Home , Köşe Yazıları , Latin Amerika: Maden ve Kan [1]

Latin Amerika: Maden ve Kan [1]

sibelozbudun“Toprak alev alacak

ve gökyüzünde büyük beyaz halkalar olacak.

Acı fışkıracak ve bereket kaybolup gidecek.

Toprak alev alacak ve zulüm savaşı alevlenecek.

Çağ çok ağır çatışmaların içine gömülecek.

Her ne olursa olsun bu görülecek.

Bu, ıstırabın, gözyaşlarının ve sefaletin zamanı olacak.

Gelecekte olacak olan, budur.”[2]

“Topraklarımızdaki doğal kaynakların beyazların yaptığı tarzda araştırılmasını ve işletilmesini kabul etmiyoruz. Adı ne olursa olsun bir petrolcünün kutsal topraklarımıza girmesini kabul etmiyoruz. Tanrımız -SIRA- yeryüzünün yüreğini bize, ona özen gösterelim, beyazların, siyahların ve yerlilerin yaşadığı dünyanın dengesini kollayalım diye emanet etti. Bu mavi dünyanın uyumunu sürdürmek bizim görevimiz ve bunu pazarlık konusu yapamayız. Soruyoruz; hükümetin hayatı pazarlık konusu yapma olasılığı var mı; Tanrı’sı ona kutsal olan her şeye dokunup mahvetme iznini verdi mi? Çünkü biz, bunu yapamayız.”[3]

Amazon bölgesinde yaşayan U’wa yerlilerinin geleneksel yetkelerinin açıklaması, salt kapris olsun diye doğaçlama dile getirilmiş bir itiraz değildir; yüzlerce yıllık bir deneyim birikiminin meyvesidir.

* * *

Cenevizli denizci Christoph Colombus, Hispaniola adını vereceği Haiti adasına ayak bastığında, çevrelerini saran bakır tenli, güzel yüzlü, güleç insanları incelerken, ne boyları-bosları, ne çıplaklıkları, ne güzellikleri, ne dilleri, ne de adetleriyle, gelenekleriyle ilgilidir. O çoğumuzun hayatında ilk kez yabancı bir diyara ayak bastığında duyacağı merak, heyecan, başka insanları tanıma arzusu, ürküntü vb.den çok uzaktadır. Adadaki ikinci gününde, seyir defterine ilk karşılaşma için şu kaydı düşer: “Gözlerimi dört açıp altınları olup olmadığına baktım ve bazılarının burunlarında küçük halkalar olduğunu gördüm…”[4] (Hanbury-Tenison 1993: 323)

Evet, Avrupa’nın çocuklarını üç gemiyle ucunu bucağını bilmedikleri bir meçhule, önlerinde bitimsiz bir çöl gibi uzanan Atlas okyanusuna açılmaya sevk eden, “keşif” heyecanı, bilinmedik diyarları tanıma itimi filan değil, düpedüz altın açlığıdır. Çünkü o çok özel yüzyılda, XV. yüzyılda Batı Avrupa’da:

“(…) Burjuvazinin ilerlemesi yeni zenginlikler yaratmıştı, hiç değilse halkın bir bölümünün yaşama düzeyini yükseltmişti; bu da, bir taraftan isteklerini arttırmıştı. Şimdi de Doğu’dan pamuk, reçine, (Kızıldeniz ile Hint Okyanusunun birleştiği yerde Afrika ile Arabistan’ı kavuşturan Babülmendep ‘gözyaşları kapısı’ denilen yerden geçilerek Hint Okyanusu’ndaki Sokorata adasından gelen) kumaş boyaları, Çin Hindi’nin temiz verniği, Ganj vadisinde yetişen çiviti aramaya başlamışlardı. Bunları satın almak için altına, hem de çok altına gerek vardı. Ve XV. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da çok az altın bulunuyordu. Para kıtlığı içine girilmişti, yani para olarak basılan altın külçeleri bütün hızıyla genişlemekte olan ticareti karşılamaktan çok uzaktı. Kapitalistler yatıracak sermaye bulmakta güçlük çekiyorlar ve yüksek faiz ödemek zorunda kalıyorlardı. Aşağı yukarı bütün altın, Floransalı, Cenevizli, Milanolu, Siennalı ve Venedikli bankerlerin kasalarında saklıydı. Avrupa’nın altın açlığı ve susuzluğu denilecek kadar umut kırıcı ölçüde altına ihtiyacı vardı. Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir ‘altın buhranı’ içindeydi.” (Luraghi 1994: 29)

