Anasayfa , Köşe Yazıları , Nazi Almanya’sına kim daha yakındı; Türkiye mi, Hollanda mı? – Hasan Kaya

Nazi Almanya’sına kim daha yakındı; Türkiye mi, Hollanda mı? – Hasan Kaya

Hollanda ile Türkiye arasında yaşanan kriz karşılıklı açıklamalarla tırmanırken, yapılan açıklamalar tarihin tozlu sayfaları arasında bir gezintiyi neredeyse zorunluk haline getiriyor.

Özellikle Erdoğan’ın Hollanda’yı “Nazi artığı” olmakla suçlayan sözleri, batıda olduğu gibi Türkiye’de de tartışma konusu olmayı hak ediyor. Batıda, bu savın elle tutulur bir yanı olmadığını bilenler, Hollanda’nın Nazi Almanya’sı tarafından işgali ve beş yıl süren işgalde, 104 bini Hollanda Yahudi’si olmak üzere, toplam 200 bin sivilin hayatını kaybettiğini, ülkenin Nazi Almanya’sı tarafından yağmalandığını belgeleriyle ortaya koyan makaleler kaleme almaya başladılar. Aynı çalışmalar içinde, Türkiye’nin Nazi Almanya’sı ile ilişkileri de sorgulanıyor.

Weld yazarı, Von Sven Felix Kellerhof, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki olan Osmanlı’nın dağılması sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya arasında diplomatik ilişkilerin 1924 yılında yeniden kurulduğunu, Hitler’in iktidara gelmesiyle ilişkilerin belli bir süre mesafeli durduğunu belirtiyor.

Bu mesafeli duruşla, Almanya’dan kaçan çok sayıda bilim ve siyaset insanın Türkiye’ye sığınma olanağı bulduğunu ve bunlar içinde en önemlilerden birinin de, Sosyal demokrat Ernst Reuter olduğunun altını çiziyor.

Ancak 1941 yılında Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla Türkiye’nin bu mesafeli duruşunda değişim başladığını, İsmet İnönü’nün Sovyetler’in yenilgisinin Türkiye’nin doğu sınırında bir rahatlama yaratacağı umudunu taşıdığını ileri sürüyor.

Türkiye’de değişik çevrelerde öteden beri, İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı’na girmemek için ustaca manevralar yaptığı, bunda da başarılı olduğu yazılır çizilir. Oysa gerçek biraz daha farklıdır. Türkiye savaşa fiilen katılmamış da olsa, savaşın içinde bir taraftır. İnönü, Hitler karşısında oluşan kampta yer almamaya özen gösterir. Hatta Fransa’nın, Türkiye’nin bu kampa katılması için 1938’de Suriye’den çekilmesi, Hatay’ın ilhakının önünü açması bile İnönü’nün karar vermesini sağlamaz. Tarafsızlık görünümü altında daha çok Almanya ile ticaret yapmakta bir sakınca görmez. Bu ticaretin çoğu kez İsviçre üzerinden gerçekleştiği, Almanya’nın ham madde ve buğday ihtiyacının bu güzergahtan tedarik edildiği biliniyor.

NAZİ ALTINLARI

Almanya’nın savaş sanayisini ayakta tutabilmek için çeliğe ihtiyacı vardı. İsveç pik demirini yükselterek çeliğe dönüştürmek için Kromite ihtiyacını karşılayan da Türkiye oldu. Bu ticarette Türkiye’ye ödeme Batı Avrupa’dan yağmalan altınla yapıldı. Yağmalanan ülkelerden biri de Hollanda’ydı.

Nazi Almanya’sının yenilgiden önce (1945) yaktığı belgelerden geriye kalanlarda, 3.4 milyon dolar değerinde altının Türkiye Merkez Bankası’na, Mart 1943 yılında transfer edildiğini görüyoruz. Merkez Bankası dışında, özel bankaların da yüksek miktarda altın ticareti içinde oldukları görülüyor…

İsviçreli tarafsız tarihçiler komisyonu, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sının bütün Avrupa ve Sovyetlerden, özelikle Yahudilerden gasp ettiği altınların iki ülkeye gittiğini tespit ediyor. Bunlardan biri İsviçre, diğeri de Türkiye.

Bu altınların büyük miktarı İsviçre banklarına giderken, hatırı sayılır bir miktar da Türkiye Merkez Bankası ve özel bankaların kasasına girdi. Türkiye’nin şansı, Hitler Almanya’sı ile içine girdiği altın ticaretinin Yahudilerden gasp edilen eritilmiş altıN ve/veya Hollanda ve diğer Avrupa ülkelerinden gasp edilen altın sikkeler olup olmadığının ispatlanamamasıdır. Bu yapılamadığı için de, Yahudilerin İsviçre’den tazminat alması gibi bir durum söz konusu olmadı.

