TEMEL DEMİRER | 25 – 06 – 2011 | “Des minimis non cural libertes”[2]
George Bernanos’un, “Dünyayı normal ısıda tutan gençliğin ateşidir. Gençlik soğursa, geriye kalanların dişleri takırdar”; George Bernard Shaw’ın, “Çêker çêdike, ên nikaribe dibin rexnegir/ Yapan yapar, yapamayan eleştirmen olur!” sözlerindeki uyarılara müthiş değer veririm; çünkü gençliğin isyanının geleceğimiz olduğuna inanırım…“Gençlik” dediysem Başkanın “genç tüccar evlatları”ndan değil; ötekilerden, bizimkilerden söz edeceğim elbet…
Çünkü aç, açık ve geleceksiz olan bizimkilerdir; yani gelecekleri gaspedilip, ötekileştirilenlerdir; “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) dedikleri neo-liberal talanın mağdurlarıdır…
Nihayetinde, biçimi ne olursa olsun, tüm isyanlar, gençliğin başkaldırıları gibi sürdürülemez kapitalizme karşıdır…
“YDD”NİN MAĞDURİYETİ VE YARATTIKLARI
“YDD”, “Büyük açlık dalgası kapıda”[3] diye tarif edilen küresel bir soygundur…
“YDD” ile yaşatılan çöküş/çürüme, bir sonun başlangıcıdır…
Kimsenin inkâr edemeyeceği gibi dünya dengeleri genelinde daha oynak bir değişim süreci içindedir.
Dünyayı sarsan ABD kaynaklı büyük kriz, yeni boyutları ile devam etmekteyken; ABD’de işsizlik 2011 yılında istenenden fazla olacak, büyüme istenenin altında kalacaktır.
Küresel ölçekli kriz(ler) beraberinde çok sayıda iflası getiriyorken; milyonlarca kişi işsiz kalıyor, milyonlarca insan yoksullaşıyor, çok sayıda küçük işletme batıyor; kimi çok büyük şirketler, imparatorluklar da çöküyor.
Çöküşle çürüme iç içe geçiyor…
Yani Eric Hobsbawm’ın yeni kitabı ‘How To Change The World/ Dünya Nasıl Değişir?’ de işaret ettiği üzere, “XXI. asırda yeni bir sistem doğacak”tır…
Yaşananlar bunun emaresiydi…
YA TÜRK(İYE) EKONOMİSİ Mİ?
Böyle bir dünyanın Türk(iye) ekonomisinde de açlık çoğalarak büyüyor…
Örneğin Samsun’un Tekkeköy ilçesinde rahatsızlanarak hastaneye kaldırılan 2.5 aylık bir bebek hayatını kaybederken, bebeğin beslenme yetersizliğinden öldüğü açıklandı!
Samsun’un Tekkeköy ilçesinde oturan 25 yaşındaki Necla ve 26 yaşındaki Murat Bakırcı çiftinin 2.5 aylık bebekleri Kübra Bakırcı rahatsızlanınca 17 Ocak 2011 günü Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne kaldırıldı.
Sürekli ağlayan bebeği muayene eden doktorlar, yaptıkları tüm müdahaleye rağmen Kübra’yı kurtaramadı. İncelemenin ardından Minik Kübra’nın beslenme yetersizliğinden öldüğü açıklandı!
Verili durumu en iyi özetleyen bu acıyken bir diğeri de şu:
Özgür K., 29 Aralık 2010 günü gittiği komşusu Hacer S.’nin evindeki kamerayı çaldı. Kucağındaki bebeğiyle birlikte kamerayı satmak isterken yakalanan Özgür K., “1.5 yıl daha hapis cezam var. Karnımızı doyuramıyorduk. Bu nedenle hırsızlık yaptım. Cezaevinde olmak dışarıda olmaktan daha iyi” dedi!
Bu ve benzeri karelerle betimlenen coğrafyamıza ilişkin olarak BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) açıkladığı ‘2010 İnsani Gelişme Raporu’na göre, nüfusun yüzde 19’u çoklu yoksunluk koşullarında, yani birden çok kategoride yoksunluğu aynı anda yaşıyor. En az bir kategoride yoksunluk söz konusu olduğunda, Türkiye için bu oran sağlıkta nüfusun yüzde 16’sı, eğitimde yüzde 15.4 ve yaşam standartlarında ise yüzde 7.3 olarak hesaplanmış.
Tablonun bütününe bakıldığında, Türkiye ikinci lig, yani yüksek insanî gelişme endeksine sahip ülkeler kümesi içinde yoksulluk endeksinde en kötü performansı gösteren ülkelerden biri. Bu oran Kolombiya için 0.041, Peru için 0.085. Brezilya ile Türkiye’nin yoksulluk endeksleri aynı (Yüzde 0.039)…
2001-2009 yılları arasında yaklaşık 2.5 milyon çiftçi ve ailesi tarımsal üretimi bırakmak zorunda kaldığı Türkiye’de iş bununla da bitmiyor elbet…
BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan’ın belirttiği üzere, “Ülkede iki milyon kişi açlık sınırı altında, 15 milyon kişi de yoksulluk sınırının altında…”
Bülent Falakaoğlu’nun ifadesiyle, “2010 yılında mutlak bir yoksullaşmanın yaşandığı” coğrafyamızda; Doç. Dr. Alpay Filiztekin, Doç. Dr. Özgür Kıbrıs ve Yard. Doç. Dr. Mehmet Barlo tarafından hazırlanan ‘Bölgeler Arası Uçurum’ raporuna göre Türkiye’de en zengin il ve en yoksul kent arasında 11 kata ulaştı…
Yine Galatasaray Üniversitesi’nden Doç. Haluk Levent’in 2009 Hanehalkı İşgücü Anketi verilerine dayanarak yaptığı hesaba göre, Türkiye’de en yüksek ücreti alan yüzde 1’lik kesimin en düşük ücreti alan yüzde 1’lik gruba göre ortalama ücreti 37 kata çıktı…
2011 yılına 469 milyar liralık borç yüküyle giren yurttaşların soru(n)larından en önemlisi elbette işsizliktir; hem de İşkur Genel Müdürü Mustafa Kemal Biçerli’nin, “Güzel olan iş bulurken 1-0 önde” dediği iğrençlik ortamında!
İyi de bunlar böyleyken ya zenginler, burjuvalar, sömürenler mi? Onların işi tıkırında…
Evet, bu tablo sürdürülemez… Tıpkı ‘Amerikan Associated Press’ ajansının araştırmasının ortaya koyduğu gibi:
Türkiye’de, “yoksul” ya da “çok yoksul” olarak nitelendirenlerin oranı yüzde 38…
Gelecek 5 yılda kişisel ekonomik durumlarının iyileşmesini bekleyenlerin oranı ise sadece yüzde 34…
“Yoksul” olarak nitelendirenlerin yüzde 87’si ülkenin yanlış yöne doğru gittiğini savunuyor…
Nihayetinde söz konusu tablo tüm ezilenleri ama, en çok da gençliği etkiliyor…
DÜNYA -GENÇLERİYLE- BAŞKALDIRIRKEN…
Evet dünya, bu zulme -gençleriyle- başkaldırıyor…
Örneğin Tunus…
Başyazısında, “Değişimin kaynağı gençler” notunu düşen ‘The Observer’ şu noktaları öne çıkarıyor:
“Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin iktidarının devrilmesi, pek kimsenin beklemediği, fakat biraz yakından bakıldığında kaçınılmaz olduğu hemen anlaşılan ani değişim örneklerinden biri.
Çürümüş otoriter rejimler genellikle kolay kırılır niteliktedir ve Bin Ali de istisna değildi. Fakat birkaç öfkeli gösterinin hızla rejim değiştiren bir isyana dönüşeceğini kimse tahmin etmiyordu. Bölgenin dört bir yanındaki diğer hükümetler (ki halklarına reva gördükleri baskı Tunus’tan hiç aşağı kalmıyor) olan biteni korkuyla izleyecektir.
Süreç, işsiz bir öğrenci olan Muhammed Buazizi’nin intiharıyla başladı. Genç öğrenci, geçinmek için kurduğu meyve tezgâhına polis tarafından el konulunca, protesto mahiyetinde kendisini ateşe verdi ve isyanın fitilini kendi vücuduyla yaktı. Bunu bir protesto dalgası takip etti ve polisin bastırma çabaları karşısında protestolar daha kararlı bir hâle geldi.
Kitlesel seferberlik ani gerçekleşse de ifade ettiği huzursuzluk, olgunlaşma sürecindeki bir kuşağa işaret ediyor. Bu ekonomik ve siyasi olduğu kadar demografik bir devrim… Beş Tunusludan biri 15-24 yaş arasında ve gençlerin işsizlik oranı en az yüzde 30. İşsizlik bilhassa üniversite mezunları arasında yüksek… Sonuç, çok fazla zamanı ve yeterince parası olmayan geniş bir genç kitle…”[4]
Evet, Tunus gençliği böyle bir tabloda başkaldırdı…
“Belli bir gelişmişlik düzeyine, ortak kültürel özelliklere sahip Avrupa ülkelerinde patlak veren ve öğrenci gençliğin başını çektiği toplumsal olayların, ekonomik ve kültürel özellikleri Avrupa Birliği ülkelerinden çok farklı, Tunus gibi bir ülkede de ortaya çıkması, ‘isyanın’ evrenselleşmeye yatkın özellikler içerdiğini düşündürüyor.
