FİKRET BAŞKAYA | 18 – 05 – 2010 | Üçüncü bir boğaz köprüsü yapılacağı ve 6 milyar dolara mâl olacağı ilan edilince, bazı tepkiler de ortaya çıktı: İtirazlardan biri köprü için 6 milyarın çok olduğuna dairdi, yeni bir rant ve yağma alanı yaratıldığından söz edildi.
Yeni köprünün ortaya çıkaracağı ekolojik tahribatla ilgili itiraz da önemliydi. Bazıları da güzergâhla ilgili kaygılar belirtti. Bu tepkiler elbette haklı ve yerinde. Hükümet ve üç dört ve daha çok köprü yapılmalıdır diyen cepheyse, üçüncü köprüye karşı çıkmanın ilerlemeye, kalkınmaya karşı çıkmak demeye geldiğini, velhasıl bunun gericilik olduğunu söylüyorlar… Elbette bir köprü için 6 milyar harcamak tam bir yağma ve talandan başka bir şey değildir. Mesela neden 850 milyon dolar değil de 6 milyar dolar sorusu haklı olarak akla geliyor. Bunun bir yağma vesilesi olduğu da doğru, ormanları, bitki örtüsünü yok edeceği de… Fakat asıl sorulması gereken soru başka… Köprü yapılmasını kim neden istiyor? Köprünün görünen ve bilinen yapılma gerekçesi kent trafiğini rahatlatmak… Enerji sorununu çözmek üzere de Mersin Akkuyu’da yapılacak 20 milyar dolarlık nükleer santral için kollar sıvanmış durumda. Rusya Federasyonuyla anlaşma geçtiğimiz günlerde imzalandı. Nükleer santralle ilgili de itirazlar var, bunun bölge turizmine zarar vereceği için itiraz ediliyor, yoksa itiraz bizzat tam bir felaket olan ve yapılması için hiç bir haklı gerekçenin olmadığı nükleer santrale değil, ‘yer seçimine’… Başka yere yapılsın deniyor… Santrali ve köprüyü engellemek için yargıya başvurulacağı da söyleniyor. Kimi kime şikâyet ettiklerini sanıyorlar? Kanunları yapanlarla çekleri imzalayanlar son tahlilde aynı güç ve iktidar odakları değil mi? Eğer politik mahiyette bir saldırıyla karşı karşıya iseniz, ona hukuk yoluyla karşı koyamazsınız. Bu sınıflı burjuva toplumunda hukuka hak ettiğinden çok önem atfetme yanılgısıdır.
Ne köprü trafik sorununu çözmek için, ne de nükleer santral enerji sorununu çözmek için gündeme geliyor. Sermayenin yeni yağma ve talan alanlarına ihtiyacı var. Bu yüzden başka yerde başka gerekçeler aramanın mânası yok. İnsan taşıması özel arabaya dayanıyorsa ve ulaşım politikası da otomotiv-petrol kompleksinin çıkarına göre belirleniyorsa ki, öyle, daha çok köprü yapılması kaçınılmaz ama trafik sorununu çözmek için değil, petrol ve otomobil üreticisi dev şirketlerin, büyük inşaat şirketlerinin kârlarını büyütmek, arsa spekülatörlerini zengin etmek için… Aynı şekilde nükleer santral de enerji sorununu çözmek için değil… Asıl gerekçeyle görünen ve afişe edilen gerekçe ayrımını yapamadığınız zaman aldatılmak, oyuna gelmek, velhasıl başkasının borusunu öttürmek kaçınılmazdır.