Erdoğan tarafından “Nazi artığı” olarak suçlanan Hollanda, Hitler’in 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırmasına, daha kolay bir lokma olduğunu düşünerek, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi sessiz kaldı. Sessiz kalışıyla savaşın dışında kalmayı başarabileceği hesapları yaptı. Ancak bu çok uzun sürmedi, 10 Mayıs 1940’da Almaya tarafından saldırıya uğradı. Çok dayanamayarak 14 Mayıs 1940’ta da teslim oldu. Buna rağmen Alman Hava Kuvvetlerinin iletişim hatası yüzünden Rotterdam bombalandı, yerle bir edildi.

Beş seneye yakın süre Alman işgali altında kalan Hollanda, korkunç şekilde yağmalandı. Nazilere karşı yer yer sokak çatışmaları, grev ve gösteriler düzenleyerek direnme dışında, büyük çoğunluğu “Toplama Kamplarında” olmak üzere, toplam 200 bin Hollandalı sivil yaşamını kaybetti.

TÜRKİYE’NİN NAZİ ALMANYA’SI İLE İLİŞKİLERİ

Almanya, Birinci Dünya Savaşı’ndaki hasımlarına karşı yeni bir savaş hazırlığı içine girerken, Orta Doğu’ya inme planları içinde bir kez daha Türkiye üzerinden hesaplar yapıyordu. “Almanya bu programın gerçekleşme çerçevesi içinde 1933 yılından başlayarak ‘clearing’ antlaşmaları yoluyla Türkiye ile bağ kurmaya başladı. (Bu tarih aynı zamanda Hitler’in Almanya’da iktidara geldiği yıldır) Yüksek fiyatla mal satın almaya dayanan bu durum, 1937 yılında, Türkiye’nin ihracatının %42’sinin, ithalatının ise %36,5’inin Almanya’yla yapıldığı bir noktaya kadar gelişir.”[1]

Nazi Almanya’sının bütün ilişkisi bununla da sınırlı değildi. “Türkiye’ye fabrikalar kurması için makine ve öteki sınaî malzemeyi satarak, bu ülkede (Türkiye’de) uygulanan 2. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın gerçekleşmesine katkıda bulunur. 1934 yıllında, Krupp fabrika ve kuruluşlarını temsil eden bir Alman ticaret kurulu Türkiye’ye gelir. Hükümet yetkilileri ile yapılan görüşmeler sonunda Türkiye’ye 20 milyon Türk Lirası tutarında bir kredi verilmesi ve Türkiye’deki demir yollarının yapımı için gerekli büyük çaptaki malzemenin Krupp’tan satın alınması konularında anlaşmaya varılır.”[2]

Almanların bu atağına karşın İngiltere de boş durmadı. Kral Edward VI, resmi olarak Türkiye’ye geldi. İngiltere’nin amacı Türkiye’yi Mihver devletlerinden uzaklaştırıp kendi yanına çekmekti. Geliyorum, diyen İkinci Dünya Savaşı öncesi hazırlıkları olan bu müttefik arama ve kazanma çabaları, bir dönem için Türkiye’nin işine yaradı. Ancak bu dönem, ilerde yaşayacağı sorunların başlangıç noktasıydı.

1923–1927 yılları arasında Türkiye çok az miktarda dış borç almasına rağmen, bütçe gelirlerinin darlığı ve Osmanlı borçlarının ağırlığı dış borç hanesini kabartıyordu. Bütçe giderleri içinde ikinci sırayı alan bu ödemeler, bütçe gelirlerinin yüzde 20’si idi. Birinci sırayı da ulusal savunmaya ayrılan yüzde 23’lük giderler alıyordu. Bu dönemde bütçeyi denkleme için toplam bütçe gelirlerinin yüzde 10 ile yüzde 12’si oranında iç borçlanmaya gidilmek zorunda kalınmıştır.

1937 yılı başlarında hükümet daha liberal uygulamalara geçtiğinde, başlangıçta Almanya ile olan ticaret oylumunda bir daralma yaşanmamasına rağmen, ardından “1937 yılında 114 milyon Türk lirası olan ithalat 1938 yıllında 149 milyon Türk lirasına fırlamış ve bu yüzden Türkiye’nin dış ticareti 1929 yılından beri ilk olarak açık vermişti.”[3] Almanya ile yakınlaşma, İngiltere’nin Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesine ve 27 Mayıs 1938 tarihinde 16 milyon İngiliz sterlini borç vermesi noktasına geldi. Bu borçlanmadan altı ay sonra, Alman ekonomi bakanı Walter Funk Ankara’ya gelir. Bu geliş de bir borçlanma ile sonuçlanır. Almanya 150 milyon Reichmark kredi verir.