Benzer özellikleri taşıyan başka toplumlarda da benzer olayların patlak verme olasılığının önümüzdeki dönemde artmasını bekleyebiliriz.
‘The New York Times’ın ‘Avrupa gençliği geleceğinden kaygı duyuyor’ ve Time Magazin’in ‘Avrupa’da anarşist şiddet olayları artıyor mu?’ başlıklı yorumlarının da sergilediği gibi, iyi eğitilmiş bir gençlik kuşağı, yüzde 40’a ulaşan ağır ve kronikleşmiş bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya. Üniversite eğitimine servet, zaman harcadıktan sonra, kendilerini işsizliğin beklediğini düşünmek, bu gençlerde büyük hayal kırıklığı, kötümserlik yaratıyor. Hükümetlerin çözüm bulmak yerine, mali sermayenin yardımına koşması, bu duyguların öfkeye dönüşerek patlamasını hızlandırıyor.”[5]
Mesela Avrupa’da öğrenci isyanı… İtalya’da öğrenciler ve öğretim üyeleri işgal eylemlerinde… İngiliz öğrenciler ise bir ayda üç kez sokağa indiler…
“Yunanistan’dan İrlanda’ya, İtalya’dan İngiltere’ye kadar çeşitli Avrupa ülkelerinde protesto gösterileri ve öğrenci eylemleri giderek yaygınlaşıyor …”[6]
“Avrupa boydan boya -Fransa, İngiltere, İtalya- öğrenci hareketleriyle kaynıyor.
Üniversite öğrencileri Çizme’de; ülkenin tarihi-turistik sembolleri sayılan anıtların tepesine çıkıp, çatıları işgal ediyorlar…
Fransa ve İngiltere’de keza öğrenciler yollarda güvenlik güçleriyle sert çatışmalara giriyor.
9 Aralık 2010 tarihinde Londra’da 55 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan öğrenci olayları bir aydır durulmadığı gibi hep tırmanıyor ve yağ damlaları gibi yayılıyor…
Londra ile birlikte Bristol, Liverpool, Manchester, Brighton, Oxford, Cambridge’de bir aydır öğrenci protestoları ortalığı yıkıyor.
Tarih sahnesinde yeni bir kuşak geldi…
“Sakın kimse bu çocukları, öğrenci, küçük burjuva gibi sıfatlarla küçümsemeye çalışmasın. Bunlar, bilgi ve teknolojinin, sermaye birikimine eklemlenmesinin günümüzdeki biçimlerinin, ağlar ve gayri madde emek süreçleri ortamında artık proletaryanın yeni ve organik bir parçasını oluşturuyorlar. Siyasette de bu betimlemeye uygun bir refleks sergileyerek tüm insanlığın özgürlükleri, sosyal hakları ve geleceği için devletlere ve sermayeye karşı, her fırsatta geleneksel işçi sınıfıyla birleşmeye çalışarak, kimi zaman özverili bireyler, çoğu zaman bunların kolektifleri olarak, uzun süredir görülmeyen yaratıcılık örneklerini sergileyerek baş kaldırıyorlar.
Bu yeni kuşağı sevinçle, saygıyla, ama en önemlisi umutla karşılıyorum. Çünkü ‘korkunç bir güzellik doğuyor’ kavgalarının içinde…”[7]
Olup-bitmeyen yeni bir 68 mi?
‘68 Mİ?
Hemen yanıtlayayım: Değil!
Tarih bir tekrar değildir; olamaz ve olmayacaktır da!
Öncelikle Nilgün Cerrahoğlu’nun konuya ilişkin görüşleri önemli:
“Öğrencileriyle beraber İngiltere’deki eylemlere katılan; Goldsmith College sosyoloji kürsüsü öğretim üyelerinden Alberto Toscano için ‘68 benzetmesi’ tam yerini bulan, hedefe oturan bir benzetme değil. ‘Farklılıklar benzerliklerden çok’ diye konuşuyor 33 yaşındaki genç felsefe doçenti Toscano ve sözlerine şöyle devam ediyor: ‘Ekonomik dürtüleri sosyal gereksinimler üzerinde tutan bir anlayışı eleştirmesi ve genel geçer kapitalizm karşıtlığı içinde ifadesini bulması açısından evet kırk yıl öncesinin eylemleriyle, bugünkü eylemler arasında ortak bir nokta var. ‘68 öğrenci hareketleri için daima bir referans noktası. Ancak farklılıklar daha fazla.
Hâlihazırda bugünün eylemlerinin başlıca davası, II. Dünya Savaşı sonrasında elde edilen ve zaten fazlasıyla sulandırılmış olan sosyal demokrasi kazanımlarının korunması… ‘Kamu hizmetleri’, ‘eğitim’ ve ‘sağlık’ haklarının muhafazası… Bunu söylerken hemen şunu ilave etmeliyim ki bu hareketin bir ‘sosyal demokrat ideolojisi’ yok…’
Kısaca toparlayacak olursak ‘68’le en büyük fark; 2010 eylemlerinin, ‘68’in ideolojik boyutundan tümüyle yoksun olması.
Bugünkü öğrenci eylemlerinin ardındaki tetikleyici güç, ‘harçlardaki astronomik zamlar’ gibi somut ve son derecede yaşamsal problemlerden kaynaklanıyor. ‘68’in ‘dünyayı değiştirmek’ gibi bir iddiası ve rüyası vardı. Bugünün gençleri ‘rüya’ peşinde değil, öncelikle kendilerini ve de geleceklerini kurtarmak peşinde.
Avrupa’da ülkeden ülkeye yayılma eğilimi gösteren eylemler üzerinde epeydir çalışan ve kalem oynatan Toscano’ya; İngiltere-Fransa-İtalya’daki hareketler arasındaki benzerlik/farklılıkları soruyorum: ‘Avrupalı gençlerin hepsi, özde neo-liberalizm krizi karşısında hükümetlerin aldığı benzer önlemlere tepki gösteriyor’ yanıtını veriyor bu soruya.
‘68’in rüyaları görüldüğü gibi çok uzak… Ama alttan altta taşlar oynuyor ve kim bilir Avrupa’nın bu ‘öfke kışında’, zarlar belki yeniden atılıyor.”[8]
Bu işin bir yanı; bir de aslî olan öteki yan var ki, o da: “İktidara karşı durmak”, “boyun eğmemek”, “direnmek”tir, ‘68’in fikri ve zikri…
Evet “… ‘68’, aslında bir ‘öğrenci olayı’ değildi. ‘68’ aynı zamanda, tarihin hem Avrupa’da hem de Türkiye’de gördüğü en geniş katılımlı grev, fabrika işgalleri dalgasıydı da. Önce öğrenciler başladı, ardından işçiler geldi; tüm kapitalist, erkek egemen, emperyalist düzenin, ‘resmî sosyalizmin’ üzerinde kocaman bir soru işareti oluştu. Bu soru işareti, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya olağanüstü bir özgürlük havası yaratarak dolaştı…”[9]
Bundan ötürü egemenlerin ‘68 korkusu/ telaşı boşuna değildir…
Tıpkı Mümtaz’er Türköne’nin, “68’liler, darbe peşinde koşan kayıp bir nesil. Yanlış yaptılar, çok yanlış yaptılar,” çığlığındaki üzere…
Hatırlayın: 1968 yılı dünyada gençlik hareketleri açısından bir dönüm noktasıydı…
Paris’te başlayan üniversite gençliğinin isyanı derhâl bütün dünyayı etkisine almıştı…
Gençlik, eğitimde reform istiyor, kapitalizmin sömürüsüne, kültürel ve siyasal dayatmasına başkaldırıyordu.
Gençlik hareketleri Avrupa’da, belli değişimlerin gerçekleştirilmesi sonunda duruldu.
Türkiye’de ise olaylar farklı bir yol izledi. Çünkü hem toplumsal yapı, hem siyasal düzen Batı Avrupa’dan farklıydı.
“Anti-emperyalizm”, düzen karşıtı eksende başkaldıran gençlerin yolu Batı’dakilerin “reformcu” yolundan devrimci bağlamda farklıydı…
Hem de bugünlerin yeminli liberali Murat Belge’ye, “… ‘68 dünyada genç kuşaklara ‘yeni bir dünya’nın mümkün olduğunu gösterdi. Türkiye’de bir bakıma bunun tersi oldu, çünkü hareket büyük ölçüde ‘bilinen’ hedeflere yöneldi… Temelde uluslararası olan bu hareket ulusallaştırıldı,” dedirtecek kadar…
Evet, coğrafyamızda ‘68 farklıydı: THKO’ları, THKP-C’leri, TKP-ML/ TİKKO’ları yaratacak kadar…
BİR EŞİK
Bir eşikteyiz…
“Eğitimi kamu hizmeti olmaktan çıkarma girişimini protesto eden Avrupalı öğrencilerin yaygaracı veletler gibi görülmesi kabul edilemez.