Başlangıçta araba ancak ayrıcalıklı sınıfın kullanabildiği lüks bir maldı. Bilindiği gibi lüks mal demek, sıradan insanların, emekçi sınıfların sahip olması mümkün olmayan şeyler anlamındadır. Mesela herkesin bir şatosu, deniz kenarında özel plajlı villası olamaz. Bu iki bakımdan imkânsızdır: birincisi, sıradan, mütevazı emekçi insanlar zar-zor geçimlerini sağlayabildikleri için, o kadar büyük harcama yapmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Zaten birilerinin şato-yalı, vb. sahibi olması başkalarının onlara sahip olmadığı, yoksul olduğu durumda mümkündür, mâlûm birinin zenginliği diğerinin yoksulluğunun sonucudur; ikincisi, ekolojik sınır itibariyle de herkesin deniz kenarında özel plajlı villaya, yalıya sahip olması mümkün değildir. Herkesin villa için ortalama 30 metre uzunluğunda sahili sahiplendiğini düşünün, 80 milyon nüfuslu bir ülke olsa ve aileler 4 nüfustan oluşsa, bu 20 milyon aile ve 20 milyon villa demektir ki, 20 milyonu 30’la çarptığınızda 600 milyon metre uzunluğunda sahil gerekecektir… Lüks malla ilgili bir husus da bir şeye çoğunluk sahip olduğunda artık lüks olmaktan çıkmasıdır. Araba Henry Ford’la birlikte işçi aristokrasisinin ve orta sınıfın da kullanabildiği bir ulaşım aracı haline gelince iş zıvanadan çıktı, araçla amaç yer değiştirip ters-yüz oldu. Petrol kartellerinin özel kullanım için araba üretilmesinde çıkarı vardı. Çıkarı olan bir başka kesim de oto-yol ve köprü yapan büyük inşaat şirketleridir. Ama bunların arasında Çin duvarı yoktur elbette. Mesela Ford Marka arabanın mucidi, otomobil baronu Henry Ford, Nazi Almanyasının otoyollarını inşa etmişti ve Naziler tarafından 1938’de ‘Büyük Kartal Nişanı’yla ödüllendirilmişti. Daha 1923’lerde Hitler Henry Ford için: “Biz Heinrich [Henry] Ford’u faşist partinin Amerika’da büyümüş lideri sayıyoruz” demişti. Bir başka vesileyle de Hitler: “Henry Ford benim esin kaynağım’ diyecekti…
Fordist üretimin devreye sokulması, orta sınıfların ve işçilerin de araba sahibi olmaya başlamasıyla, özellikle de 1945-1975 kapitalist genişleme döneminde araba üretimi akıl almaz bir hızla arttı. Artık XXI’inci yüzyılın başında dünya ölçeğinde her gün doğan çocuktan daha çok otomobil üretiliyor. 2000 yılında yollarda 500 milyon özel araç hareket halindeydi. 1990’da sadece OECD ülkelerinde toplam araç sayısı [araba, kamyon, kamyonet, otobüs, minibüs…] 360 milyondu.
Bir ölüm makinası olarak otomobil
İlk otomobil kazası 23 Eylül 1899’da New York’ta meydana geldi. 1990’lı yıllara gelindiğinde araba kazasında ölen insan sayısı 17 milyon, 2002’de de 20 milyondu… Bu sayının birkaç katı yaralı ve sakatı da hatırda tutmak gerekir. Aynı şekilde bu rakamın savaşlarda ölen insan sayısıyla karşılaştırılması anlamlı olabilir. Fakat arabanın öldürdüğü sadece bu kadar değil, araba çevreyi kirleterek, kenti tahrip edip yaşanmaz hale getirerek, Üçüncü Dünya veya şimdilerde “Güney” denilen ülke halklarını sömürerek de öldürüyor. Otomobil üretiminde kullanılan malzemenin çoğu yoksul ülkelerden geliyor, otomobili yürüten petrolün en büyük kısmı da… Bir araba yılda bir tondan fazla oksijen emiyor ki, bu dünyadaki tüm otomobillerin bir yılda yaklaşık 1 milyar ton oksijen emmesi demek.
Bir araba atmosfere yılda yaklaşık 4 ton karbondioksit bırakıyor, bu da dünyadaki tüm araçlardan yılda atmosfere 4 milyar ton karbondioksit bırakılması demek. İşte ‘sera etkisi’ denilenin başlıca nedeni… Araba kenti de öldürüyor. Toplu kamu taşımacılığını [tren, tramvay, metro, otobüs] yok ediyor. Oysa kollektif ulaşım özel ulaşımdan 25 kat daha az yer kaplıyor, daha az enerji tüketiyor, daha rahat, daha güvenli ve daha sosyal… Yollar, caddeler, sokaklar, kaldırımlar arabalar tarafından işgal edilince, kentin birçok yeri garaj ve park yerine dönüşünce [araba siloları densin], kentin havası zehirlenince ve her şey arabaya göre düzenlenir hale gelince, kent de yaşanmaz bir yer haline gelip, kent olmaktan çıkıyor. Kentlerin göbeğinden oto-yolların geçmesinden daha saçma bir şey olabilir mi? Araba aynı zamanda bir yabancılaşma aracı ve asosyal, zira arabasına binip, kapıyı kapatan kişi, bencil bir kişiliğe dönüşüyor ve toplum sorunlarına yabancılaşıyor… Bir çok savaşın gerisinde de petrol-otomobil kartellerinin olduğu da mâlum…
