Anasayfa , Köşe Yazıları , İktidarın merkezileşmesi mi yoksa sistemin çözülmesi mi? – Dr. Mustafa Peköz

İktidarın merkezileşmesi mi yoksa sistemin çözülmesi mi? – Dr. Mustafa Peköz

mustafa-peköz1

Türkiye ne küresel güçlerin baskısına dayanır, ne AB ile olan ilişkilerini bu tarzda sürdürebilir ne de Ortadoğu’da yalnızlık politikasını sürekli kılabilir. Sistem bu haliyle, ekonomiyi düzeltemez, politik istikrarı sağlayamaz

Türkiye’nin iç politik krizi hem uluslararası ilişkilerde hem de iç dengelerde tahmin edilenin çok üstünde bir değişim sürecine yol açacak gibi görünüyor. Başkanlık sistemine kilitlenen tartışmaların politik arka planının tahmin edilenden çok daha derin olduğunu birçok kez vurguladık.

Parlamentonun artık fiilen işlevsizleştirildiği yeni sürecin ortaya çıkarttığı arayışlar esasta çözümsüzlüğü çok daha fazla derinleştirmekte, politik krizi belirsizleştirmekte ve ekonomik dengeleri bütünüyle işlevsizleştirmektedir.

Başkanlık sistemi üzerinden tartışılmaya başlanan ‘yeni’ anayasanın içeriğinin ne olacağının artık bir öneminin kalmayacağı bir süreç başlamış oluyor. Sistem kendisini yeniden yapılandırma arayışlarına girerken, yönetici politik aktörler öyle bir açmazla karşı karşıya kaldılar ki, ne uluslararası ve bölgesel dengeler ne de iç politik hassasiyetler dikkate alınıyor. Saldırı stratejisi dar oligark yapı ile ters düşen herkesi kapsayarak genişletildi. Bunun adı ‘çözümsüzlük ve çöküş’ stratejisidir. Çöküş kavramı birçoğumuza pek gerçekçi görünmüyor. Biçimsel olarak bakıldığında tersine otoriterleşen bir sistemin varlığından bahsedilir. Merkezileşerek otoriterleşen ve kendisine toplumsal bir dinamik oluşturan iktidar gücünün çöküşünden bahsetmek oldukça zordur. Ancak tarihsel olgular hep tersine işler. En güçlü olunan an aslında en zayıf halkanın geliştiği andır. Bu, kişilerin ve sistemlerin iradesi dışında oluşan sosyopolitik bir durumdur.  Zayıf halkalar, iktidar gücünü pekiştirmek için bütün gücüyle saldırır, baskı mekanizmalarını sistemleştirir, güç dengelerini kendisinde merkezileştirerek tekleştirir. Bu tekleşme sistem adına bireylerde somutlaşır. Birey otoriter güç olarak ön plana çıkartılır. Zayıf halka da yine bireyde somutlaşır.

Çaresizliğin getirdiği ve dağılma stratejisine doğru giden politikanın birkaç alt başlığını vurgulamakta yarar var.

Herkese kafa tutma politikasının iflası

İçte merkezileşmenin önemli özelliklerden biri, büyük küresel güçlere ‘kafa tutma’ politikasıdır. Bu özellikle toplumun alt dinamiklerini etkilemek için sıklıkla kullanılır. Böylelikle sistemin somutlaştığı kişi, küresel güçlere kafa tutan, onların ezberini bozan bir birey olarak ön plana çıkartılır. İdeolojik-politik medya aygıtları bu süreci çok yönlü işler. O, devleti büyük güçlere karşı savunan kişi olarak putlaştırılır. Tabii gerçekler öyle işlemiyor.

‘Ey Amerika’ söylemiyle kafa tutan bir cumhurbaşkanımız var. Toplumda oluşturulan algı şu: “Uzun adam dik duruyor. Kimseye boyun eğmiyor.” Peki, gerçek durum nedir? Teslimiyet. ABD’ye meydan okurken, tersine ABD’nin bir askeri yöneticisi Genelkurmay’daki bürosuna taşınıyor. Halkın deyimiyle kayyum atandı.

Erdoğan, ilk başta Doğan Holding tarafından işletilen Trump Towers’ın açılışını yapmış, daha sonra Donald Trump’ın ABD başkan adayı olduğu dönemde kulelerin isminin değiştirilmesini istemiş ve bu açılışı yaptığı için pişman olduğunu söylemişti. Trump başkan seçildikten sonra ise, tersine Trump’ın ilk resmi gezisini Türkiye’ye yapması için bütün diplomatik olanaklarını kullanmaya başladı.