Öğrencilerin haklı öfkesi bulaşıcı olabilir. İçimizdeki ateşi yakabilir.
Öğrenciler gelecekteki daha geniş mücadelelerin kıvılcımı olabilir, fakat tarih bize ateşin kendisi olma ihtimallerinin zayıf olduğunu gösteriyor…
Fransız öğrenciler 1968’de fabrika işçilerinin özgüvenini arttırdı. Britanyalı öğrencilerin teşkil ettiği tehditse bulaşıcı olmaları… Enerjileri, heyecanları, militanlıkları, öfkeleri ve ödünsüzlükleri hepimizin içindeki ateşi yakabilir,”[10] Gary Younge’un deyişiyle…
Kolay mı? “Atina’daki öfkeyi gördünüz… Sosyal gerilim, Avrupa’da kol geziyor… Eski Kıta’nın meydanları tutuşuyor…
Londra’daki protesto gösterilerinde Prens Charles’ın arabasına yapılan saldırı; Roma’da ‘terör’le anılan ‘70’lerden bu yana görülmeyen şiddette yaşanan polis-gösterici çatışmaları… derken… meydanlarda yağ halkaları gibi Avrupa sathında gösteriler yayılıyor. Bu gidişle de yayılmaya devam edecek…
Neden? Çünkü artık Avrupa demokrasilerinde bile; siyasetle halk arasında açılan ciddi bir makas var. Hangi siyasi görüş/parti olursa olsun; küreselleşmenin dayattığı önlemleri almak zorunluluğuyla karşı karşıya kalan siyasi sınıf; halk kitlelerinin sesine kulak vermiyor… Bununla bağlantılı olarak ‘siyaset/siyasetin yolları’ tükeniyor.”[11]
Denilebilir ki sürdürülemez kapitalizm içinde debelendiği açmaz derinleştikçe, manipülatif “esneklik”ini de yitirerek, baskıcı/ terörist özüne dönüyor…
“2011 yılı çok daha sert bir sınıf mücadelesi ve devlet şiddeti ortamına girilirken, öğrencilerin de geçen yıldan kimi dersler çıkarmaları, çalışanların, halkın geri kalanıyla, özellikle sendikalarla güçlü ilişkiler kuramazlarsa, eşgüdüm içinde davranmayı başaramazlarsa daha fazla ilerleyemeyeceklerini görmeleri, sendikaların ve diğer meslek örgütlerinin de öğrencilere sahip çıkması gerekiyor.”[12]
Evet tekrarlıyorum: Yenilenme talebi güçlenen yaşam bir kez daha gençlik dinamiklerini öne çıkarıyor…
TÜRKİYE’DEKİ DURUM
Coğrafyamızda da olan bu!
Nuray Mert’in “Lafı dolandırmanın lüzumu yok, burası iktidarın hoş karşılamadığı şeylerin ifade edilmesinin bedelinin giderek ağırlaştığı bir ülke,” diye tarif ettiği Türkiye’deki durum; Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 1 Ocak – 30 Kasım 2010 günleri arasında yaptığı araştırmaya göre şöyle:
28 kişi yargısız infazdan, 9 kişi faili meçhul cinayetten yaşamını yitirdi. Ayrıca 70 kişi linç girişiminden yaralandı. İşkence ve kötü muameleye uğrayıp mağdur olanların sayısı 2010 yılında 202’ye yükselirken, TİHV’ye 319 kişi işkence şikâyetiyle başvuruda bulundu.
Araştırmaya göre cezaevlerinde 723 mahkûm telefon, açık-kapalı görüş, havalandırma gibi alanlarda iletişim yasağına maruz kalırken, 355 mahkûm çeşitli nedenlerden dolayı sağlık hakkını kullanamadı. 103 mahkûm ise gardiyanların ve cezaevi görevlilerinin işkence ve kötü muamele uygulamasına maruz kaldı. Toplantı ve gösterilerde ise 1716 gözaltı, 152 tutuklama, 68 müdahale, 82 yargılama olurken, 149 kişi 903 yıl 1 ay 27 gün mahkûmiyet aldı. Araştırmada, örgütlenme özgürlüğüyle ilgili ihlâl verilerine de yer verildi. Buna göre 1016 gözaltı, 421 tutuklama yaşanırken, 40 kurum binasına saldırı, 3 kapatma, 28 operasyon, 22 kurum binası baskını gerçekleşti…
Bunun artsı da yine Nuray Mert’in, “Bırakın farklı fikri, bırakın muhalefeti, mevcut iktidarın ‘gözünün üzerinde kaşın var’ diyene tahammülü yok…
‘Gık’ diyen ‘Ergenekoncu’, ‘darbe tezgâhçısı’, bir adım ötesi ise, ‘bu ülkenin düşmanlarının içimizdeki uzantısı’ diye yaftalanabiliyor. Bu tür siyaset ve siyaset söyleminin adı bellidir; otoriterlik!”[13] diye betimlediği koordinatlarda; “Başbakan her zaman olduğu gibi öğrencilerin taleplerini de kendi mutlak iktidarına karşı girişilmiş bir hareket olarak algılıyor”ken;[14] yani tam da böylesi bir tabloda gençlik mücadelesini Nabi Yağcı’nın, “Gençler, gençliklerinin ateşini dökecekler, dökmelidirler de,” diyen bir “ergenlik bunalımı”na indirgeyen bir yüzsüzlüktür…
Bu tür bir liberal zırva, ne coğrafyamızı ne de yerküreyi, ezilenlerden, başkaldıran gençlerden yana kavramaya muktedir değildir…
EĞİTİM-YÖK-ÜNİVERSİTELER
Hele hele gençliği asla!
E. A. Rauter’in, “Okulda insanlar imal edilir. Bu insan yapma sürecine eğitim denir,”[15] dediği “şey” mi?
Vahşi kapitalizmin güler yüzü olan küreselleşme yoksulu daha yoksul, varsılı daha varsıl yaptı.
Bugün parası olan, çocuklarını yurtdışında okutuyor…
40 bin üniversite öğrencisi var yurtdışında okuyan…
40 bin öğrencinin 10 bini ise tarikatçı vakıfların bursuyla okuyor yurtdışında. En ağırlıklı ülke ise ABD…
“Üniversiteler” dedim; alın size üniversitenin hâl-i pür melali!
Özgür olduğu iddia edilen üniversitelerden 2007-2010 kesitindeki 3 yılda 131 bin 452 öğrencinin ilişiği kesildi, 11 bin 482 öğrenci ise üniversiteden uzaklaştırma cezası aldı…
Rektör atamalarında AKP’ye yakınlık temel kriter hâline geldi…
YÖK’ün 21 adayının neredeyse tamamı gerek faaliyetleri gerekse düşünceleri bakımından iktidara yakın isimlerden oluşuyor…
YÖK’ün üniversiteleri piyasanın hizmetine sunduğunu belirten Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Profesör Doktor Mehmet Türkay, “Üniversite açısından 12 Eylül darbesi, üniversiteler dahil bütün alanlarda AKP kadrolaşmasıyla tamamlanmış görünmektedir,” derken; “Türkiye’de akademik özgürlüğün yokluğunun vebalini sadece YÖK’e yüklemek, oldukça kolaycı ve risksiz bir yaklaşım,”[16] uyarısını da “es” geçmemek gerek…
Çünkü dünün eski -Kemalist- merkezine mensup olanların bugün yeni “muhalif”i olmasına göz yumulamaz, yumulmamalıdır da…
Örneğin eski YÖK Başkanvekili Prof. Dr. İsa Eşme, “Üniversiteleri eleştiriyor” olsa da, geçmişinin hesabını vermelidir önce ve öncelikle…
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Prof. Mehmet Pakdemirli’nin öğrencileri azarlamasıyla ilgili olarak, “Bir rektörün gençlere kızıp ‘siz susun ben sizin yerinize düşünürüm’ anlayışıyla hareket etmesi oranın üniversite olmadığını, o rektörün de rektör olmadığını gösterir,” demesi de bu kapsamda ele alınmalıdır!
YÖK’ün güzergâhında değişen bir şey yoktur hâlâ ve YÖK dün Kemalistlerin elinde ne ise, bugün de AKP’nin elinde odur!
Yani YÖK kurulduğundan bu yana siyasi iktidar(lar)ın baskı aracı olduğu unutulmamalı; bu bağlamda üniversitelerde sopa (YÖK) aynı, sadede tutan değişti… Hepsi bu ve bu kadar!
Bu koordnatlarda soru(n), yarı açık cezaevine dönüşmüş üniversiteleri özgürleştirmektir!
