Anasayfa , Köşe Yazıları , Karanlıkların Çöktüğü Türkiye
Rıza Algül
Rıza Algül

Karanlıkların Çöktüğü Türkiye

Unknown-1RIZA ALGÜL- Son birkaç yıldan beri, Türkiye üzerine içeride ve dünyada en sık sorulan soru şudur: “Türkiye nereye gidiyor?”

Bu soruya karşılık en çok duyduğumuz cevap ise şudur: “Türkiye karanlığa gidiyor.”

Bu cevap, şimdi Fetullah Gülen’i ve onun “Cemaat”ini de “düşman” ilan etmiş Tayip Erdoğan-AKP iktidarının dinci-faşist bir rejim kurmaya “daha gitmemiş”, fakat bu yönde “hareket halinde” olduğunu ifade ediyor. On yıl önce bu soru sorulsa ve bu cevap verilseydi, ikisi de gerçek durumu ifade eder ve yerini bulurdu. Fakat bugün “… gidiyor” ile biten bu soru geç sorulduğundan ve bu cevap ise geç verildiğinden dolayı, soru da, cevap da yerini bulmuyor. Bu günün “Türkiye nereye gidiyor?” sorusunun cevabı, “Türkiye karanlığa gidiyor” değil, “Türkiye karanlıktır.” Daha açık bir ifade kullanırsak: Cumhuriyet rejimini darbe ve şiddet yöntemleri kullanarak yıkmak amacıyla, kendisinin dinci-suç ortağı olan “Cemaat”ı bile iktidar minderinden atmış Erdoğan-AKP iktidarı ve onun inşa ettiği rejim, örgütlenmiş ve örgütlenmeye devam eden faşizmdir. Tayip Erdoğan ise, bu faşizmin “sultan-i führer”idir.

Buradan biraz geriye, AKP’nin ve Cemaat’in hükümet, Tayip Erdoğan’ın ise başbakan olduğu 2004’lere gidelim: Tayip Erdoğan’ın ve onun “ikiz kardeşi” olan Fetullah Gülen’in içerideki ittifakı, dışarıdaki ittifak olan ABD merkezli batılı büyük kapitalist devletlerin (AB’nin) desteğiyle hükümet oldu. Hükümet oldu, fakat “iktidar” olmak kolay değildi. Bunun için zamana ihtiyaç vardı. Çünkü kazanacakları bu zaman içinde yapmaları gereken “işleri” vardı.

Cumhuriyet tarihinden beri, açık veya gizli, fakat her zaman iktidar olan Türk ordusunun kumanda merkezinin direncini kırmak ve bir askeri darbe olasılığını ortadan kaldırmak, AKP-Cemaat dinci ittifakı açısından yapılması gereken en büyük “iş” olacaktı. Fakat ABD’den ve AB’den oluşan dış-ittifakın desteğini almadan, ordunun direncini kırarak iktidarsızlaştırmak imkânsızdı. Bundan dolayı Erdoğan’ın ve Gülen’in dinci hükümeti, bu dönem boyunca dış-ittifakın “en söz dinler dostlar”ıydı. Çünkü içerideki ve dışarıdaki her iki ittifak, birlikte “liberal bir İslam” kuracaklardı ve Türkiye’yi diğer İslam ülkeleri karşısında “örnek bir Müslüman ülke” haline getireceklerdi.

“Dışarıdaki dostlar” da, içerideki ittifaka “dostluklarının” gereği olarak açık ifadelerle Türk ordusunu “demokratikleşmeye” zorladılar. Böylelikle ordunun darbe yapma olasılığını ortadan kaldırdıkları gibi, Erdoğan’ın ve Gülen’in dinci hükümetinin yapabilecekleri “işlerin” de önünü açtılar.

Hükümet de boş durmayarak, kendisine verilen imkânı iyi kullandı ve kendi “ev ödevini” yapmaya başladı: İlk önce, ordunun ve iç-kamuoyunun reaksiyonunu ölçmek amacıyla “özel ordu kurmaktan” söz etti. “Neden” olarak, “düzenli ordu çok masraflıdır… Hareket kabiliyeti çok düşüktür… Savaş araçlarını değil, barış araçlarını güçlendirmeye ihtiyaç var…” İlk dönem, daha iktidar olamamış dinci ittifakın gizli tuttuğu gerçek düşüncesi şuydu: Ola ki, her şeye rağmen ordu bir darbe girişiminde bulunursa, “özel ordu” buna müdahale ederek ya darbeyi bastıracak, ya da iç-savaş olacak. Bu şantaj ve korkutma karşısında ne ordudan, ne de kamuoyundan bir karşı tepki olmayınca, dinci hükümet çok önemli bir hamleyi kazanmış oldu.