O halde bunca kötülüğün kaynağı olan araba neden tartışma konusu yapılmıyor? Neden itiraz edilmiyor ve gereği yapılmıyor? Elbette ulaşım herkesin hakkı ve ‘demokratikleştirilmesi’de gerekiyor ama bunun özel arabaya dayandırılması, bir enerji kaynağının [fosil yakıtlar] tükenmesi, trafik tıkanıklığı, çevrenin kirlenmesi, insan sağlığının bozulması, çok sayıda ölüm, sakatlanma, bu arada kentin de ölümü pahasına sürdürülmesi nasıl gerekçelendirilebilip-savunulabilir? Kaldı ki, trafiğe dahil olan araba sayısı arttıkça araba kullanmanın varlık nedeni de ortadan kalkıyor zira, özellikle büyük kentlerde daha hızlı gitmek için binilen araba, günün bazı saatlerinde ve bazı yollarda ortalama yaya yürüme hızı seviyesine kadar iniyor. İnsanların ortalama olarak gelirlerinin üçte birini araba için harcadığı [araç satın alma, yakıt, bakım, vergi, sigorta, vb.] da dikkate alınırsa ve bu harcamalar için gerekli çalışma zamanı da yolda harcanan [kaybedilen] zamana eklenince sonucun tam bir saçmalık olduğu apaçık ortada… Araba [otomobil] ve petrol endüstrisi kompleksinin çıkarı daha çok otomobil üretilmesini gerektiriyor ve onların çıkarı otomobilin başat ulaşım aracı haline getirilmesini gerektiriyor. İkinci neden de insânî yabancılaşmayla ilgili. Araba tutkusu iflah olmaz bir hastalık ve insanların zenginleri taklit etmesiyle ilgili.
Herkes milyarderleri, milyonerleri, büyük gaspçıları taklit etmek istiyor, ‘ayrıcalıklılar sınıfına terfi etmek istiyor ve bunun mümkün ve gerekli olduğuna da inanıyor… Bu yüzden de gezegen hızla tahrip ediliyor ve GSMH’nın ne kadar arttığından, ekonomilerin ne kadar büyüdüğünden, ne kadar hızlı kalkınıldığından söz ediliyor… Geniş bir kitle otomobil kullanır hale gelince, araba ‘lüks’ olmaktan çıkınca, ayrıcalıklı olmak için artık en pahalı arabaya sahip olmak gerekiyor. Bu yüzden araba sahibi olanlar arasında da lüks araba sahibi olanlarla olmayanlar arasında bir ayrışma ortaya çıkıyor. Farklı olma hastalığı insanları bu sefer de çok pahalı arabalara yöneltiyor. Nitekim 4×4 saçmalığı tam da bulunla ilgili. Bunun anlamı ben ortalama insanın binemediği arabaya biniyorum demek. Şimdilerde benim çocukluğumdaki kamyonların büyüklüğünde arabalar [cipler] kentlerin ana caddelerinde boy gösteriyor… Özel araba savunucularının bilinen gerekçesi bunun bir “özgürlük kaynağı” olduğu, istediği yere, istediği hızla istediği zaman gidebilme, istediği yerde durabilme, vb. Bu görüşte olanlar arasında maalesef Marksist solcular da var. Aslında sözü edilen özgürlüğün şimdiki dünyada pek bir reel bir karşılığı yok. Bu, arabanın sağladığı özgürlükten bahsederken, arabanın neden olduğu sayısız bağımlılıkların göz ardı edilmesinden kaynaklanıyor. Arabanın neden olduğu bağımlılıkların ve kötülüklerin yanında sağlanan özgürlüğün pek bir kıymet-i harbiyesi yok. Veya ne pahasına ‘özgürlük’ denecektir…
Özel araba çılgınlığına, dolayısıyla otomobil-petrol emperyalizmine itiraz etmeden, üçüncü, dördüncü, beşinci… Köprüye itiraz etmenin bir kıymeti harbiyesi olmayacağı gibi [kaçınılmaz olarak gerisi gelecektir], kapitalizme itiraz etmeden ve bir alternatif önermeden de özel arabaya itiraz etmek beyhudedir. Kapitalizme itiraz etmeden nükleer santrallere karşı çıkmak da öyle. Demek ki, sorunların çözümü, radikal olmayı, şeyleri ve olguları kaynağında tartışabilmeyi, asıl sorulması gereken soruları soracak yüksekliğe çıkabilmeyi gerektiriyor. Aksi halde sorunların da çözümsüzlüklerin de büyümeye devam etmesi ve dünyanın her geçen gün daha da yaşanamaz hale gelmesi kaçınılmaz…