“Üniversitelerden her gün polis ya da özel güvenliğin öğrencilere saldırı haberleri geliyor. TİHV’in verilerine göre son 10 ayda 376 üniversite öğrencisi gözaltına alınmış, bunlardan 50’si tutuklanmıştır. Bu öğrencilerin ‘suçları’: ‘1 Mayıs’a çağrı afişi asma’, ‘Paralı eğitime hayır deme’, ‘Kızıldere anmasına katılma’, ‘TEKEL işçilerin eylemine destek verme’, ‘Öğrenci kulüplerine üye olma’ gibi üniversite için hiç bir şekilde suç niteliği taşamayacak şeylerdir…”[17]
GENÇLİK NE HÂLDE Mİ?
Geleceğimiz dediğimiz gençlerin hâl-i pürmelali nedir acaba? Resmî sınıflama, 15-24 yaş arası nüfusu “Genç” olarak tanımlıyor. TÜİK, silah altında ve cezaevinde olmayan bu “sivil genç nüfus”u 2010 Eylül ayında 11.5 milyon olarak belirlemiş. Bu, aynı yılın sivil nüfusunun yaklaşık yüzde 16’sı demek. 15-24 yaş grubu, normalde lise ve üniversite sıralarında olması gereken gençlik demek. Peki öyle mi? Bizde bu 11.5 milyon nüfusun ne kadarı okul sıralarında, ne kadarı fabrikada, tarlada, büroda çalışıyor ve ne kadarı iş arayıp bulamıyor, hatta umudunu kesip kahvede, evde, AVM köşelerinde hayatının en güzel günlerini harcıyor?
İşgücü verileri, ortada görünenden daha vahim bir tablo olduğunu ortaya koyuyor. Geleceğimiz dediğimiz 11.5 milyon genç nüfusumuzun ne yazık ki sadece üçte biri okulda. Yani lise, meslek okulu, üniversite, yüksekokulda… Okullaşma, lise ve sonrasında hâlâ düşük. 2008 yılı itibarıyla ortaöğretim ve daha üst seviyede eğitim alanların oranı Türkiye’de yüzde 30 iken, bu oran OECD ve AB-19 ülke ortalamalarında yüzde 72…
Genç yaşta, eğitimlerini doğru dürüst tamamlayamadan çalışmak zorunda kalanların, genç nüfusun yüzde 31’ini oluşturduğunu görüyoruz. Bunların yedeği olarak bekleyen genç işsiz nüfusun sayısı ise 1 milyona yaklaşıyor. Yani Türkiye’deki 3 milyon resmî işsiz nüfusun üçte biri gençlerden oluşuyor.
Genelde resmî işsizlik oranı yüzde 12’ye yaklaşıyor ama gençler arasında bu oran yüzde 21’i aşıyor. Hele ki tarım dışı kesimde, kentlerde genç işsizliği yüzde 26’yı buluyor.
Daha vahim olanı, ne okulda, ne işte, ne işgücü pazarında olan, yani atıl genç nüfusun ürkütücü kalabalığı. Gençlerin yüzde 34’ten fazlasını oluşturan 3 milyon 55 bin genç, kahvede, evde, sokakta, AVM köşelerinde, yani hem işgücü dışında, hem eğitim dışında. Bu “atıl genç nüfusun” kız-erkek oranının eşite yakın olduğunu tahmin ediyoruz. Yani 1.5 milyon genç kız belki “ev kızı”, belki sokakta; 1.5 milyon genç erkeğin de ne işi var, ne iş arıyor, ne de okulda. Peki nerede? Herhâlde kahvelerde, sokaklarda…
Bu, gerçekten de çok vahim bir durum. Yani 1 milyon iş arayan işsiz genç ile 3 milyon iş bile aramayan atıl, aylak bırakılmış toplam 4 milyon genç nüfus, hayatlarının en güzel yıllarında bu kadar geleceksiz, sahipsiz bırakılmış… Böyle bir genç nüfusa sahip olmak, bir fırsat, bir avantaj olacakken, bu hâliyle iç burkucu, ürkütücü.
Araştırmalar doğruysa, sigara, alkol ve uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklara bağlanma, 11 yaş altına kadar düşmüş durumda. Bu, gençleri büyük bir yok oluşa terk etmek demek.
Üniversite mezunu işsizler ordusu çığ gibi büyüyor. Gençlerin iş bulma umudu neredeyse kalmadı.
500 bin genci duyan yok. En yüksek işsizlik üniversitelide: Tüm eğitim seviyeleri içinde en yüksek işsizlik oranı yüzde 40 ile üniversite mezunu gençlerde yaşanıyor. Neredeyse yarım milyon yükseköğrenimli genç istihdam dışı kalıyor…
Bu koşullar, gençliğin eylemlilik zemini oluşturuyor…
GENÇLİK EYLEMİ
Esra Açıkgöz ve Deniz Ülkütekin’in, “Bir hareketlilik hissediliyor. Tıpkı 60’larda olduğu gibi bir şeylerin değişmesi için mücadele kampüslerden mi başlayacak? ‘Yok canım’ diyenlerde var, panikle eski söylemlere sarılanlar da. Şüphesiz öğrenciler zor günler geçirecek. Onlar devlet bekaasının karizmasını çizdiler,” diye betimledikleri tabloda gençlik eylemine ilişkin olarak soruyor Yıldırım Türker: “Bir kez daha yinelemekte yarar var. Bu gençler konuşturulmuyor. Taleplerini dolaşıma sokacak kanallardan yoksun bırakılıyorlar. Olağanüstü sertlikte polis müdahaleleriyle işkence görüyor, suçlulaştırılıyorlar. Kuzu ve gibilerin onların mekânı olan üniversitelere gidip yumurta yağmuruna tutulmasındaki şiddet karşısında tüyleriniz ürperiyorsa, gözlük numaranızı değiştirin, kulaklarınızı yıkatın.
Yumurta, silahı olana, silahlı korumaları olana atılır.
Gençlerden nefret eden, gençliği uzun sürebilen bir hastalık olarak görüp çeşitli şok tedavi uygulamalarıyla üstüne giden bir kültürün bendeleriyiz. Bu gençlerin nasıl büyütüldükleri, gençliklerinden nasıl soyuldukları üstüne hiç fikriniz yok mu?”
Bilindiği üzere günümüz öğrenci eylemlerine damgasını vuran bir gerçeklik de “geleceksizlik kaygısı”… Artan işsizlik, özellikle küresel krizle gelen yeni işsizlik dalgası gençlerde, büyük endişelere yol açıyor. Bu, her ülkede böyle… ABD’de, AB ülkelerinde yüzde 10’un üzerine çıkan ve uzun süre bu oranın altına inmeyecek işsizlik, gençliği, mezuniyet sonrasının bilinmezliğine sürüklüyor. Türkiye koşullarında resmî işsizlerin üçte birini oluşturan 1 milyon kişinin 15-24 yaş grubundaki gençlerden oluşması yeterince endişe verici. Gençler arasında resmî işsizlik tarım dışında, kentlerde yüzde 26’yı buluyor.
Buna bugünden isyan etmeyip de ne yapsın gençlik? Diplomalar, en güzel yılları harcayarak, kıt aile kaynaklarını kullanarak elde edilecek, ama o diplomalar iş kapısını açamayacak… Bu acımasızlığı yaşayan milyonlarca genç örneği gözünün önünde duruyorken, üniversiteli bu geleceksizliğe nasıl isyan etmesin!..
Gençlik eylemi varolandan hareketle yolunu açarken su yolunu bulacaktır…
Kolay mı? Suyun aktığı dere yatağının yolunu keserseniz, su akmak için bizim için uygun olsa da olmasa da, kendine yeni yollar arar, bulur. Kurutulmuş dere yatakları üzerindeki yerleşimlerde, en sıradan bir yağmurda evleri su basmasının nedeni bundandır.
EYLEMİN GERÇEK İŞLEVİ
Gençlik eylemlerinin gerçek işlevi, yalanı yerle yeksan etmesidir…
Kim ne derse desin, gençlik eyleminin yumurtalısından, “uzun eşek”lisine çeşitli biçimlerde ortaya konulduğu “Protestolar meyvesini verdi.”[18]
Ertuğrul Kürkçü’nün ifadesiyle, “Müesses nizamın cilasının dökülmesi için sayıları bine varmayan üniversite öğrencilerinin İstanbul ve Ankara’da iki barışçı protesto ile kendilerini göstermeleri yetti de arttı bile.
Öğrencilerin protestoyu zamanlama ve ifade etmede sergiledikleri zekâyı geleceği öngörme konusunda da göstermeye aday olduklarını arkalarında bıraktıkları silinmez ize bakarak umabiliriz.”