Bu durum İkinci Dünya Savaşı içinde de devam eder. Türkiye, Hitler Almanya’sına Kromit sattığı gibi 1943 yılında Amerika ve İngiltere’ye de satmak ister. Amerika yeteri miktarda sahip olmasına rağmen, Nazi Almanya’sına satışını engellemek için satın almak zorunda kalır. Türkiye, Ağustos 1944’te diplomatik ilişkilerini Hitler Almanya’sıyla kesene kadar, iki yönlü oynamaya devam eder.

STRUMA VAKASI

1941’de, Romanya’nın Yaş şehrinde yaklaşık 4 bin Yahudi’nin Naziler tarafından katledilmesi üzerine, ülkeden ayrılmak isteyen Romen Yahudileri, bir gemi ile Filistin’e gitmeye karar verir. Panama bandıralı, hayvan taşımacılığında kullanılan bu gemi, yolcu taşımacılığı için olabildiğince uygun hale getirilir. Kapasitesinin 150-200 kişi arası olduğu ifade edilen bu gemiye, 800’e yakın yolcu bindi. Suda durması bile mucize olarak kabul edilen geminin yolcuları, İstanbul boğazından geçip Filistin’e varmayı hedefliyordu. Gemi 10 mürettebat ve yaklaşık 790 yolcusuyla yola çıkıldı.

Struma, Köstence Limanı’ndan ayrılmasının ardından iki kez arızalandı. İlk arızada, civardaki bir gemiye yanlarında bulundurdukları değerli eşyalarını veren yolcular, sorunun çözülmesini sağladılar. İstanbul’a varıldığında, ikinci bir motor arızası yaşandı. Struma, Sarayburnu açıklarına demir atmak zorunda kaldı. Geminin İstanbul’a demir atması ile birlikte, Almanya’nın tepkisi gecikmedi. Alman Büyükelçi, yolcuların karaya çıkarılmamasını talep etti. Böylece 9 haftalık zorlu “bekleyiş” başladı.

Türkiye Almanya ile olan ilişkilerine daha fazla zarar vermemesi için gemiyi Karadeniz açıklarına geri gönderme karar aldı. Motoru hâlâ çalışmayan gemi, 23 Şubat 1942’de römorklar ile Şile açıklarına çekildi. 24 Şubat sabahı, büyük olasılıkla bir savaş gemisinden atılan torpido ile vurularak, büyük bir patlama ile batan gemi, 103’ü çocuk olmak üzere 768 kişiye mezar oldu.

Savaş yıllarında Almanya ile diplomatik ve ticari ilişkiler hız kesmezken, içeride de kimi uygulamalar Nazi Almanya’sını aratmayacak düzeydeydi. 11 Kasım 1942 tarih ve 4305 sayılı kanunla “Varlık Vergisi” olarak bilinen olağanüstü servet vergisi bu uygulamaların uç örneklerinden biriydi. Şükrü Saraçoğlu Hükümeti tarafından Müslüman olmayan toplulukları cezalandırma niteliği taşıyan bu vergilendirme biçiminin ilham kaynağı, hiç kuşkusuz Nazi Almanya’sıydı.

Savaşın bitimine birkaç gün kala, 23 Şubat 1945’de İnönü, Hitler Almanya’sına savaş ilan etti. Bu savaşın bitiminden birkaç gün önce açıklanan savaş ilanı kuşkusuz göstermelik bir savaş ilanıydı. İkinci Dünya Savaşı’nda resmi rakamlara göre Türkiye’nin insan kaybı 200 kişi. Bu kaybın da 23 Haziran 1941’de batan denizaltıya ait askerleri olduğu tahmin ediliyor.

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ve Hitler Almanya’sı ile içine girdiği ilişkiler, geleceğini belirlemede önemli oldu. İnönü’nün Milli Şef olarak yatıp, demokrat olarak kalkmasında, Türkiye’de çok partili bir siyasi hayatın başlamasına savaş yıllarında Nazi Almanya’sıyla içine girdiği ilişkiler ve bu ilişkilerin ABD tarafından sorgulanması yatıyor.

Gerçi bu bilgilerin ışığında Erdoğan, her zamanki rahatlığıyla ve biraz da İnönü nefretiyle “bana ne” diyebilir; ancak geçmişten söz ediyorsak, bu geçmiş, Erdoğan’ı da var eden geçmiştir. Şu an itibarıyla herkesten çok onu doğrudan ilgilendirir…

[1] Stefanos Yerasimof, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye Gözlem Yayınları sf. 700
[2] Stefanos Yerasimof, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yayınları sf. 700
[3] Stefanos Yerasimof Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yayınları sf. 701