Evet Avrupa burjuvazisi “altın buhranı” içindeydi ve sayıklıyordu: “Altın her şeyi sağlar.” (Bernal Diaz). “Altın insanı akıllı, sevilen ve saygı gösterilen hâle sokar, suç işlerse onu kurtarır ve parayla insan her şeyi elde edebilir ve alt edebilir.” (Vergas Machuca) “Altın dostluk ve sevgi kazanmak… ün ve nüfuz elde etmek için yeterlidir.” (Leon Battista Alberti)

Aslında Colombus ve adamları Hispaniola’ya çıkmadan önce Karayip adaları arasında altın arayarak iki ay kadar dolaşmış ve bir şey bulamamışlardı. Umutlar yitiriliyor, sinirler geriliyor, denizciler arasında sık sık hiç yoktan kavgalar patlak veriyordu. Altın yoktu ve “altınsız bir sefer, pahalı bir bozgun olmaktan ileri gidemeyecekti”. (Luraghi 1994: 45)

Belki de her şeyi göze alıp dönmeye karar vereceklerdi ki, Noel akşamı pilot gemi Santa Maria, Hispaniola’nın kuzeyindeki bir mercan kayalığına oturdu ve öylesine büyük zarar gördü ki, kurtarılamayacağı anlaşıldı. Colombus daha küçük ama daha sağlam olan Nina’ya geçmek zorunda kaldı.

Ama Hispaniola’da aradığını bulmuştu. Amerika kıtalarının talanı o gün başladı…

Burunlarındaki küçük halkalar “Hispaniola”nın sakinleri Arawak’lara pahalıya mal oldu. Önce hilekâr bir çerçi gibi davrandı “Beyaz adamlar”:

“(…) Ellerinde ne varsa önerdiğimiz herhangi bir ıvır zıvır karşılığında veriyorlar, karşılık olarak kırık çanak ya da cam parçalarını bile kabul ediyorlar… Onlara ne verirsek, asla azımsamadan, derhâl ellerindeki her şeyi veriyorlar (…) Başkalarının malında hiç gözleri yok… Altın da veriyorlar, su kabağı da.” (C. Columbus) [akt. Ferro 2002: 65]

Ama bu yolla toplayabilecekleri altın miktarı sınırlı, Beyaz Adam ise sabırsızdı. Nitekim, Colombus takviye getirmek üzere İspanya’ya doğru yola çıktığında geride bıraktığı garnizon, İspanyollar’ın doymak bilmez hırsları ve hoyratlıkları sonucu, sonunda yerlilerin sabrını taşırmış, ve yerle bir edilmişti. “Böylece, kanlı sömürgecilik tarihinin daha başından, kan rengiyle altın parlaklığı birlikte yürümüştü. Sömürgeler yıkılana kadar altın ve kan sömürgeciliğin damgası olarak kalacaktı.” (Luraghi 1994: 47)

Colombus Hispaniola’ya ikinci çıkışında hiç zaman kaybetmedi. Ada kısa sürede tümüyle fethedilerek sömürgeleştirildi, yerliler, haraca bağlandı:

“(…)Her yerli, üç ayda bir, bir miktar altın vermeye zorlanıyordu. Karşılığında da altın vermiş olduğunun kanıtı olarak boynuna asması için bakır ya da pirinç bir levha alırdı.

Vermekle yükümlü olduğu altın miktarı çok büyüktü ve bu yöntemin sonuçları çok korkunç olmuştu. Hayvanların işini görmeye zorlanmış olan bu zavallılardan yüzlercesi birden ölüyordu. Baş kaldıranlara işkence yapılıyor ve öldürülüyorlardı. Bir bölümü de öldürülmekten kurtulmak için zehir içiyordu. 1494 ve 1498 arasında toplam üçyüz bin kişilik Hispaniola halkının yüz bini öldürülmüştü. 1508’de altmış bin kişi, 1548’de beş yüz kişi kalmıştı. Bugün adanın ilk yerlilerinden gelen bir tek kişi yoktur.” (Luraghi 1994: 47-48)