Bu noktada ODTÜ Sosyoloji Bölümü doktora öğrencisi Mustafa Akçınar’ın saptaması gençlik eyleminin gerçek işlevini net olarak özetlemektedir:
“Tam da bu noktada; şenlikli yumurta eylemlerini anlamamakta ısrar eden, bu eylemlere katılan gençleri ‘patolojik’ olmakla değerlendiren/suçlayan iktidar sahipleri ve onların medyadaki temsilcileri söz konusu sorunları tekrardan ötelemeye girişmiş görünüyorlar. Oysa durum açıktır: şenlikli yumurta eylemleri ile dikkate alınmayan gençler bu sefer taşa sarılmış ve istediklerini almaktaki kararlılıklarını – sayıları her geçen gün daha da artarak- kamuoyuna bir kez daha göstermişlerdir. Bu nedenle; Yıldırım Türker’in daha önce belirttiği gibi başta başbakanın ve çevresindeki demokrat geçinenlerin ‘frene basma zamanı’ gelmiştir. Çünkü ‘askerinizle, polisinizle, copunuz silahınızla’ biz, yani ‘geleceği’ ‘yok edemezsiniz’. Bunu anlamak için tazyikli suyla paramparça ettiğiniz BAŞKALDIRIYORUZ suntalarının arkasındaki kararlılığa dikkatle bakmanız yeterli olacaktır.”[19]
Victor Hugo’nun, “Başkaldırmalar halkın depremleridir,” saptamasaındaki dinamizmle önünü açarak ilerleyen gençlik eylemi, aynı zamanda bir saflaşmayı da devreye sokmuştur; tıpkı ‘Radikal’ gazetesindeki kapışma gibi!
ÖĞRENCİLER NE İSTİYOR/DİYOR?
Başbakan Erdoğan, yumurta eylemi yapan üniversiteliler için “Dertleri ne, anlayabilmiş değilim,” derken; onlar “Söz biter yumurta konuşur,” diyorlar
Aslı sorulursa İngiltere’den Yunanistan’a, Türkiye’ye aynı sorular soruluyor: Ne oluyor bu gençlere? En önemlisi ne istiyorlar?”
Aslında yanıt çok açık…
Yeter ki Cüneyt Özdemir’in, “Olan biteni ‘yaramazlık’ düzeyinde ele almak, o eylemleri yapan gençlere haksızlık,” uyarısı kavranabilsin…
YÖK toplanıyor, rektörler Başbakan’la bir araya geliyor. Kimse gençlerin şikâyetlerini önemsemiyor. Gençlerin “terbiye edilmesi” anlayışının ağır bastığını görüyoruz.
Bunlar birer dayatmadır; gençlik de bunlara boyun eğmeyecektir…
Hayır! Gençliğin haklı itirazı “Gençlerin protestolarına alışmamız gerekiyor. Onların bütün aşırılıklarına, zaman zaman içinde anlamsızlıklar da barındıran tepkilerine rağmen hâlâ bir ‘saf’lığı temsil ettiklerini düşünmeyi sürdürüyorum,” diyen Oral Çalışlar tarzında ele alınamaz…
Gençlerin ne için mücadele ettiği ortadadır…
Ve söz konusu hedefler ister istemez, kapitalizme karşıdır…
İtirazla başlayıp, isyana tahvil olma eğilimindedirler…
DEVLETİN DEDİĞİ VE YAPTIĞI
Doğası gereği isyancı olan, başka türlüsü de mümkün olmayan gençlik eylemi, elbette her ileri adımında devlet terörüyle cebelleşecektir ki, bu sefer de öyle olmuştur…
Örneğin Çukurova Üniversitesi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, “Üniversitelerin güzel havasını bozmayın…” “Gençliğin heyecanını ve tepkisel ruhunu anlayabilirim ama ölçü kaçmasın!” diye tehdit ettiği gençlik eylemlerine yönelik azgın şiddetli ve bir öğrencinin düşük yapmasıyla sonuçlanan polis müdahalesini savunan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “Polis vurmadı, öğrenciler kendini yere atıyor,” derken; konuya ilişkin olarak Cüneyt Özdemir’in yorumu da, “Bakanlar dalgasını geçiyor” oldu!
Evet devlet buydu; devletin yaptığı böyleydi…
Hem de Başbakan Erdoğan’ın, yumurtalı protesto eylemcileri için “Bu kadar paranız var madem omlet yapın yiyin,” derken; Mehmet Süha Alpaslan’ın hatırlattığı üzere: “Üniversite öğrencisinin yumurtasına tahammül edemeyenler, silah ruhsatı alma yaşını 18’e indirmeye hazırlanıyorlar… Üstelik 5 ayrı tür silah için aynı kişi tek ruhsat alabilecek… Üstelikte ikisini aynı anda taşıyabilecek, birisi tutukluluk yaparsa öteki…”
Nihayet devletin gençlik eylemine bakışı tek sözcükle özetlenebilir: Kriminalizasyon!
Örneğin 4 Aralık 2010’da Başbakan Erdoğan’la rektörlerin buluşmasına katılmak isteyen öğrencilerin düzenlediği eyleme polis müdahale etmiş, 19 yaşındaki E.Ö. bu sırada bebeğini düşürmüştü…
Ayrıca Ankara’da parasız eğitim talebiyle dershaneyi işgal eden 11 DEV-LİS’li için Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan iddianamede 7 ayrı suçtan 63 yıla kadar hapis cezası istendi.
Parasız eğitim isteyen Dev-Lis’lilere 63 yıl ceza talep eden adalet sistemi Hrant Dink’in katili Ogün Samast için 14 ile 20 yıl arası ceza istemiş, ardından ise dosyayı çocuk mahkemesine sevk ederek bunu da azaltma girişiminde bulunmuştu. Ayrıca Rahip Santoro’nun katili ise 10.5 yıl ceza almıştı… Ne memleket, ne hukuk, değil mi?
Bunlarla birlikte ‘I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi’ne katılan Başbakan Erdoğan’ı protesto eden iki ilköğretim öğrencisi, koruma polislerince tekme tokat gözaltına alındı. Konuşma sırasında öğrenciler ayağa kalkarak “Parasız eğitim, parasız dershane” sloganı atmıştı…
DEVLET ŞİDDETİ
Yeri geldi özenle altını çizelim: “Otoriterlik neo-liberal dönemin olmazsa olmaz unsurlarındandır; siyasal alanın daraltıldığı, aşağıdakilerin bu alandan mümkün mertebe uzaklaştırıldığı bir rejim aşağıdakilerin siyasal alana dahil olma girişimlerinde şiddete başvurarak var olur…”[20]
Türkiye’de de olan budur!
Örneğin ‘The Economist’in araştırma birimi ‘Economist Intelligence Unit/ Ekonomist İstihbarat Birimi’nin, 15 Aralık 2010 günü yayımlanan “Dünya Demokrasi Endeksi” araştırmasına göre Türkiye, 167 ülke arasında 89’uncu sırada yer alıp, “Hibrid (melez) rejim” olarak nitelendirildi.
Çünkü ODTÜ’de “uzun eşek” oynayan, kartopu atan protestocu öğrencilere polis biber gazı ve copla saldırıyordu!
“Düşmanca davrandılar. ‘Dur vurma hamileyim’ dememe rağmen copla karnıma vurdular,” diyen 19 yaşındaki bir protestocu, polis şiddetiyle çocuğunu kaybediyordu!
Savcılık yumurta fırlatan gençlere soruşturma açıyordu…
Bu arada otoriter polis devleti; “Üniversite Olimpiyatlarını ağırlayacak Erzurum’da polis şefleri ve jandarma komutanlarına ‘gülümseme’ dersi veriyor”ken;[21] Dolmabahçe’de 4 Aralık 2010 günü Başbakanı protesto eden öğrencilere acımayan polis, 5 Aralık 2010 günü aynı yerde çaresizdi! Beşiktaş-Bursa maçı öncesi iki kişi bıçaklandı. Tedbir almayan polis olaylara seyirci kaldı.
Ne memleket, ne hukuk değil mi?
Saldırılardan hareketle İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’a “Kimyasal” sıfatı layık görülürken; Murat Belge, “Polis Şiddeti”nin altını çizip, buna mazeret üretiyor!”; Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da, “Polisin protestoculara karşı daha hoşgörülü olması gerektiğini düşünüyorum, madem erk sende tahammüllü olacaksın,” demek zorunluluğu hissediyorlardı…
Evet, AKP aklı bu tür tepkiler de devreye sokuyordu…
AKP AKLI
Gençlik eylemine her totaliter polis devleti gibi müsamahasız bir saldırganlıkla karşı duran AKP aklı, komplo teorilerine de müracaat etmekte beis görmedi.
Zeynep Oral’ın, “Bir yandan gençleri, öğrencileri haşarat yerine koyacaksın, seninle ayni düşüncede olmadıkları için sürüm sürüm süründüreceksin; pankart açanı içeri attıracaksın, protesto edeni dövdüreceksin, kurşun değil yumurta atanı hastanelik edeceksin…
Öte yandan, silah bulundurma, taşıma yaşını 18’e indireceksin; silah satın almayı kolaylaştıracaksın! Bu hangi akla hizmettir! Nasıl çelişkidir, nasıl tutarsızlıktır!” sorusunun dillendirdiği siyasal tabloda Efe Peker de, “AKP piyasa istikrarı, darbe tehlikesi gibi korkuları kullanarak, giderek kendisine benzettiği bir ülke yaratıyor” saptamasının altını özenle çizerken; AKP aklının yarattığı ucubeyi de sergiliyorlardı…
Mesela Tayyip Erdoğan, “Dün çetelerle, kirli senaryolarla, kirli tezgâhlarla kardeşliğimizi bozmaya çalışanlar, bugün de boş durmuyor,” diyerek üniversitelerdeki öğrenci eylemlerini eleştirdi!
