kesimlerinin ve yaş gruplarının harekete katılımındaki yüksek düzey.

Bir başka çalışmanda, Yunan entelektüellerinin rolüne ve onların gençlik isyanı karşısında geliştirdikleri tutumlara değiniyorsun. Bu noktada Yunanistan’da sosyalist entelektüellerin egemen sınıflar kampına nasıl iltica ettikleri, dönüştürüldükleri sorusu ilgimi çekiyor anlattıklarından. Sisteme nasıl uyumlulaştırıldı bu aydın kesimi? Sen bunda Modernleşme Teorisi’nin ciddi katkılarının olduğunu öne sürüyorsun. Burayı açalım mı biraz şimdi?

Memnuniyetle. Yunanistan’da ideolojik konjonktürün en ilginç unsurlarından birisi de, saldırgan kapitalist yeniden yapılandırma programlarını savunanların büyük çoğunluğunun sol ya da komünist bir geçmişe sahip olması. Sanırım sağa doğru gerçekleşen bu ideolojik yer değiştirme, sadece bir tür ihanet olarak görülmemeli. Çünkü bu yer değiştirme, sol kanat entelektüellerin modernleşme projesine bağlılıkları temelinde 1970’lerden beri sahip oldukları bir çelişkinin dışavurumu aslında. Bu aynı zamanda emperyalizmi ülkeleri geri bıraktırmayı amaçlayan bir olgu olarak sunan ve kapitalizmin ‘üretici güçlerin gelişimi’ne yardım edemeyeceğinde ısrarcı olan geleneksel komünist ekonomizm eğiliminin bir uzantısı. Bu konumlanış sol kanat entelektüellerin modernleşme projelerini kapitalizm ve emperyalizm karşıtı gibi sunmalarına da olanak sağladı. 1970’lerin radikalizminin çözülmesi, bu entelektüellerin birçoğunun üniversitelerde akademisyen olmaya başlaması, AB tarafından fonlanan araştırma projelerine katılmaları, özellikle PASOK hükümetleri dönemlerinde devlet politikalarının planlanması süreçlerine bir biçimde dahil olmaları, bunların tümü kapitalizm ve emperyalizm karşıtı retoriğin aşınmasına ve kapitalist yeniden yapılanmanın tam olarak kabul edilmesiyle birlikte bağımlı sınıflara karşı oldukça saldırgan bir tutumun benimsenmesine yol açtı diyebiliriz. Bunun en açık örneklerinden birisi, sol geçmişe sahip şimdinin anaakım entelektüellerinin toplumsal hareketleri ve protestoları “geri kalmış” ve “ilerleme karşıtı” olarak sunmalarında görülüyor.

Yunanistan’da Gramsci’nin dediği gibi eskinin öldüğü ama yeninin tam olarak doğmadığı bir organik kriz söz konusu. Düzen partisi ile düzeltme partisi (iki parti arasında iktidarın yer değiştirdiği sistemlerde merkez sol ve sağın işlevlerini böyle tarif edebiliriz), yani Yunanistan örneğinde PASOK ve Yeni Demokrasi meşru zemini ve toplumsal desteği kaybederek ciddi bir temsil krizine sürükleniyor. Bu noktada Yunanistan’da alternatif, devrimci bir hegemonya için imkân, ihtimal ve tehditler neler şu anda?

Yunanistan radikal solu, çok büyük bir meydan okumayla karşı karşıya. Belki de ilk kez ekonomik, sosyal ve siyasal krizin birleşimi ve de sosyal ve siyasal eylemlilik dalgasının güç kazanması birlikte düşünüldüğünde radikal bir sosyal ve siyasal değişimin olanaklılığı gün yüzüne çıkıyor. Mevcut siyasal sistemin zorlayıcı neoliberalizm dışında görünür bir alternatif öne süremiyor oluşu, bağımlı sınıfların radikalleşmeleri ve siyasallaşmaları bir tek şeye işaret ediyor: Sol, sadece bir mücadele ya da özgürleşme retoriğine dayalı stratejinin ötesine geçmek, stratejiyi yeniden düşünmek zorunda.