Latin Amerika’da gerçek anlamıyla madencilik, böyle başlar. Kısa sürede kıtanın iç kesimlerine nüfuz eden conquistadore’ler, önce altın namına ne bulurlarsa -kap, kacak, süs eşyası, sorguç, silah…- eritip külçeler hâlinde gemilerle Avrupa’ya doğru yola çıkartacaklardı. Bu “hortumlama”nın sonucu, 25 yılda yüzde 90’ı Karayipler’den, yüzde 10 kadarı ise, Carthagena’nın kıstak ve kıyı bölgesinden (Castille d’Or) olmak üzere 30-35 ton altın sevkedildi Avrupa’ya. İkinci adım, çoluk, çocuk, yaşlı, kadın demeden kıyımlardan sağ kurtulabilen bütün yerlilerin, ellerinde tahta parçaları ve bitkisel elyaftan ağlarla, nehir kıyılarında muazzam miktarda alüvyon süzme işine koşulmasıydı. (Chaunu 1969: 301-302)

Hispaniola’da başlatılan, kısa sürede diğer doymak bilmez conquistadore’ler aracılığıyla kıta içlerine taşınacaktır. Örneğin, az zamanda, birkaç yüz adamıyla birlikte Avrupalıların Yeni Dünya’ya taşıdığı, yerli bağışıklık sistemlerinin tanımadığı mikroplarla ittifak içinde görkemli Aztek İmparatorluğu’nu yok edecek olan conquistadore Cortes’in, daha 19 yaşında, Amerika kıtasına doğru yelken açacak gemiye bindiğinde kendisine hemen bir encomienda (yerlilerin köle koşullarında çalıştırıldığı geniş topraklara hükmeden çiftlikler – b.n.) tahsis edilmesi önerisini, “Ben buraya köylü gibi toprağı eşelemeye değil, altın aramaya geldim,” diye geri çevirdiği rivayet edilir (Luraghi 1994: 57).

O güne dek Avrupalıların tanıdığı küçük hortikültüralist toplumlardan farklı olarak, günümüz Meksika topraklarının büyük bölümüne hükmeden bir İmparatorluğu yönetmekte olan Aztekler, Cortes’e istediğini bol bol sağlayacaklardır: tabii başkentleri Tenochtitlán’ı çevreleyen iç denizi doldurmaya yetecek miktarda kan ve gözyaşı pahasına… Durum, daha Meksika içlerine doğru ilerleyen Cortes ve adamlarının Aztek elçileriyle ilk karşılaşmalarında belli olmuştur:

“İspanyollar, efsane hâline gelmiş olan bu hükümdarın (Aztek imparatoru Moctezuma – b.n.) adının ilk kez ağızda dolaştığını işitiyorlardı. Yerlilerin yüksek bir uygarlık düzeyine yükselmiş olduğunu kanıtlayan muhteşem giysiler giymiş olduklarını ilk kez görüyorlardı. Bir de, kendilerinden önce gelmiş olanlara gösterilmeyen daha fazla ve daha ince işlenmiş altın görüyorlardı: miğferler, zırhlar, ince altınla kaplanmış kalkanlar; ince işlenmiş ve ‘araba tekerlekleri gibi’, biri altın ve öteki gümüş iki büyük yuvarlak tabak. [5] Meksika istilasını anlatan Bernal Diaz del Castillo, altın tabağı bugün iki buçuk milyon yeni frank tutarında olan yirmi bin altın pesos olarak değerlendirmişti. Ve bu değerlendirme sadece madenin değeriyle ilgiliydi.” (Luraghi 1994: 59)

Cortes, Yeni Dünya’dan gelen altınlarla şimdiden Avrupa’da “üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk inşa etmekte olan hükümdarını (V. Charles) olabildiğince etki altında bırakmak için, kendi payı da dâhil olmak üzere, o güne kadar elde etmiş oldukları altını imparatora göndermeye arkadaşlarını ikna edecekti. V. Charles altınları, Cortes de bütün yetki ve emperyal desteği alır böylelikle arkasına.