Peki, Trump’ın öyle öncelikli olarak Türkiye’ye gelme planı var mı? Yok. Gelir mi yakın dönemde? Gelmeyeceği açıktır. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün Erdoğan’ın “Batı IŞİD’i destekliyor” sözüne verdiği yanıt, “Bu tür konuları ciddiye almaya değmez” şeklindedir. Bu açıklama, uluslararası ilişkilerde nasıl bir Türkiye resmi çizildiği hakkında fikir veriyor.

Kamuoyu önünde AB meydan okumak, kapalı kapılar ardında hizaya gelmek

İç kamuoyunun karşısında Avrupa Birliği’ne medyan okunurken, “Sen kimsin” naraları atılırken, kapalı kapılar arkasında ise “Türkiye’nin AB’ye ne kadar ihtiyacı olduğu” söyleniyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, “AB ile müzakereleri durdurursak üçüncü dünya ülkesi oluruz. Kızsanız da AB’ye ihtiyacımız var” açıklaması, bol keseden meydan okumanın bir önemi olmadığını gösteriyor. Türkiye ne AB sürecini durdurur, ne referanduma gider, ne de yeniden idamı getirir. Bunlardan hiçbirini yapamaz.

İç kamuoyunda sıklıkla dile getirildiğinin aksine Türkiye’nin AB sürecinin dışına düşmesi söz konusu değildir. Türkiye’nin AB sürecinden çıkması, bölgesel çöküşünü çok daha fazla hızlandıracaktır. Böylesi bir durum da AKP’nin iktidarını beklenenden çok daha erken sonlandırır. Türkiye’nin AB ilişkileri, Brüksel’in kararlarına bağlı olarak yavaşlama eğilimine girer ama kesilmez. Avrupa Birliği’ne meydan okuyan politik lider, Türkiye’nin ithalat ve ihracatının yaklaşık yüzde 60’ının AB ile olduğunu ve bunun büyük bir kısmının da Almanya ile yapıldığını bilmiyormuş gibi yapıyor. Almanya’ya ayar vermeye çalışırken aslında ayar aldığını göremiyor ya da görmek istemiyor. Kamuoyuna Almanya Dışişleri Bakanı’na uygulanan protokol ile ders verdiklerini söylerken, içteki görüşmelerde tersine ders aldıklarını nedense yazmazlar.

NATO’da görevli subayların AB merkezli NATO ülkelerine iltica etmesi

Darbe girişimine destek sunan yüzlerce cemaatçi AB ülkelerine iltica talebinde bulunuyor. Öyle ki iltica talebinde bulunan NATO merkezinde görev almış subaylar da var. NATO’nun en güçlü ikinci ordusuna sahip olduğunu iddia eden devlet, nara atarak meydan okuyacağına söz konusu subayları getirtip yargılasın. Bu gücü var mı? Yok. AB ülkeleri bu subayları Türkiye’ye iade eder mi? Etmez. Çünkü diplomatik ilişkiler “Ey Almanya, Ey Amerika” diyerek işlemiyor. Sistemler kendi politik stratejilerini ve hukuklarını uygulayarak ilerliyorlar. Hukuksuzluğu resmileştirmiyorlar.

Türkiye bir NATO ülkesidir. Askeri sistemi NATO’ya göre şekillenmiştir. NATO sistemi dışında bir başka askeri sistemin kullanılmasına hiçbir şekilde izin verilmez. Bir dönem Çin füze sistemleri alınacaktı. NATO uyardı: “Bu NATO’ya ihanettir ve bedeli ödenir.” Ültimatom alındı ve hemen vazgeçildi. Şu sıralar Rusya’nın S-400 füze sistemlerinin satın alınacağı konuşuluyor. Peki, NATO dışında olan bu askeri savunma sistemini devlet satın alabilir mi? Satın alma şansı yok. Genelkurmay bu sistemi kabul etmez, edemez. Rus S-400 savunma sistemlerinin kullanılması NATO’nun savunma sisteminin dağıtılmasıdır. NATO merkezi buna asla izin vermez. Ey’leri çoğaltarak boş yere meydan okuyanlar bu askeri değişimi gerçekleştiremez. “Değerli dostum” dediği Putin’in silah sistemlerini almaya gücü yeter mi? Yetmez.