Buna karşın Yunan Komünist Partisi’nin (KKE) sekter tutumu ve eylemde birliği reddetmesi; SYRIZA’nın (Radikal Sol Koalisyon – temel güç Synaspismos – Avrupa solunun bileşeni) Sol Avrupacılığın sınırlarının üstesinden gelmekte ve Euro’dan çıkmak gibi radikal talepleri benimsemekteki yeteneksizliği ve ANTARSYA’nın ise (Antikapitalist Sol Cephe) Yunan solunda yükselen bir güç olmakla birlikte hala sol içi güç dengelerini değiştirebilecek düzeyde etki alanı kazanamamış olması, şimdilik bu meydan okumalara karşı ayağa kalkmaktan çok uzakta olduğumuzu, bunun yanında da solun radikal ve antikapitalist cephesini oluşturmaktaki yetersizliklerimizi gösteriyor. Ama bu değişmek zorunda.

Bugün sol sadece direniş için talepler öne sürmek gibi bir lükse sahip değil. Hareketin gelişimi, emekçi güçlerle, gençlikle ve bağımlı diğer sınıf katmanlarıyla potansiyel sosyal ittifaklar oluşturulması için önemli imkânlar yaratıyor, yeni bir tarihsel bloğun doğuş koşullarından söz ediyorum. Aynı zamanda da açık siyasal kriz ve hareketin baskılarına dayanamayarak düşme tehlikesi yaşayan bir hükümetin varlığı da gösteriyor ki solun siyasal iktidara ilişkin kavrayışı açısından bambaşka bir konjonktürün doğuşuna tanıklık ediyoruz.

Radikal sol yeniden bir karşı hegemonya kuvveti olarak doğma imkanına sahip. Ama hem potansiyel “ilerici hükümet” ifadesinde kendisini gösteren reformist rüyayla hesaplaşması hem de geleneksel solcu sözdağarcığının sekterliğinden uzaklaşması gerekiyor. Ayrıca Borç Ödemelerinin Acil Olarak Durdurulması, Borçların İptali, Yunanistan’ın Euro bölgesinden ve potansiyel olarak da AB’den çıkması, bankaların ve stratejik altyapı kuruluşlarının kamulaştırılması, gelirin emekçiler lehine radikal bir biçimde yeniden dağıtılması gibi geçiş sürecini kitlesel katılımla örebilecek taleplerle hareketi birleştirmesi koşuluyla bu mümkün olabilir. Bu sayede talepler anti-kapitalist bir alternatifin imkânlarını genişletir ve sosyalizmin önünü açabilir.

Radikal sol kararlı bir biçimde hareketin öncelikli taleplerinin gerçekleşmesi için müdahale edebilmeli ve sosyal dinamikleri siyasal bir stratejiye tercüme edebilmeli bu noktada. Aksi halde ya hareket yenilecek, ki bunun doğal sonucu olarak toplumsal yıkıma dönük ultra-neoliberal, otoriter bir rejimin kesintisiz uygulanmasının önü açılacak, ya da alternatif burjuva stratejileri kapitalist hegemonyayı yeniden tesis etmek için gün yüzüne çıkmaya başlayacak. İkinci seçeneğin gerçekleşmesi, görünürde, şu anki duruma göre emekçi sınıfların durumlarının biraz olsun iyileşmesi anlamına gelebilir kuşkusuz, ancak bu aynı zamanda Yunan radikal solunun toplumsal dönüşüm süreciyle eklemlenmesi adına kaçırılmış bir tarihsel fırsat daha olacaktır.

Bugünkü hareket içinde gençliğin ve öğrenci hareketinin konumuna gelelim. Son olarak yazdığın “Kargaşa ve Umut Günleri” başlıklı bir yazıda “gençlik bu son eylemlerde önemli bir rol oynuyor olsa da, halihazırda hareket bir gençlik hareketi değil” diyorsun. Bugünkü mücadelenin sınıf karakteri nedir, açar mısın?

Bakın, meydanlarda kurulan hareket alt sınıfların birçok katmanını kendisine çekiyor, elbette sadece gençliği değil. Belirtmem gerek, elbette çok fazla genç bu hareketin içinde, özellikle de işsiz olan ya da güvencesiz işlerde çalışan gençler ciddi katılım gösteriyorlar ve onların katılımı hareketin örgütlenmesinde önemli açılımlar getiriyor. Ama aynı zamanda hareket işçi sınıfının önemli bileşenlerinin, yeni orta sınıfın ya da “yeni küçük burjuvazi”nin de desteğini alıyor. Bu yeni orta sınıf kesimleri yüksek vergilerin bedelini ödüyor ve kamuda istihdamın kötüleşen koşullarından rahatsız. Ama aynı zamanda ekonomik krizin etkilerini önemli ölçüde hisseden geleneksel küçük burjuva katmanlar da harekete katılıyor. Emekliler, ev hanımları, kısacası alt sınıfların karşı hegemonya ittifakını oluşturabilecek kesimleri, halk bu hareketin içinde yer alıyor.