Ve kıyım başlar. Dişleriyle, tırnaklarıyla, kanlarının son damlasına dek direnen Azteklerin, barut, çelik ve mikroplar karşısında kırılmaktan başka yolu yoktur. Cortes’in yalnızca Aztek başkenti Tenochtitlán’da 67 000 insanı öldürttüğü aktarılmaktadır; 50 000 kadarı ise “zaten açlıktan ya da hastalıktan ölmüş bulunuyordu.” (Ferro 2002: 68)

Tenochtitlán’ın düşüşünü diğer Aztek kentleri izler. Conquistadore’nin bu işten kazancı, görkemlidir: tüm yağmanın ellide biri. Bu ise, günümüzde 10 milyon Amerikan doları bir servet ile 3000 kişisel köleye denk düşmektedir. Derhâl altın madenlerinde çalışmaya koşulacak ve kısa sürede tümü birden ölecek olan 3000 köle…

Kıyım öylesine ürkütücü boyutlardadır ki, örneğin Meksika’da, yaylalardaki yerli nüfusu 1519’da yirmi milyon kadarken, 1650’de ancak iki milyon kişi kaldığı kaydedilmektedir (Ferro 2002: 313).

Avrupalılar, durmak, yetinmek nedir bilmiyorlardı. Güneyde, Maya ülkesinin de berisinde “Altın Diyarı”ne ilişkin söylenceler kulaktan kulağa yayılıyor, hayal gücünü kamçılıyor, iştahları kabartıyordu. Aradaki balta girmemiş ormanlar, aşılmaz nehirler, bataklıklar da durduramadı Beyaz Adam’ı. Pascual de Andagoya, yerlilerin Pirú adlı bir nehrin üzerindeki “altın bölgesi” Virú hakkında anlattıklarından büyülenmişti. Ne ki hastalığı, Kolombiya ile Ekvator arasındaki San Juan nehrini geçmesine izin vermedi. Ancak Panama’ya döndüğünde altına boğulmuş diyar, Virú üzerine anlattıkları, Pizarro’yu harekete geçirmeye yetecekti. Rahip Hernando de Luque ve asker Diego de Almagro ile buldukları ganimetleri paylaşma konusunda bir ortaklık anlaşması yapıp yola koyuldu.

Pizarro ve şürekasının karşılaştığı İnka İmparatorluğu iki üvey kardeşin (Atahualpa ve Huascar) taht kavgalarıyla yıpranmış, gücünü, görkemini büyük ölçüde yitirmiş bir devletti. Üstelik İspanyollar ülkeye varmadan çiçek ve diğer mikroplar ulaşmış, işe koyulmuşlardı bile…

Ama yine de gördükleri, dillerinin tutulmasına yeterliydi:

“Hazineleri yağmalamaya başlayınca İspanyollar, bunların zenginliğine değil, aynı zamanda yapılışlarına da hayran kaldılar ve şaşkınlık çığlıkları attılar. O sırada hapiste olan Huascar, salıverilmesi için Pizarro’yla ilişki kurmanın yollarını aramaya başlamıştı. Atahualpa bunu öğrendi ve cezaevinde kardeşinin öldürülmesi için gizlice emir verdi. Ama Huascar, ölmeden önce, İmparatorluğun gerçek hazinesini Atahualpa’nın değil, yalnız kendisinin bildiğini söyleyerek farkında olmadan istilacıların kafasına zehirli bir ok sapladı. İşte böylece ‘İnkaların Hazinesi’yle ilgili efsane doğdu. Bu efsane, daha birkaç kuşağın düşlerini besleyecek, birçok serüvenci kafilesini ölüme sürükleyecek ama bulunamayacaktı.

Bu arada Atahualpa’nın kurtarılması için istenmiş olan bedel ödenmişti: bu bedel, sadece altın olarak 180 000 000 yeni frangın üzerinde bir değer taşıyordu.” (Luraghi 1994: 81)

Bir oda dolusu altın ve gümüş olduğu söylenen fidyeyi aldıktan sonra Pizarro’nun Atahualpa’yı da öldürttüğünü belirtmeye bilmem gerek var mı?

Peru’da Pizarro daha ilk günlerde, Avrupa’nın elli yıllık üretimine eşdeğer miktarda altın ve gümüş ele geçirmişti. (Ferro 2002: 72) Ama fethi, İnka İmparatorluğu için tam bir facia anlamına geldi. El Dorado’nun peşindeki Pizarro’nun katilleri acımasızdılar: bütün bir yerli ailesini “vahşi hayvanlarmış gibi sundurmaya asarak bunlarla köpeklerini besleyen Rogue Martín isimli Portekizli”[6] gibi… İnka halkları, kılıçların önünde kırıldı. Tarlaları yağmalandı, lama, alpaka sürüleri katledilince açlığa mahkûm kaldılar. Ve sonunda yerliler,