Erdoğan, protestocu gençleri illegal örgüt mensubu ilan etti, polisin uyguladığı şiddeti savundu!
Bunlarla beraber TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, “68’den kalma eski tüfekler, -çoğu akıllanmamış bunların- gaz veriyorlar. Ama başarılı olmaları imkânsız;” “Gençler belli merkezlerden idare ediliyor,” derken, Ankara Üniversitesi SBF Dekanı Celal Göle’ye de telefonda, “Ben Anayasa Komisyonu Başkanı’yım, burada isyan var. Siz nerdesiniz?” diye çatıyor; CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce ise, “Burhan Kuzu bir açıklama yapmış. Yumurta atan çocukların arkasında Ergenekon varmış. Yumurtadan tavuk çıkıyordu ama yumurtadan Ergenekon çıkaran milletvekilleri sadece Türkiye’de var,” diye dalgasını geçiyordu…
Murat Belge’nin, “27 Mayıs arifesi” vurgusuyla, “27 Mayıs arifesinde aynen böyleydi” dediği “Ergenekoncu”luk göndermesi komik ve ayıptır!
Kaldı ki bu konuda Oral Çalışlar (bile!), “12 Eylülcü sistemin üstüne oturup, ‘Onları Ergenekon kullanıyor’ diyerek bir çözüm üretmek mümkün değil… ‘68 yaşanıyor, darbe gelecek’ gibi yaklaşımlar gerçekçi değil”; Ferai Tınç, “Ergenekon suçlaması bir zamanların her demokratik talebin arkasında Moskova’yı arayan gerici zihniyet kadar gerici,” derlerken; Ankara SBF’li protestocular da ekliyorlardı: “Ergenekoncu değil solcu öğrencileriz”!
Ancak AKP (ve liberal) aklı bunlara aldırmıyordu!
Örneğin “12 Aralık 2010’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bütçe görüşmelerinde aynen bu cümleyi (‘Ben Polisimi Ezdirmem!’) söyledi.
Peki kim eziyor polisi? Nerede eziyor? Bildiğiniz bir görüntü, bizim atladığımız bir haber var mı?”[22]
Kaldı ki, “Yumurtadan ‘saldırı’, ‘şiddet’ ya da ‘faşizm’ çıkartmak, muhalefet imkânlarını ortadan kaldırmanın siyasal-hukuksal zeminini hazırlamaya hizmet eder”ken;[23] “Sizce de bir garabet yok mu Erdoğan’ın eylemci üniversitelilerin yaptığını ‘faşizm’ diye nitelemesinde?
Türkiye’de, gerçi dünyada da pek farklı değil, ‘faşist’ lafı ayağa düşeli epey oluyor. İşin tuhafı, ne kadar çok kullanılırsa faşizmin ne anlama geldiğinin bilinmediği de o kadar çok belli oluyor. George Orwell, vaziyeti ta 50 yıl önce saptamış: ‘Hoşumuza gitmeyen her şeye faşizm der olduk.’ Eh, öğrenci eylemlerinin Erdoğan’ın hoşuna gitmediği belli oluyor.
Bu kadar kolay mı?
Erdoğan’ın öğrenci eylemlerini ‘faşizm’, dolayısıyla eylemci öğrencileri ‘faşist’ ilan ederken yapmaya çalıştığı tam da bu. Arkalarında illegal örgütler bulunduğunu da söyleyerek ‘bir avuç faşist’e karşı hem devletin bekası, hem demokrasinin selametini sağlama alıyor kendince.
İyi de iki siyasiyi konuşturmadılar diye öğrenciler ‘faşist’ diye yaftalanacaksa o devletten, o demokrasiden ne hayır gelir?”[24]
GERİCİ YORUM, LİBERAL HEZEYAN, YALAKALAR…
“Ergenekon” yaygaralarına; AB ile müzakereden sorumlu Bakan Egemen Bağış’ın da, “Olaylar sırasında polise karşı kullanılan şiddet aşırıydı. Maalesef birileri bizim gençlerimizi istismar ediyor,” söylemiyle eşlik ettiği gerici yorumun “AKP’yi yıpratmak” argümanına Hilâl Kaplan bile itiraz ediyordu.
Ancak liberal hezeyan da TKP’nin “son sekreteri” Nabi Yağcı’nın “Sorunları yumurta çözmez” vurgusuyla, “Türkiye ilk kez halkın anayasasını yapmaya, sivil bir demokrasiye geçmeye hazırlanırken bu değişim sürecini durdurmak için ortamı destabilize edici kışkırtmalar çok mümkün. Uyanık olmak ama tahrik edici de olmamak gerek,” derken AKP’nin nasıl da yedek lastiği olduğunu ortaya koyuyordu…
Bu arada “AKP kendini toparlasın” diyen Baskın Oran’ın, “Açıkça ihtar ve hatta tehdit ediyorum: AKP’nin gençleri ezmesine kesinlikle karşı duracağız. Reform yaptığı için bugüne kadar zaman zaman verdiğimiz dikkatli desteği ânında bitiriveririz. AKP iyot gibi açıkta kalır. Asla tevessül etmesin,” “tehdidi” ise, kelimenin tam anlamıyla gülünçtü…
Bir de AKP yalakaları vardı!
Yumurtalı eylemlere karşı çıkan Nazlı Ilıcak, “Çünkü başkalarının özgürlüğüne tecavüz edilmiştir,” derken; DSİP Genel Başkanı Doğan Tarkan da ekliyor: “Öğrenciler çok ağır şiddete maruz kaldı. Devlet ve hükümet daha sakin davransa, polis şiddetini önlese daha iyi olurdu…”
İş bu kadarla sınırlı da değil…
Mümtaz’er Türköne, “TKP, ÖDP, EMEP ve Halk Evleri gibi örgütler, başlayan bu şiddet dalgasının arkasında yer alıyorlar,” derken; Ekrem Dumanlı, “Yumurtacılar, protestoyu Genç Siviller’den öğrenmeli,” fetvasını çıkarıyor…
Namık Çınar, “Yumurta kafalı protestocular…” Nabi Yağcı, “Cehaletin cesaretini devrimci ruh sanmak…” türünden haddini aşan terbiyesizliklerini “siyaset” diye sunup; Ali Bulaç, “Yumurta fikir değildir…” diyorken unutulan şuydu:
Yumurta eylem hâlindeki, eyleme geçmiş fikirdir…
YANDAŞ MEDYA ZIRVALARI
Bu noktada yandaş medyanın, polisiye zırvaları dikkate değerdir…
Mesela Başbakan Tayyip Erdoğan, son zamanlarda kendisini çok sinirlendiren protestocu gençleri, “Marksist-Leninist gruplar” ilan etti.
Arkasından, bu konuşmadan “vazife çıkaran” yandaşlık abidesi ‘Zaman’ gazetesinde şu haber yer aldı:
“Ankara Emniyet Müdürlüğü, ODTÜ’yü savaş alanına çeviren eylemcileri ve bağlı bulundukları ideolojik grupları tek tek belirledi. Ankara polisinin hazırladığı rapora göre yasa dışı eyleme katılan öğrenci grupları ve sayıları şöyle: Öğrenci Kolektifleri 80, Gençlik Muhalefeti 50, TKP 30, Sosyalist Gençlik Federasyonu 20, ÖEP Kaldıraç 30, Özgürlükçü Gençlik Derneği 20, Ekim Gençliği 15, Yeni Demokrat Gençlik 15, Demokrat Gençlik Hareketi 20, Ankara Gençlik Derneği 10, Devrimci Proletarya 5, Marksist Bakış 10, Emek Gençliği 10, Dev-Genç (Sosyalist Demokrasi Partisi) 10, Dev-Genç Birliği (Sosyalist Parti) 10, Demokratik Yurtsever Gençlik 25.”
Evet, bunun adı “gazetecilik” oldu?!
Hayır bu “gazetecilik” falan değil; olsa olsa medya polisliğidir!
Tıpkı “İstikrara karşı, ‘öğrenci protestosu’ adı altında yeni bir cephe açılmış bulunuyor,” vurgusuna eşlik eden Hüseyin Gülerce’nin şu satırlarındaki gibi:
“Bir kısım medya bu protestoların, ısrarla ‘öğrenci olayı’ olduğunu anlatmaya çalışıyor. Aynı zihniyet, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri öncesinde de, perde arkasındaki derin yapıların varlığını gizlemiş, provokasyonları, kanlı eylemleri, ‘sağ-sol çatışması’, ‘öğrenci olayları’ olarak göstermişti…
Zaman gazetesi, dün (9 Aralık 2010) haberi tam bam telinden yakalamış. Eylemci öğrencilerden ikisinin portresini vermiş. Biri, geçtiğimiz yıl 6 Ekim’de meydana gelen IMF olayları, 26 Ocak’ta, Beyoğlu Burger King’in işgal edilmesi, 1 Nisan 2010’da, Ankara’daki Tekel eylemleri ve 21 Eylül 2010’da, Devrimci Karargâh terör örgütüne yönelik operasyonları protesto eylemlerinde yer almış. Diğer öğrencinin de IMF ve Devrimci Karargâh eylemlerinin yanı sıra, İspanyol Kültür Merkezi’nin işgal edilmesi olayına karıştığı tespit edilmiş.