Geçtiğimiz günlerde basına bir haber yansıdı. Habere göre CIA, artan toplumsal muhalefet ve siyasal kriz karşısında durumun iyileşmemesi halinde Yunanistan’da önümüzdeki aylarda bir askeri darbenin olasılık dahilinde olduğu yönünde bir rapor hazırlamış. Elbette bunun sızdırılmış olması da harekete bir gözdağı niteliğinde. Bu konuda neler söylemek istersin?

Bu raporu biz de duyduk ve bu da açıkça gösteriyor ki protestolar ve geniş kitlesel seferberlik gerçekten de istikrarsızlaştırıcı bir etken olabilir. Buna rağmen geleneksel anlamda bir askeri darbenin gündemde olduğu konusunda kuşkularım da var, çünkü Yunanistan’da 1967-1974 dönemindeki askeri diktatörlük rejiminin ardından ordu, eskiden sahip olduğu geleneksel iktidar merkezi olma konumunu önemli ölçüde yitirdi.

Daha rahatsız edici olan gelişmeyse, Yunanistan’da otoriter yönetişim modelinin dönüşü. Kemer sıkma önlemleri, açıkça kanunlara, parlamenter işleyişe ve anayasaya aykırı biçimde gündeme getirilirken, halkın iradesi tamamen hiçe sayılıyor. “Ekonomik olağanüstü hal ve sıkıyönetim” mantığı genişletilirken AB ve IMF’nin önlemleri dayatma yeteneği de artıyor ve elbette tüm bunlar yaşanırken polisin harekete karşı aşırı şiddet yüklü tutumu, otoriter bir geri dönüşün işaretleri şu anda. Az önce de belirttim. Yeni bir aşamaya giriyoruz. Sadece Yunanistan’da değil, aynı zamanda Avrupa Birliği’nde de. Bu yeni aşamayı “demokrasi sonrası ve hegemonya sonrası otoriter neoliberal yönetişim” olarak adlandırıyorum. Mantığı aslında çok basit ve bir o kadar da ürkütücü. Diyorlar ki: “biçimsel özgürlüklerinizi ya da parlamenter işleyişe dair kimi kanalları muhafaza edebilirsiniz, ama temel politik tercihler önceden ve size danışılmadan yapılacak.”

Troyka’nın rolüne gelelim. AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası üçlüsü, krizden çıkış için emekçilerin sırtına faturayı yüklemek istiyor, bunu bir fırsat olarak değerlendiriyor. Bu noktada AB konusunu biraz daha açalım mı? Türkiye’de demokrasi, ordunun rolünün geriletilmesi, insan haklarının iyileştirilmesi gibi argümanlar üzerinden AB sürecinin desteklenmesi, liberal sol söylemin önemli bir bileşeni uzun zamandır. Yunanistan örneği ya da deneyi AB’nin sınıf karakteri ve siyasal karakteri açısından bize neler söylüyor?

Avrupa Birliği şu anda gerici, anti-demokratik ve neoliberal karakterini tüm açıklığıyla sergiliyor ve Yunanistan’ın bu politikalar için bir deney sahası olarak kullanılıyor olması da bunu kanıtlıyor bana kalırsa. Avrupa Birliği başından itibaren emekçilerin ve sosyal hakların üzerine çullanan saldırıları koordine etmeyi amaçlayan, Avrupalı kapitalist girişimlerin konumunu pekiştirmeyi hedefleyen ve özellikle Almanya başta olmak üzere merkez ülkelerin hegemonik hırslarına hizmet eden saldırgan bir kapitalist projeydi. Euro’nun gündeme getirilmesi ve diğer “koordineli” politika biçimleri, zorla özelleştirmeler, Bologna Süreci ve üniversite reformu. Tüm bunlar AB’nin kapitalist yeniden yapılanmaya ve saldırgan neoliberalizmin dayatılmasına nasıl yardımcı olduğunun kanıtı olarak görülebilir. Avrupa Birliği’nin moda deyimle “demokrasi açığı” yapısal, AB ulusal bağımsızlıkla halk egemenliğini ortadan kaldırıyor. Diğer taraftan AB göçmen karşıtı siyasetlerin ve “resmi” ırkçılığın uygulanmasında da bir enstrüman işlevi görüyor. Kaldı ki saldırgan emperyalist müdahalelere destek vermesinden de anlaşılacağı üzere karşımızdaki emperyalist bir organizasyon. Ben tam da bu nedenle gerçekten anti-kapitalist bir alternatifin Euro bölgesinden derhal çıkılması ile AB’den çıkılması talebini de içermesi gerektiğinde ısrarcıyım.