“Halklarının her gün İspanyolların insanlık dışı ve zalimce muameleleriyle, atların ayakları altında çiğnenerek, kılıçlarla doğranarak, köpeklere yedirilerek veya parçalatılarak katledilişini, bir çoğunun akla gelmedik her türden işkenceye maruz bırakılarak diri diri mezara gömülüşünü gördükleri için… artık daha fazla mücadele etmeden, kendilerini onlara dilediklerini yapabilecek düşmanlarının ellerine bırakarak mutsuz yazgılarına teslim olmaya karar verdiler.” (Stannard, 2005: 134)

Oysa bunlar, daha iyi günlerdi… 1527’de Río de la Plata (Gümüş Nehri) üzerinden Paraguay içlerine sokulan Cabot, yerlilerden gümüşün (bugün Bolivya sınırları içerisinde bulunan) Potosí’den getirildiğini öğrenince “madenler insanları yemeye başlayacaktı”… Potosí’deki gümüş madenleri 1545’de “keşfedildi”; 1591’de de işletmeye açıldı.

4000 metre yüksekliğinde bir “gümüş dağı”ydı Potosí… 4000 m.’nin üzerindeki bu buz çölünde, yerliler, oksijen ve yiyecek kıtlığı koşullarında zorla çalışmaya koşuldu… Resmî kayıtlara göre 1556-1783 arasında ocaklardan 45 000 ton gümüş çıkartılmıştı.

Kimler mi çıkarmıştı bu gümüşü? Tabii ki ocaklarda, angarya usulüyle çalıştırılan yerliler:

“Yayla yerlileri dahi, Potosí cerro’sunda organizmalarının uyarlanmış olduğu optimum yükseltinin üzerinde yaşamaya zorlanıyordu. Soğuk, besin yokluğu, ısı kontrastları. Aşınmış basamaklarıyla merdivenlerin tepesinde, kaygan toprak üzerinde, sırtları maden külçe yüklü, iki büklüm kadın ve erkekler, oksijeni kıt, karbon gazı zengin, sıcak ve nemli havada, bedenleri ter içinde, birden sıfırın altındaki ısılarla temasa geçiyorlardı. XVI. yüzyılın sonunda kaç kişi madenlerde çalışmıştır? Bunu bilmiyoruz. Ama toplam olarak milyonlarca insan, orada öldü.” (Chaunu 1969: 315)

Madenlerde, yerin onlarca, yüzlerce metre altında, günde 10-12 saat çalıştırılıyorlardı. Pek az yerli 6 aydan uzun bir süre hayatta kalabildi. Ama daha da öldürücüsü vardı. Madendeki gümüş, çıplak ayakla üzerlerinde tepinen yerliler tarafından cıvayla karıştırılarak bir alaşım elde ediliyordu ve yerliler, yerin altında cıva solumaktaydılar… Cıva işçileri arasında iki-üç haftadan uzun yaşayan olmadı (Chaunu 1969: 308)… Huancavelica’daki cıva yataklarının yolunu bulmak çok kolaydır, kaydını düşer tarihçiler. Çünkü madenin onlarca millik çevresi, insan kemiği kalıntılarından bembeyaz olmuştur. (akt. Akal 1997: 93)

Kuşkusuz yerliler, kaderlerine uysalca razı olmadılar. İlk yerli ayaklanması, madenin bulunduğu 1545’de patlak verecek, ama kanlı bir şekilde bastırılması gecikmeyecektir. Ayaklanmanın sonunda bilânço yerlilerden 50 ölü; İspanyollardan 5’i ölümcül 20 yaralıdır. “Potosí kendisi tümüyle bir korku ülkesi olan Peru’nun kanlı bir bölgesidir,” diyor Chaunu (1969: 311)

İspanyol efendiler, tükenmeyecek bir köle kaynağına sahip olduklarını sanmaktaydı. Oysa çok hızla tükendiler… Örneğin tüm Meksika’da Avrupalıların ayak bastığında 25 milyon olarak hesaplanan nüfus, 75 yıl sonra, 1595’te 1 300 000’e düşmüştü. Tüm Latin Amerika için Avrupalıların neden olduğu yerli nüfus kaybı, 70-80 yıl içerisinde yüzde 90-95 olarak hesaplanmaktadır…

