İşlerini geriye kazanmak için açlık grevine giden Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın tutuklanıp, 20 yıl ceza istemiyle yargılanmaları; annelerin yerlerde sürüklenerek, tekmelenmeleri; öldürülen oğlunun cenazesi almak için açlık grevi yapan 70 yaşındaki Kemal Gün’e „kamu yerini işgal“ gerekçesiyle para cezası verilmesi; İçişleri Bakanının „bunlar terörist“ yaftalaması, yalanlarının yandaş medyada karikatürleştirilmesiyle insanlık onurunun ayaklar altına alınması; mafya babalarının, katillerin ödüllendirilmesi ve daha nicesi… Sıralarken bile biraz vicdanı olan insanı karabasanlara sokan bu olaylar zinciri, Türkiye’deki kötülüğün hükümdarlığını bize anlatıyor.
Kötülüğün hükümdarlığının gerçekten kötü olan tarafı, sadece insanlıktan uzaklaşmış olanların egemenliği değildir. Aynı zamanda „devlet katında“ iş bulanların, polislerin, savcıların, hakimlerin, hatta sıradan memurların ve toplumun, rejimin kedi masasındaki kırıntılarına razı olan kesimlerinin dahi, „kendileri gibi olmayanları“ insan olarak görmemelerini sağlaması, muktedire biat eden, insani muhakeme yeteneklerini ve vicdanını körelten bir kitlenin yaratılmakta olmasıdır.
Aslında günümüz Türkiye’sinde Hannah Arendt’in „Eichmann Kudüs’te. Kötülüğün Sıradanlığı“ eserini naklen yaşıyor gibiyiz. Sanki öz benliğini yitirmiş, bilinçsiz ve her istenilen şeyi sorgusuzca yerine getiren „Mankurtların“ türediği bir „Eichmanlar ülkesinde“ yaşanıyormuş hissiden kurtulamıyor insan, bunca sıradan kötülüğü görünce. Hiç şüphe yok, toplumu zehirli bir zar gibi saran ve nefes alınabilecek bütün delikleri kapatan bir asalak yapı içerisinde faşizmin toplumsal tabanı yaratılıyor şu an.
Peki ne yapacağız, kabuğumuza çekilip, sinecek miyiz? Asla! Sinmek, ölümden korkup, intihar etmeye benzer. Direneceğiz elbet. Bir araya gelerek, „hapisse hapis, ölümse ölüm“ diyerek direneceğiz. Başka yolu yok. Ama ne için? İşte asıl soru budur.
Şimdi öncelikli olan parlamenter sistemin, kuvvetler ayrılığı ve demokratik hukuk devleti anlayışı temelinde yeniden tesis edilmesidir elbette, ki nefesimizi kesen zarı yırtabilelim. Peki, parlamenter sistemin yeniden tesis edilmesi yeterli olacak mıdır yaraları sarmaya, barışçıl ve sosyal bir yola girmeye, en önemlisi de „Mankurtları“ rehabilite etmeye? Kesinlikle hayır, çünkü „Mankurtları“ da yaratan, kötünün hükümdarlığının kurulmasına da olanak sağlayan koşullar alaşağı edilmediği müddetçe, gerçek anlamda bir kurtuluş, gerçek bir demokrasi ve barış olanaklı olmayacaktır.
Türkiye’deki egemen sınıf kendi kurduğu ve kendine ait olan parlamentoyu terk etmiştir. Oluşturulan AKP-Saray-Rejimi açık faşist diktatörlüğe doğru yol almaktadır. Bu gidişatı durdurmak, tersine çevirmek, ancak Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin ortak mücadelesi ile olanaklı olacaktır. „Eichmanlar ülkesini“ tarihin çöplüğüne gönderip, savaşsız ve sömürüsüz, emekten ve işçiden yana, halkların eşit olarak kaderlerini tayin edebilecekleri bir düzeni kurmak, bu ortak mücadelenin tarihsel görevidir. Ve bu olanaklıdır da. Çünkü kötünün hükümdarlığı kum üzerine kuruludur, kırılgandır. Muktedirin tunç heykelini gümbürtüyle düşürecek olan tek alternatif, sosyalizmdir!