Panagiotis, bu yararlı söyleşide önemli mesajlar verdin. Çözüme dönük konuşalım biraz daha. Akademi politik söyleşilerde praksise vurgu yapıyoruz. Sen de geçtiğimiz günlerde Historical Materialism dergisinde tam da bu çerçeveden bir Alan Badiou eleştirisi yayınladın. Bu makalende devrimci siyasetin sadece potansiyel devrimci bir öznenin potansiyelini gerçekleştirmesi, gücünü sergilemesi ya da verili güçler dengesini değiştirmesi ile ilişkili olamayacağını, aynı zamanda çelişkilerin ve uzlaşmaz karşıtlıkların karmaşık eklemlenmesini gerektirdiğini ve bunun da hem mücadele alanını hem de devrimci öznenin doğuş imkanlarını geliştireceğini belirtiyorsun. Bu ise diyalektik bir müdahale ile mümkün. Bu noktada bitirirken şunu sorayım: Badiou nezdinde neyi eleştiriyorsun?

Bence Alan Badiou, ki benim kendisine gerçekleştirdiği son derece önemli teorik katkılar nedeniyle büyük saygım var, sosyal ve siyasal uzlaşmazlıklar konusunda diyalektik olmayan bir görüşe/eğilime sahip. Bu diyalektik olmayan bakış açısının bir boyutu şu: Badiou, sosyal ve siyasal karşıtlık ilişkilerinin bizzat ilişkinin kendisi tarafından kurulduğu ve güçler dengesi tarafından belirlendiği gerçeğini yeterince önemsemiyor. Sonuçta işçi sınıfı sermaye ile uzlaşmaz sınıf ilişkisine giren verili/önceden kurulu bir varlık değil, aksine sınıf mücadelesi içinde inşa ediliyor. Buradan hareketle iki önemli sonuç çıkarabiliriz. İlki şu: sadece mücadelede ve mücadele yoluyla kolektif bir devrimci öznenin doğuşuna katkı sunabiliriz. Devrimci örgütlenmeleri mücadelelerin dışında kalarak inşa edemeyiz. İkinci sonuç da şu: devrimci bir öznenin doğuşu, bizim siyasal müdahalemizin derecesine ve kapsamına bağlı.

Tarihsel olaylar, özellikle de isyanlar, devrimci dalgalar bir bakıma öngörülememişti ya da önceden planlamak belki imkânsızdı; ancak bu onların tam anlamıyla tesadüfi oldukları ya da birer mucize oldukları anlamına gelir mi? Bu hareketlerin rastlantısal boyutu, bir nedensel ilişkinin yokluğunun değil, bu olayların karmaşık, eşitsiz ve aşırı belirlenmiş karakterinin bir ifadesi. Elbette planlanamazlar, devrim için ayrıntılı planlar, reçeteler yok; bunlar ancak aktif siyasal müdahale ile hazırlanıp harekete geçirilebilirler.

Ve bu politik müdahale ile kolektif örgütlenme girişimleri, bugün belki hiç olmadığı kadar daha da gerekli. Özellikle de neoliberal hegemonyanın krizini, artan sosyal ve siyasal kitle seferberliğiyle birlikte gün yüzüne çıkan tarihsel koşulları ve kitle mücadelesinin kolektif deneyimleriyle bizim öz-örgütlenmelerimizi düşününce bunun neden daha çok gerekli olduğu daha da belirginleşiyor sanırım.

Panagiotis, bu keyifli ve aydınlatıcı söyleşi için teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim.

* Söyleşiler ve çeviri: Deniz Yıldırım (Yrd. Doç. Dr. Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi)-Sendika.org