Buna paralel sürdürülen daha başka operasyonlar da vardı: Dinci-ittifak hükümeti, sahte belgelerle, planlarla, filmlerle ve akla zor gelebilen türlü oyunlarla göze batan generalleri ve subayları toptan değil, fakat birer birer ve küçük gruplar halinde, düzmece mahkemelerde yargılayarak hapse tıkadı. Bu aşamadan sonra, artık AKP-Cemaat dinci ittifakının iktidar olduğu söylenebilir. Böylelikle hem bir darbe olasılığını ortadan kaldırmış oldular, hem de, iğdiş ettikleri orduyu reorganize ederek kendi kadrolarını yönetime taşıdılar. Bu aşamadan sonra “özel ordu kurma” planını söylem olmaktan çıkardılar. Çünkü artık buna gerek kalmamıştı.

Fakat “ne olur ne olmaz” hesabıyla dinci iktidar başka tedbirler de aldı: Polisi de reorganize ederek kadrolaştı. Polis sayısını % 88 (230.000) çoğalttı, silah ve teknik bakımdan güçlendirdi. Son birkaç yılda polisin katlettiği insan sayısı ve iktidarın bu katliamları “meşru müdafaa” ilan ederek polisi sahiplenmesi anımsanırsa, durumun hangi noktada olduğu daha iyi anlaşılır.

Düşmanın düşmanı her zaman dost değildir

Buradan tekrar başa dönelim: AKP-Cemaat dinci hükümetinin “birinci hedefi” olan Türk ordusu dışında, bir de “kamuoyu” vardı. İlk önce kamuoyunun reaksiyonunu ölçerek başlayacaklardı. Çünkü Cumhuriyet ile elde edilmiş az veya çok modern rejime toplumun ne kadar sahip çıktığını test etmek gerektiğini dinci-ittifak hükümeti de biliyordu. Buna ilişkin de planlar hazırdı: Bir: Her şeyden önce, kamuoyunu veya muhalefeti bölmek. İki: Mümkün olduğu kadar, boş vaatlerle büyük kesimleri yanına almak. Üç: Yanına alamadıklarını, değişik yöntemlerle sessizleştirmek. Dört: Sessizleştiremediklerini, rüşvet ve şantaj yöntemleriyle baskı altında tutmak.

Bu plana uygun olarak AKP-Cemaat dinci hükümeti, bir yandan orduyu çözerken ve generalleri hapse tıkarken, aynı süreçte buna paralel olarak önemli bir kamuoyu çalışması da yürüttü. Özellikle yanına aldığı veya türlü yöntemlerle boyun eğdirdiği medya üzerinden “cuntalardan hesap sormak” ve “özgürlükleri güçlendirmek için” yaptığı propaganda ile kitlelerden destek istedi. Ordu generallerinden ve bu generallerin yönettiği devletten acı çekmiş, sağ’dan ve sol’dan çok büyük bir potansiyel, bu “vaatlere” aldanarak, dinci hükümete desteklerini doğrudan veya dolaylı olarak beyan ettiler.

Fakat kamuoyu desteğini almak için, sadece orduyu “iğdiş etmenin” yeterli olmadığını onlar da biliyordu. Buna ilişkin de dinci-ittifakın iyi hazırlanmış taktik planları hazırdı. “Demokrasiden” söz edeceklerdi: “Kürt açılımı”, “akil-insan turları”, “Alevi açılımı”, “Hıristiyanların hakları”, “düşünce özgürlüğü” ve daha pek çok şey.

Bu “açılımlarla” ve “verilen sözlerle”, toplumu, içinde “acaba?” soruları da olsa bir beklenti içine soktular. Liberaller, liberal sol ve “sol aydınlar” olarak bilinen çok sayıda insanın “teorik açılımları”, onlara güven duyan insanların girdiği bu beklentide büyük payı vardır. Sağ veya sol liberallerin bilinç arkasında duran şuydu: “Biz bu demokratikleşmeleri yapmak istedik, fakat başaramadık. Şimdi ise, bizim yapamadıklarımızı bu hükümet yapmak istiyorsa, bırakalım yapsın. Biz de buna destek verelim. Destek veremiyorsak, en azından köstek olmayalım.”