Bölgede yalnızlık şarkısını söylemek

Hemen herkesin gördüğü ve günlük yaşamda artık net bir şekilde hissettiği gerçek durum şudur: Komşularındaki hızlı politik gelişmelerde Türkiye’yi kimse hesaba katmıyor, ciddiye almıyor. Irak ve Suriye merkezli sorunların askeri ve politik çözümü üzerine çok sayıda ülke arasında yoğun diplomatik ilişkiler geliştirilirken ortak çözüme doğru adımlar atılırken, Türkiye tersine halen istikrarsızlığı körükleyen, teşvik eden devlet olarak ortalıkta dolaşıyor. Başika, Musul, Halep, Rakka gibi alanlarda askeri ve politik olarak çuvallayan devlet, bugünlerde Bab üzerine yeni bir kriz oluşturmaya çalışıyor. Çünkü bölgesel ilişkiler için attığı adımların hiçbiri başarılı olmadı. Bu durum içte hayal kırıklığına ve güvensizliğe yol açmaya başladı. Oluşan güvensizliğin önüne geçmek için dikkatleri bu kez Bab bölgesine kaydırdı. Desteklediği Radikal İslamcı Örgütlerle işgal planı yapıyor. Ancak ne ABD ve Rusya, ne de İran ve Esad rejimi, Türkiye’nin kaos yaratacak olan politikasına izin verir. Küresel ve bölgesel güçlerin onayını almadan atılacak böylesi bir adım, Türkiye için çok daha ciddi krizlerin oluşmasına yol açacaktır. Hem Washington, hem de Moskova, Türkiye’yi değil Kürtleri destekliyor. Müttefik olarak Kürtleri görüyor. Bu bakımdan bölgesel ilişkilerde yaşlı ve yalnız kurt pozisyonuna düşen Türkiye’nin içte milliyetçiliği güçlendirmek için yayılmacı politikalara özel vurgu yapmasının yarattığı etki sanıldığı gibi uzun süre devam edemeyecektir. Başarısız politikalar üzerine yükseltilen milliyetçilik eğilimleri hızla tersine döner.

Yükselen dolar Türkiye ekonomisini etkilemezmiş(!)

Türkiye devasa ekonomik sorunlarla karşı karşıyadır. Dolar ve Euro’daki yükseliş durdurulamıyor. Her ne kadar ‘büyük’ ekonomistler gibi tahminde bulunan bakanlarımız olsa da, doların artışının ekonomiyi etkilemediği, güçlü ekonominin bu tür şoklara dayanıklı olduğunu sıklıkla dile getirseler de, süreç tersine işliyor. Ülke ekonomisindeki gerilemenin getireceği toplumsal sonuçlar hiç kimsenin beklemediği kadar etkili ve sancılı olacak gibi görünüyor. Erdoğan merkezli AKP iktidarının merkezileşme hevesleri ülkenin iç politik istikrarsızlığını süreklileştiriyor ve bu da ekonomik dengeleri olumsuz yönde etkiliyor.

Uluslararası kredilendirme kuruluşlarının değerlendirmelerine meydan okumakla, ekonomik çöküşün engellenemeyeceğini artık herkesin gördüğü bir realitedir. Kredi kuruluşlarının olumsuz raporları, küresel sermayenin akışını önemli oranda etkiliyor ve özellikle hareket halindeki sermayenin ülkeden kaçışını hızlandırıyor. Ayrıca Türkiye’ye yatırım yapan küresel şirketlerin ortaklıklara son vererek çekilmeye başlamaları, ekonomik gelişme hattı bakımından bize somut bir fikir veriyor.

Özellikle ihracat oranlarının önemli oranda gerilemesi, sanayi üretiminde çok ciddi bir düşüşün yaşanması ekonomide dayanma gücünün kalmadığını gösteren veriler olarak karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar ‘Arap Sermayesi’ olarak bilinen hareket halendeki sermaye ile idare eden maliye bakanlığı, bu sürecin sonuna doğru gelindiğini artık görüyor. Ekonomideki çok yönlü gerileme, büyük şirketleri iflasa sürüklemekte, işsizliği artırmakta ve özellikle toplumun alım gücünü ciddi oranda etkilemektedir. Bütçe açığının kapatılması için büyük zamlarla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Başkanlık projesi nedeniyle ekonomik krizi yok sayarak direnmeye çalışmak mevcut gerçeği değiştirmeyecektir. Ekonomik çöküş, toplumsal dinamikleri önemli oranda etkiler ve yönlendirir. Bu bakımdan dünyanın ilk onuna girmeyi hedeflediklerini iddia edenler, tersine çöküş sürecine giren bir ekonomik açmazla karşı karşıyadırlar. Bu süreç, oluşturulan güçlü toplumsal dinamiğin hızla dağılmasına nesnel bir zemin hazırlayacaktır.