Bunlar öğrenci olayları mı? YÖK’le, öğrencilerin istekleriyle ne ilgisi var bunların? O zaman belli medyamız, neden ısrarla bir avuç profesyonel eylemciyi, kamuoyuna ‘öğrenci’ diye takdim etmekte ısrar ediyor?”
Yandaş medyanın, polisiye zırvalarının istikameti bellidir: Devrimci gençleri “hayalî terör örgütleri”yle ilişkilendirerek kriminalize etmek yani 12 Mart ve 12 Eylül’den alışık olduğumuz, “malum öğrenci eylemleri…” söylemiyle sunmak!
GENÇLİK EYLEMİNE İTİRAZ VE DESTEK
Aslı sorulursa yandaş -polisiye- medyanın eyleme itirazında, Sırrı Süreyya Önder’in, “Öğrenci tepkilerine karşı dillendirilen itirazlara dikkatlice bakın, bir tane bile evrensel hukuk ve demokrasiye yaslandırılmış referans göremezsiniz,” betimlemesindeki üzere aklî olan hiçbir şey yoktur…
Engin Ardıç’ın ‘Orantısız Saçmalık’ yazısını yanıtlayan Meltem Gürle’nin, “Nerede bizim Günyüzü görmeden ölen bebeğimiz, nerede senin kirli dünyanın boktan ayakoyunları?” diye haykırdığı ‘Engin Ardıç’a Açık Mektup’undaki gerçek boylu boyunca orta yerdeyken; CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Dolmabahçe eyleminin protestocu gençlerine “nasihat” verip, “Sakın ola şiddete girişmeyin,” deyip; “İstanbul’da polisin dövdüğü öğrencilerin arkadaşlarının, AKP’li Kuzu’yu Mülkiye’de yumurta yağmuruna tutmasına ilişkin eylemi “Çok şık bulmadım” diye yorumlayabiliyordu! Alın size CHP…
Ancak gençlerin eylemi yalnız değildi…
Tıpkı “Sayın Kuzu,… katiller, hırsızlar, soyguncu ve talancılarla gurur duyulan bu topraklarda izin verirseniz ben, tek silahı yumurta olan, çalmamış, çırpmamış, hak yememiş, sadece hakkını arayan öğrencilerimle gurur duymak istiyorum,” diyen akademisyen Tülin Öngen gibi…
Gençlik hareketine yönelik şiddetti “Faşizm Örneği” olarak mahkûm edip; polis dayağını da “diktatoryal zihniyetin yansıması” olarak niteleyen BDP’li Eşbaşkanı Gültan Kışanak ile, “Devlet üç yumurtayla yıkılmaz… Neredeyse Yasadışı Yumurtalı Terör Örgütü diye bir şey icat edecekler,” saptamasını yapan BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş gibi…
İNSANIN İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE EYLEM HAKKI
“Yumurta eylem hâlindeki, eyleme geçmiş fikirdir,” dedik…
Buna bağıntılı olarak yumurta atma da insanın ifade özgürlüğü ve eylem hakkının bir parçasıdır…
TGC Başkanı Orhan Erinç’in, “İfade özgürlüğü sorunları”nın altını çizdiği tabloda yumurta atmayı “ifade özgürlüğü” olarak görmeyenlere hatırlatalım:
İfade özgürlüğü, diğer insan hak ve özgürlüklerinin olmazsa olmazıdır. Yani bir ülkede ifade özgürlüğü yoksa veya sınırlıysa, diğer hak ve özgürlüklerin de bir anlamı kalmıyor. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ilk kararlarını ifade özgürlüğü hakkında vermiştir. Bu özgürlük, yeni ve daha özgür fikirlerin ortaya çıkmasını, toplumun gelişmesini sağlar. Demokratik bir toplumda, yöneticilerin hoşuna gidecek değil, her türlü düşüncenin ifade edilmesi şarttır. Tolerans çok ama çok önemlidir. Sadece onaylanan, incitilmeyen değil, aksine inciten, şoke eden, rahatsız edici fikirlerin de hiçbir kısıtlama olmaksızın ifade edilebilmesi asıldır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre, ifade özgürlüğü; demokratik bir toplumun asli temellerindendir.
Toplumun ilerlemesinin ve her bireyin gelişmesinin temel koşullarından birini oluşturur. Sadece olumlu karşılanan, kimseye saldırgan gelmeyen ya da insanların kayıtsız kalabildiği “bilgi” ve “fikirler” için değil, devlet veya halkın herhangi bir kesimi için saldırgan görünen, sarsıcı nitelik taşıyan ya da rahatsız edici olan fikirler için de geçerlidir. Demokratik toplumun vazgeçilmez özellikleri olan çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir bunlar (Handside-Birleşik Krallık davası, 1976).
Düşünce ve ifade özgürlüğünün tek bir istisnası vardır: Şiddet kullanmak. Burada birinci anahtar sözcük, yumurta… Yumurta atmak, devlet gücünü kullanan kişilere isabet etmesi, ceketin kirlenmesi hâlinde şiddet sayılır mı? Bu konuda devreye girecek ikinci anahtar sözcük, hoşgörüdür. Hoşgörü olduğu takdirde, cekete veya şemsiyeye isabet eden yumurta, şiddet sayılmayacaktır. 12 Eylül 1980 öncesindeki öğrenci olayları ve şimdilerde Avrupa’nın birçok ülkesindeki öğrenci hareketleri düşünüldüğünde, cekete veya şemsiyeye isabet eden yumurtalar çok masum kalmaktadır.
“Freeman’ın deyimiyle; ‘İnsan hakları kavramı, gündelik yaşamdaki görece güvenlik ortadan kalktığında veya kaybolduğunda sıradan insanlar ile ilişkili bir hâle geliyor. İnsan haklarına en çok ihtiyaç duyulan zamanlar, en çok ihlâl edildiği zamanlar oluyor.’
Polisin acımasızca inen copları, sıktığı biber gazları, indirdiği tekmeler, yumruklar, yerde sürüklenen savunmasız bedenler -tıpkı TEKEL işçilerinin ve memurların eylemlerinde olduğu gibi- bize Freeman’ın tanımladığı zamanların içinden geçmekte olduğumuzu bir kez daha gösteriyor.”[25]
Ayrıca “AİHM yakın zamanda verdiği iki kararda kamu düzeni açısından tehlike yaratmayan gösterilere karşı sert müdahaleyi hak ihlâli saydı.”[26]
Kaldı ki “Eğer bir ülkede yöneticiler polis koruması olmadan halkın içine çıkamıyorsa, öğrencilerin yanına gidemiyorsa, işçilerden korkuyorsa, cenaze törenlerine çekinerek zoraki katılıyorsa, her şeye rağmen tepkisini dile getirenlere kızmak yerine nerde yanlış yaptıklarını düşünmelidir.”[27]
Sormadan geçmeyelim: Kim masum? Yumurta ve limon mu? Yoksa tekme, darp, cop ve biber gazı mı?
AKP için sorun demokratikleşme değil, muhalefetin varlığıdır…
Tekrarlamak pahasına bir şey daha: “Egemen düzenin alışık olduğu oyun kurallarını, kararlı bir anti-otoriter direniş çizgisiyle zorlayan, bastırılan-konuşulmayan toplumsal-siyasi sorunlarını gündeme getiren gençliğe hem iktidar, hem liberal, ‘sol’-liberal, eski ülkücü faşist, yeni ‘demokrat’ ve insan hakları ve demokrasi karşıtı İslâmcı ‘düşünürler’, tonu sert, hoş olmayan, estetikten yoksun AKP iktidarının ortaklaştırdığı kakafonik bir koro hâlinde saldırıyorlar. Bu koronun, duyarlı gençliği kriminalize eden, devletin hukuki ve kolluk kuvvetlerine havale eden, aşağılayan, yetişkin sıfatlarından yoksunlaştırarak onları başkaları tarafından kumanda edilen ‘çocuklar’ olarak sunan küfür edebiyatını ibretle, ama gülümseyerek izliyoruz…
Anti-faşist geçliğe, anti-kapitalist, ırkçılık karşıtı gençliğe ‘faşizm’ suçlaması yöneltmek, faşizmi hafife almak ve bu şekilde faşizmin kanlı tarihini ve bugününü görmezden gelmek, kutsamak, temize çıkarmaktan başka ne anlama gelebilir?