Yerli işgücü yitimi, Afrika’dan kaçırılarak getirilen siyahîlerle telafi edildi… 1608’de İspanya Krallığı, yılda 1500-2000 Afrikalı’nın kıtaya gönderilmesine izin vermişti. Sömürge çağı boyunca yaklaşık 30 000 kadar Afrikalı kölenin Potosí’ye götürüldüğü tahmin edilmektedir. Afrikalı köleler acémilas humanas (insan katırlar) olarak tanımlanıyor ve ölen her dört katır, yirmi siyahî köleyle karşılanıyordu[7]

İspanyol maden işletmecilerin yerlileri çalıştırmak için devreye soktuğu bir başka “Şeytan icadı” da o güne dek yerliler arasında yalnızca ayinsel amaçlarla kullanılan koka idi. Koka, yeraltı koşullarına, oksijen darlığına, besin yetersizliğine karşı direnci yükseltiyor ve yapay bir iyimserlik ve gayretkeşlik veriyordu kullanıcılarına. Bir kez bağımlılık yarattıktan sonraysa, dönüşü yoktu. Öyle ki, maden sahipleri onu bir ödeme aracı olarak kullanmakta gecikmeyeceklerdi! Evet, maden sahipleri, daha çok çalışmalarını sağlayan (ve tiksinti verici bir uyanıklıkla yine kendilerine ürettirdikleri) ölümle ödüyorlardı yerin altındaki “insan-katırlar”ın ücretini.

Katolik Kilise’nin 1569’da bitkiyi şeytan işi ilan edip koka tarlalarının tasfiyesini emretmesine karşın, “Yeni Dünya’da Hıristiyanlığı yaymakla övünen” İspanya kralı Felipe II,

(genellikle madenlerde) verimi arttırmak için kokayı ‘yerli halklar için yararlı’ ilan etti ve kiliseden yasağı kaldırıp, kokaya yüzde on vergi uygulanmasını istedi.

Potosi’nin nüfusu XVI. yüzyıl ortalarında Avrupa kentleriyle karşılaştırılabilecek kadar kalabalıktı. Ve kentte -daha doğrusu ocaklarda- yıllık olarak tüketilen kokanın değeri, zamanın 450 kg. altınına denkti. Carter ve Mamani’nin incelemesi, bir madencinin haftada 380 g. kadar koka tükettiğini gösteriyor. Başka kaynaklar, ortalama bir madencinin tükettiği kokanın maliyetinin ücretinin yüzde 12’sine eşit olduğunu söylüyor.

Madenciler, bunun yanısıra madene girmeden önce güvenlik ve başarıyı güvence altına almak için tanrı Tio’ya koka sunuyorlardı.

Bir yerli maden işçisinin sözleri yaşanan trajediyi net bir biçimde vermektedir: “Bir koka yaprağı daha ve Tio’nun yardımıyla işim az sonra bitecek. Ne mutlu ki koka var, yoksa ASLA hayatta kalamazdım. Ama bana hergün biraz daha pahalıya mal oluyor.” (Hurtado ve Sdenka, tarihsiz: 33-34)

Ve vicdanları rahattır; bütün gününü hayır işleriyle geçirmiş bir taşra zengininin karısı kadar rahat. Çünkü rahipleri ve tarihçileri, o vicdanı temizleme işini onların adına yapmaktadır:

“(…) Hiçbir kral, hiçbir ulus bizim yaptığımız gibi bunca kısa sürede bunca yeri boyunduruk altına alamamıştır; ne de bizim insanlarımızın silahla, gemiyle, İncil’in rehberliğiyle ve putperestlerin Hıristiyanlaştırılmalarıyla yaptıkları ve hak ettikleri şeyleri yapmış ya da hak etmiştir. İşte tam da bu nedenle İspanyollar övülmeye layıktır. Onlara bu beceri ve gücü veren Tanrıya şükürler olsun. Ne yüce zafer ve onurdur ki, krallarımız ve İspanyollar Kızılderililere tek bir Tanrıyı, tek bir inancı ve tek bir vaftizi kabul ettirmişlerdir, yaşayanların putperestliği, insan kurbanını, insan eti yemeyi, sapık ilişkileri ve Tanrımızın nefret edip cezalandırdığı daha pek çok büyük ve korkunç günahı çıkartmışlardır. Aynı şekilde, bütün bu şehvetli erkeklerin eski bir alışkanlığı ve zevki olan çokeşlilik de ortadan kaldırılmıştır. Onlara alfabeyi öğrettik, ki bunsuz insanların hayvanlardan farkı kalmaz. İnsan için vazgeçilmez olan demiri kullanmasını öğrettik. Bütün bunlar -ve hatta bunların her biri- onlardan aldığımız tüylerden, incilerden, altından daha değerlidir; zaten onlar da bu metalleri para yerine kullanmıyorlardı -oysa bunların gerçek kullanımı ve bunlardan en iyi şekilde yararlanmanın yolu paraya çevrilmeleridir-. Bu, Kızılderililerin ellerinden hiçbir şeyi almayıp yalnızca madenlerden, ırmaklardan ve mezarlardan çıkardıklarımızla yetinmek yeğlenseydi dahi, böyledir. Kızılderililerin denizden ve topraktan çıkardıkları altmış milyon pezonun üzerinde değere sahip altın ve gümüş, inciler ve zümrütler, yerlilerin ellerinde bulunmuş olan altın ve gümüşten çok daha fazladır. Bütün bu sayılanlarda kötü bir yan varsa, o da onları madenlerde, inci avcılığında ve taşımalarda fazlaca çalıştırmış olmamızdır.” (Lopez de Gomara, Historia general de las Indias) (akt. Ferro 2002: 64)

