MURAT ÇAKIR | 24 – 02 – 2010 | Cuma sabahı kalktığımda, ofise gitmeyip işten uzak bir gün geçireceğimi düşünmenin keyfi ile, yarı uykulu, yarı uyanık bir hâlde banyoya girdim. Geç yattığımdan olsa gerek sarhoş gibi sallanıyordum. Tam eğilip yüzümü yıkayacaktım ki, bir baktım aynada kel kafalı bir herif, kalan saçları darmadağınık, gözleri şiş, alaylı bir gülümsemeyle bana bakıyor. Herif bir de konuşmaya başlamaz mı…
»Tamam« dedim kendi kendime, »en sonunda kafayı yedin«.
Beyin ameliyatından sonra her şeyi çift görüyor, LSD yutmuş, rengarenk bir âlemde yaşıyormuş gibi aylak aylak yatıyordum, ama bu sefer fena bir şizofreni durumuyla karşı karşıyaydım. Allah allah, herif de tanıdık geliyordu.
Açtı ağzını, yumdu gözünü: »Len oğlum, sana mı kaldı elin adamlarına akıl vermek. Otur oturduğun yerde. Tuzun kuru, rahatın, keyfin yerinde. Sen Almanya’da yaşa, sonacığıma kalk Türkiye’de tanımadığın adamlarla sidik yarışına giriş. Ne işin var, rahat bi yerine mi battı?« Eliyle hareket çekip »nasıl, aldın mı cevabını dümbük« demez mi?
»Hoppala, çattık. Yahu kardeşim, sana ne? Hem el kol hareketi yapma, bak fena olur!«
»Nol’cak mış? Hööt, alırım valla ayağımın altına…«
Başıma sancılar girmişti. Halüsinasyon görüyorum herhalde diye düşündüm ve banyodan çıktım. »Yok yok, olmayacak, en kısa zamanda bir doktora görünmem lazım« dedim kendi kendime. Banyodan sesler gelmeye devam ediyordu…
»Huoop, gel oğlum gel, korkma, bi şey yapmam gel, heh heh. Gel, gel. Gel de sana biraz akıl vereyim«.
Mutfağa girdim, bir bardak su içtim ve toparlanmaya çalıştım. »Kendine gel Murat, yorgunsun, uykulusun, olur böyle şeyler« diye kendi kendime cesaret vermeye çalışıyordum. Ama olmuyordu, böğürtülü sesini hâlâ duyuyordum.
»Hışşt, şapşal oğlan, altına mı kaçırdın? Korkma gel, gel«.
Altıma kaçırmak mı? Ne zannediyordu bu herif kendini. Hışımla doğru banyoya daldım.
»Ne var, ne bağırıyorsun?«
»Huah hah ha… Şu hâline bak, ah ulan, bi kameram olacaktı şimdi.«
»Bırak terbiyesizliği, ne istiyorsun?«
»Bak koçum, yanlış yapıyon. Efendi ol, akıllı ol! Etim budum nedir diye sormadan, ensesi kalın, arkası güçlü adamlara dikleniyon, laf sokuşturuyon. Amcadan da küfrü yiyince, bıdı bıdı yapıp, bilgiçlik taslıyosun. Hiç düşünmüyon, adam kimdir, nedir, etrafı ne kadardır. Al işte, yazanlar yazacağını yazıyo. Yedin mi raconu, öyle sus pus ederler adamı. Dünya küçük olm, yok beyazlıkmış da, vay gizli ırkçılıkmış da, bi dayak ye de gör gününü… Sana mı kaldı len doğrucu Davut olmak! Alırsın böyle cevabını.«
»Bi dakka, bi dakka… Sen yazılanları mı okudun?«
»Kör değiliz ya. Okuduk elbette. Maşşallahın var, yazdıkça yazıyon, ama yazdıkça da batıyon. Len oğlum, adam ol adam. Laf atacaksan, ne o ööle alengirli laflar felan. Errrkek ol koçum, söyleceğini bodoslamadan girerek söyle. Söveceksen doğrudan söv de, millet elinde büyüteç satır arasında küfür, hakaret aramasın. Delikanlı olcan koçum, delikanlı…Bak abinin oğluna, nasıl delikanlı olunurmuş gör.«