İçte artan politik saldırganlık

Devletin merkezileştirilmesi strateji, esasen içteki bütün toplumsal dinamiklerin tasfiyesine göre oluşturulmuş bulunuyor. Tasfiye stratejisi belirli bir plan dâhilinde yapılıyor. Kürtlerin politik ve toplumsal varlığını oluşturan bütün kurumsal yapıların tasfiye edilmesi öncelikli bir plan olarak uygulanıyor. Kayyumla yönetilenler ülkesi haline gelen Türkiye’de özellikle Kürtlerin yönettiği belediyelerin bütünüyle işlevsizleştirilmesiyle açığa çıkan düzen, 1930’lu yılların şeflik sistemine dayanan tek parti rejiminin uygulanmasının yeni halidir. Mardin Belediyesi’ne kayyum atanması da, devletin Kürtlerle olan bütün diyalogları kesme mesajıdır.

HDP’nin gündelik politikanın dışına atılması için yapılan saldırılar, 6 milyon oyun ve yaklaşık 20 milyonluk bir kitlenin susturulması hamlesidir. Buna paralel olarak sivil toplum örgütleri olarak bilinen ve toplumsal dinamiklerin can damarı olarak işlev gören kitle örgütlerinin kapatılmasının, hareket halindeki kitlelerin eylemsel gücünü kırmaya yönelik olduğu çok açıktır. Toplumun gündelik yaşamını yön veren, düşünmesine, fikir oluşturmasına katkı yapan TV’lerin, radyoların, gazetelerin kapatılması ayağa kalacak olası toplumsal dinamiklerin önüne geçilmesidir. Facebook, twitter gibi küresel dönemin örgütsel araçları olarak işlev gören iletişim aygıtlarının kesilmesi, küresel ölçekte oluşan örgütlenme ağının engellenmesidir. Aşamalı bir plan dâhilinde uygulanmaya konulan bu politikaların bütünlüklü hale gelmesi için Cumhuriyet’ten sonra saldırının potansiyel hedefi olan gazeteler, politik partiler ve hatta muhalif nitelikte olan sendikalar var. Bunlara yönelik yeni bir hamlenin yapılması sürpriz olmaz.

Sistem bu koşullarda başarılı olur mu?

Sistemin kendi iç dinamiklerini yeniden organize ederek ayakta kalmak için uygulamaya koyduğu stratejinin başarılı olmayacağı çok açıktır. Bu bakımdan Lozan anlaşmasını tanımayan, mevcut sınırları kabul etmeyen, yeni bir “Misakı Milli” için coğrafik olarak büyümeliyiz diyen politik strateji tersine işlemeye başlıyor

Buna çözülme süreci demek abartı olmaz. Çok açıktır ki, Türkiye ne küresel güçlerin baskısına dayanır, ne AB ile olan ilişkilerini bu tarzda sürdürebilir ne de Ortadoğu’da yalnızlık politikasını sürekli kılabilir. Yani küresel ve bölgesel ilişkileri kaybeden sistem, ekonomik dengeleri koruyamaz, ekonomiyi düzeltemez, politik istikrarı sağlayamaz. Uluslararası alanda darbeci Gülen cemaatiyle mücadeleyi kazanamamış bir iktidar için güvenli bir politik ortamdan bahsedilemez.

Önümüzdeki birkaç ayda geri adımlar atmaya başlayacak olan devletin, küresel baskıları hafifletmesinin ilk adımı olarak, Demirtaş öncelikli olmak üzere Kürt siyasetçilerini, Cumhuriyet yazarları öncelikli olmak üzere birçok gazeteciyi serbest bırakmak zorunda kalacaktır. Atılacak her adım çözülme sürecini hızlandırır. Bunlar sürpriz değil, ekonomik ve politik gelişme sürecinin, bölgesel ve küresel ilişkilerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu çözülme sürecini gizlemek ve içteki dinamiklerini korumak için küresel güçlerle yaptığı bir pazarlık var. Bu da Brüksel mahkemesinin “PKK’nin şiddet hareketi olduğu, terörist olmadığı” kararının pratik olarak uygulanmaması ve Kandil’e yönelik çok daha kapsamlı askeri bir operasyona izin verilmesi üzerinedir.

Önümüzdeki birkaç ay içerisinde hepimizi etkileyecek çok ciddi ve çok yönlü gelişmeler yaşanacaktır.

Gokyuzu9@gmail.com