* * *

Evet, Latin Amerika yerli halklarının ya da bir yanları ne de olsa onlara dayanan mestizo’ların nafile yere kan beynine sıçramaz, “altın” ya da “gümüş” lafını duyduklarında. Altın, onların son damlasına kadar çekilerek Avrupalı efendilerin kasalarını dolduran, ve nihayetinde kapitalizmi inşa etmede kullanılan kanları, canları, solukları olmuştur çünkü…

23 Mayıs 2009 14:47:54, Ankara.

SİBEL ÖZBUDUN

N O T L A R

[1] 4 Haziran 2009 tarihinde İstanbul Belgesel Sinemacılar Derneği tarafından düzenlenen toplantıda yapılan konuşma metni… Esmer, No:52/6, Haziran 2009…

[2] Chilam Balam, Maya Kehanet Kitabı

[3] Amigransa vd. (1997: 17).

[4] Howard Zinn (1992: 58), Christoph Colombus’un seyir defterinin ilk iki haftalık anılarında, bir sözcüğün tam yetmiş beş kez geçtiğini saptar. Bu sözcük, “altın”dır…

[5] İşte İspanyollar’ın Aztek yurdunda altınla karşılaşmasını anlatan bir Nahuatl tanıklığı: “Bir maymun gibi altını ellerine alıp dokundular; kalpleri sanki aydınlanmış, yenilenmişti. Hakikat şu ki, altını şehvetle arzuluyorlardı. Bedenleri hırstan şişiyordu, açlıkları tahripkârdı, domuzlar gibi açtılar altına… İspanyollar küçük hayvanlar gibi sırıtıp mest bir şekilde birbirlerinin omuzlarını tıpışladılar.” (Nies, 1996: 100-101.)

[6] Stannard, (2005:153).

[7] http://en.wikipedia.org/wiki/Potos %C3%AD.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Akal, Cemal Bali (1997). Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı. Ankara, Dost Kitabevi.

Amigransa, Elizabeth Bravo, T’jitte de Vries, Margarita Flores, Paulina Garzón, Alicia Granda, Cris Jocknick, Lily la Torre, Esperanza Martínez, Carlos Viteri. Voces de Resistencia, Explotación petrolera en los tropicos. Oilwatch, Quito, 1997.

Chaunu, Pierre (1969). Conquête et exploitation des nouveaux mondes, Paris, PUF.

Ferro, Marc (2002). Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi – XIII. Yüzyıl-XX. Yüzyıl. Ankara, İmge Yayınları.

Hurtado G. Jorge ve Silva B. Sdenka (tarihsiz). The Coca Museum. English Language Guide. La Paz, Bolivya.

Luraghi, Raimondo (1994). Sömürgecilik Tarihi. İstanbul, Sosyalist Yayınlar.

Nies, Judith (1996). Native American History, A Chronology of a Culture’s Vast Achievements and Their Links to World Events, New York, Ballantine Books.

Stannard, David E. (2005). Beyaz Adamın Akıl Almaz Vahşeti, Amerika’nın Soykırım Tarihi. İstanbul, Gelenek Yayınları, 2. Basım.

Zinn, Howard (2005). Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, Ankara, İmge Yayınları.

| 16 – 06 – 2009 |