Dinci-ittifaka destek veren veya “köstek olmayan” her renkten liberali ve gelecek perspektifi olmayanları “aldatan”, şu Çin halk deyimiydi: “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur.”

Bu Çin halk deyimi, son on yılda en sık duyduğumuz halk deyimlerinden biriydi. Çin halkı, kendi tarihinden ve tecrübelerinden ürettikleri bu deyimin hangi yerde ve hangi zamanda “nasıl anlaşılması gerektiğini” biliyordu. Fakat “egzotizm hastası” olan bizim toplumların bu doğru deyimi de “yanlış anlamış” olmasında Çin’e ait bu halk deyiminin bir hatası yoktu. Hata, bizdeki liberallerin ve perspektifini kaybetmişlerin ideolojik zaafiyetindeydi. Çünkü bunlar, her yerde ve her zaman “düşmanın düşmanının dost olmadığını” anlamıyorlardı.

Dinci-ittifak hükümeti 28 Şubat 1997’de ordunun Erbakan hükümetini “sessiz darbe” ile devirmesine karşı, “darbeleri araştıracağız”, “darbecilerden hesap soracağız, generalleri yargılayacağız” diyor ve “28 Şubat’ın öcünü almak” istiyordu. Liberaller ise, “helal olsun! 12 Eylül faşist generalleri yargılayacaklar” olarak anlıyordu.

Dinci-ittifak hükümeti şeriat için “demokrasiden” söz ediyordu. Liberaller ise, “bakın, bizim düşündüğümüz demokrasiyi dile getiriyorlar!” olarak anlıyordu

Yarın çok geç olacak

Gelinen bugünkü aşamada Tayip Erdoğan’ın ve onun parmakla oynattığı AKP’nin girdiği yolun dönüşü yoktur. Onlar “ne pahasına olursa olsun”, bu yoldan devam etmek isteyeceklerdir. Tayip Erdoğan’ın, “biz bu yola girerken, kefenimizi başımıza sardık” demesi başka bir anlam ifade etmiyor. Kendi “kararlılığını” böyle ifade ettiğine göre, olası bir “iç-savaş hazırlıklarını” da yapmış olması gerekir. Onun “savaş güçlerini” sadece “resmi” güçlerden ibaret düşünmemek lazım. Bunlar dışında, Türkiye içindeki ve dışındaki dinci-terörist güçleri de hesaba katmak bir “komplo teorisi” değildir.

Tabii ki “beterin en beteri” her koşulda ve her zaman olabilir. Fakat bu, “kötünün de kötüsü var” veya “beterin de beteri var” diyerek hala bugünkü iktidarın amaçlarını ve faşist niteliğini görmezden gelerek “beklemeye” devam edenleri haklı çıkarmaz. “Bu beklentideki” anlayış ve tutum, “çaresizliğin” tercihe zorladığı bir yanılgıdır. Bu günün Türkiyesi’nde, Mussolini veya Hitler faşizminin barbarlıkta en doruğa çıktığı örnekleri görünceye kadar “beklemek”, tarihten ders almamış olanların bir zaafıdır. Çünkü eğer, rejimin karakteri, amacı ve pratik uygulamaları her bakımdan açığa çıkmışsa, burada “kötü” ile “en kötü”, “beter” ile “en beter” arasındaki sınır çizgilerini ölçmeye kalkmak hem yanlış, hem de insanı “ en kötüyü” ve “en beteri” yaşamaya sürükler. Faşist rejim, kendisi dışındakilere karşı “en kötü” ve “en beter” olanları uygulamak için her fırsatı kolluyor ve elde ettiği her fırsatı kendi amaçları için kullanıyor. En sıradan bir gösteride insanlar keyfi olarak tutuklanıyor ve polis tarafından katlediliyor. Mahkemelerin bağımsızlığı sıfırlanmış, bürokrasi açıktan Erdoğan ve AKP için çalışıyor. Yolsuzluk ve rüşvet devlette prim yapıyor. Bunları kamuoyuna taşıyan muhalefet ve az sayıdaki – çünkü çoğu susturulmuş – medya bizzat Tayip Erdoğan tarafından “en kötü” ve “en beter” uygulamalarla tehdit ediyor.

Tayip Erdoğan yaptıklarının farkındadır. Bu demektir ki Erdoğan, bilerek suç işliyor. İşlediği suçlar onu her gün daha çok korkutuyor. Korkuları ise, kendisini “güvenceye almak” için onu, her gün daha çok suç işlemeye zorluyor. Tarihte bütün diktatörlerin kaderi böyle çizilmiştir.

Rıza Algül