Tarihte yumurta atan faşizm görülmüş müdür?”[28]
“YUMURTA” MESELESİ…
Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın “ceketim lekelendi” şikayetiyle, Ankara Üniversitesi SBF’den Nihal Ç. Hakkında 2 yıl hapis istemiyle dava açıldı…
Mahkeme ‘Yumurta atmak demokratik hak’ diyerek beş genç için beraat kararı verirken İ.Ü Bakana yumurta atan 30 öğrenciye bir ay uzaklaştırma verdi… Ancak TEKEL işçilerine destek amacıyla geçen yıl düzenlenen eylemde polise yumurta attığı gerekçesiyle yargılanan 5 genç “Yumurta atmanın demokratik hak olduğu yönündeki” kararla beraat etse de, İstanbul Üniversitesi Sanayi Bakanı Ergün’e yumurtada atan 30 öğrenciyi bir ay okuldan uzaklaştırdı…
Burhan Kuzu’nun yumurta atılarak protesto edilmesine katıldığı belirlenen Tayfun Yıldırım hakkında açılan soruşturmada, ‘Yurttan süresiz çıkarılma cezası’ verilmesi istendi…
Vb’leri, vd’leri örneklerdeki üzere “yumurta”yı “Ergenekon”dan “darbe destekçiliği”ne dek bir alay zırva yoluyla “meseleleştirip”, “tedhiş” unsuru ilan edenlere hatırlatalım:
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Sezgin Çalışkan, Mehmet Bahçıvan, Ozan Sürer, Erdem Tetik ve Duygu Öztürk adlı gençler hakkında 3 Nisan 2010’da TEKEL işçilerine destek için Ankara’da düzenlenen eylemde, “güvenlik güçlerine karşı zor kullandıkları ve 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na aykırı davrandıkları” iddiasıyla dava açtı. İddianamede, sanıkların barikat oluşturan güvenlik güçlerine de yumurta atarak, suç işledikleri öne sürüldü.
Ankara 6. Asliye Ceza Mahkemesi, 16 Aralık 2010’da tüm sanıkların beraatlerine karar verdi. Gerekçeli kararda, tüm sanıkların savunmalarında, TEKEL işçilerinin eylemine destek amacıyla basın açıklaması yapmak üzere toplandıklarını, açıklama sonrasında yürüyüş yaptıklarını, polise direnmediklerini ve suç işlemediklerini ifade ettiği belirtildi.
Burada yeri gelmişken açık açık yazalım: L. Doğan Tılıç’ın deyişiyle, “Yumurta hayattır”!
Gençlerin eylemiyle “İktidarın yumurtası kırıldı… İktidar böyle deşifre edilir”di[29] ve edildi!
Kolay mı? Yumurtalı eylem sonrasında Ankara SBF’li öğrenciler son derece sakindiler ve “Burun kırmadık, sadece karizma çizdik,” derlerken ekliyorlardı: “Yumurtadan ibaret değiliz”!
Bu konuda “Yetmez ama evetçi… Sol liberal” itirazlara(?!)gelince: Bekir Coşkun’un deyişiyle, “Yumurtalar demokrasinin tanklarıdır” ve “Bush’a ayakkabı atanı kahraman ilan edenlerin, yumurta atanları darbeci ilan etmesi çifte standart değil midir?”[30]
“NİHAYET”
Gençlik eylemi “yeni dönem”in işaret fişeğidir; bunun böyle olduğunu yaşayanlar görecek…
Çünkü “Kapitalizm entelektüel emeği proleterleştirerek proletaryaya sömürü ve baskıya karşı daha büyük bir bilinçli başkaldırı yeteneği bahşeder,”[31] vurgusuyla, “Öğrenci hareketi, her yerde öğrencilerin kendi akademik kurumları içinde, fakültelerde, yüksek okullarda deneyimledikleri dolayımsız koşullara karşı bir başkaldırı olarak başlar,”[32] diyen Ernest Mandel önemli bir saptamanın altını çizer…
Açıkça haykıralım…
Gençleri teslim alamazsınız!
Onları susturamazsınız…
Çünkü onlar ikiyüzlü ve yalaka değiller…
Boccaccio’nun, “İnsanların çoğu yaşlanınca gençliklerini unuturlar,” diye ifade ettiği olumsuzluğa rağmen “Gençlik”, Charles Dickens’e göre “Arzuların baharıdır”; Oscar Wilde için “Sahip olunmaya değer tek şeydir”; John Keats’in, “Gençler olmasaydı dünya değersiz kalır, yaşlılarsa hayatta hasret ve hayretten başka bir şey elde edemezlerdi,” diye betimlediğidir…
İşte bunun için isyancı gençleri teslim alamazsınız; alamayacaksınız!
3 Mart 2011 09:14:00, Ankara.
N O T L A R
[1] 24 Aralık 2010 tarihinde ODTÜ’de düzenlenen “Özel Güvenlik ve Üniversiteler” başlıklı panelde… 27 Aralık 2010 tarihinde Ege Üniversitesi’nde (İzmir) Devrimci Demokrat Yurtsever Öğrenciler tarafından düzenlenen “Ali Serkan Eroğlu Anması”nda…4 Ocak 2011 tarihinde Eskişehir’de Devrimci Proleter Gençlik, Demokratik Haklar Federasyonu, Ekim Gençliği, Sosyalist Gençlik Derneği ve Genç-Sen’in düzenlediği “Tartışıyoruz! Dolmabahçe’de değil Üniversitelerde!” başlıklı forumda yapılan konuşmalardan derlendi… Newroz, Yıl:5, No:176, 8 Haziran 2011; Yıl:5, No:177, 15 Haziran 2011; Yıl:5, No:178, 29 Haziran 2011…
[2] “Özgürlük küçük şeylerle uğraşmaz”.
[3] “Büyük Açlık Dalgası Kapıda”, Günlük, 25 Ocak 2011, s.4.
[4] “Arap Despotlar, Tunus Olayını Yabana Atmamalı”, The Observer, 16 Ocak 2011.
[5] Ergin Yıldızoğlu, “2011’e Girerken Tunus Dersleri”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2011, s.9.
[6] Sami Kohen, “Gençler Her Yerde İsyan Hâlinde”, Milliyet, 11 Aralık 2010, s.22.
[7] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Korkunç Bir Güzellik’ Doğuyor”, Cumhuriyet, 13 Aralık 2010, s.13.
[8] Nilgün Cerrahoğlu, “Yeni Bir ‘68’mi?”, Cumhuriyet, 13 Aralık 2010, s.13.
[9] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘68’ Korkusu”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2010, s.8.
[10] Gary Younge, “Öğrencilerin Haklı Öfkesi Bulaşıcı Olabilir”, The Guardian, 5 Aralık 2010.
[11] Nilgün Cerrahoğlu, “Demokrasilerin Sonuna mı Gelindi?”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2010, s.11.
[12] Ergin Yıldızoğlu, “2010’dan 2011’e Sınıf Savaşları”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2010, s.4.
[13] Nuray Mert, “Ölüyle Değil Diriyle Barışmak!”, Hürriyet, 14 Aralık 2010, s.13.
[14] Mehmet Y. Yılmazer, “Aşınmayan Yollar ve Pişmeyen Omletler!”, Hürriyet, 11 Aralık 2010, s.19.
[15] E. A. Rauter, Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?, çev: Merlin Ecer, Kaldıraç Yay., 2’inci baskı, 2011, s.7.
[16] Dilek Kurban, “Akademi”, Radikal, 26 Şubat 2011, s.6.
[17] İhsan Çaralan, “YÖK’e Karşı Ortak Mücadele!”, http://www.evrensel.net/haber.php?haber_id=77368
[18] “Protestolar Meyvesini Verdi”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2011, s.3.
[19] Mustafa Akçınar, “Başkaldırıyoruz!”, Birgün, 11 Ocak 2011.
[20] Önder Eren Akgül, “Şiddet Vesilesiyle Türkiye’de Öğrenci Hareketine Dair”, Yeni Yol, No:40, Kış 2011, s.73.
[21] Salih Tekin, “Polise Gülümseme Dersleri”, Radikal, 9 Aralık 2010, s.2.
[22] Cüneyt Özdemir, “Ben Polisimi Ezdirmem!”, Radikal, 13 Aralık 2010, s.8.
[23] Sırrı Süreyya Önder, “Şirin Canıma Gelsin Size Gelen Gadalar”, Radikal, 17 Aralık 2010, s.11
[24] Erdal Güven, “Hangi Faşizm?”, Radikal, 11 Aralık 2010, s.
[25] Nevan Oğan Balkız, “Orantısız Güç! Orantılı İnsan Hakları?”, Birgün, 13 Aralık 2010, s.6.
[26] Güçlü Akyürek, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Özgürlüğünün Neresindeyiz?”, Radikal, 20 Aralık 2010, s.32.
[27] Kürşat Başar, Yumurtanın Sarısı”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2010, s.9.
[28] Gazi Çağlar, “Faşizmi Hafife Almak Suçtur!”, Birgün, 17 Aralık 2010, s.13.
[29] Nazım Alpman, “İktidarın Yumurtası Kırıldı”, Birgün, 11 Aralık 2010, s.7.
[30] Jale Özgentürk, “Pabuç Demokratının Yumurtayla İmtihanı”, Radikal, 10 Aralık 2010, s.19.
[31] Ernest Mandel, “Entelektüel Emeğin Proleterleştirilmesi”, Yeni Yol, No:40, Kış 2011, s.57.
[32] Ernest Mandel, “Devrimci Öğrenci Hareketi”, Yeni Yol, No:40, Kış 2011, s.89.