»Buyur burdan yak. Bak kardeşim, benim kimseye küfür müfür ettiğim yo…«
»Bırrak bu işleri, devlet su işleri koç. Sen değil misin, ne dediğin önemli değil, milletin ne anladığı önemli diye. Neydi o arkadaşın adı? Neyse o arkadaş yazmış işte, ›bi anket yapsak grupta kimse gizliyi mizliyi, latenti matenti bilmez, okuyucu muhtemelen onu görmez, yok sayar, geriye ırkçılık kalır, bu anlaşılır‹ diye. Len, millet senin yazılarını okumak için yanında sözlük mü gezdirecek dümbük? Hem o ne öyle, tek bi cümleden bu sonuç mu çıkar? Sınıftan kaçış bitmiş miş, Sana ne len, bittiyse bitti, sana mı kaldı ›yok öle değil, bööle‹ diye ahkâm kesmek? Otur! Sıfır! Sınıfta kaldın!«
»Madem tartışmak istiyorsun, öyle olsun. Ben kimseye hakaret makaret etmedim. Bu birincisi. Hem bana edilen hakaret ve küfürlere ne diyeceksin? Baksana, ›şerefsiz‹, ›tırşıkçı süprüntü‹ gibi lafl…«
»Huah hah hay, tırşıkçı süprüntü! Bak bunu ben de bilmiyodum. Huahhah hay… Okey atmış gibi zevke geldim lan. Yaratıcı olcan olm, yaratıcı!«
»Bir sus da dinle be kardeşim, bir sus! Allah allah, neyse ne. Ben sadece hakaret etmedim diyecektim…«
»Kıh, kıh! Tamam, tamam.«
»İkincisi, ne Türkiye’deki, ne de Almanya’daki okur aptal değil. Evet, önemli olan insanların ne anladığıdır, ama bir yazıyı kaleme alırken ›acaba okur bunu anlar mı, anlasın diye ilkokul Türkesi’yle mi yazayım‹ diye baştan düşünmeye kalkarsan, işte asıl o zaman insan zekâsına hakaret etmiş olursun. Önemli olan okura nasıl düşünmesini öğretmek değil, konu hakkında kendi kendine bir hüküm sahibi olmasına yardımcı olmaktır. Kalkıp slogan atar gibi yazarsak, ne anlamı kalır ki yazdıklarımızın?«
»Entel ayaklarına yatma olm, nesi varmış slogan atmanın? İşçiler kardeş, patron kalleş dediymiydin herkes anlar…«
»Hah, bir agit-prop elemanı eksikti, onu da tamamladın, bravo yani. Unuttun mu, Sabancı’nın bir fabrikasında çalışan işçi ne demişti? ›Allah razı olsun patrondan, ekmek paramı, çoluk çocuğumun rızkını çıkarıyorum. Sendikaya mendikaya girip, babaya hainlik mi edeceğim?‹ diye. Hadi git, yetiyorsa slogan at da ikna et adamı.«
»He ya.«
»He ya tabii. Hem yazdığım yazı Türkçe, yabancı kelimeler falan kullanmamışım. Bir daha düşün, ne yazmışım ›Muhakkak ki sosyalistler bu ortak mücadelenin önemli bir bileşeni olacaklardır, ama kendi görevlerini yerine getirdikleri, »beyaz«lıklarını ve gizli ırkçılığı aşabildikleri ölçüde‹ diye. Bu cümlede kişiye özel olarak bir hakaret mi var. Doğrudan birisinin ismini kullanarak küfür mü ediyorum?«
»Len olm, hâlâ akıllanmıyon. Te baştan isim kullanıyon, ondan sonra da ›yok efendim‹ de, ›kişiye özel hakaret‹ yok da, bilmem ne de. Sen milletin aklının kâhyası mısın? Millet nasıl okursa, okur. Ne var yani, kestirmeden gitmişler, ismi görünce aşağıya bakmışlar, ahan da küfür demişler. Sana ne? Sen tek bi cümleden nah boyun kadar yazı çıkarıyon da, milletin yazıdan ne anladığına ne karışıyon, tırşıkçı süpürge…kıh, kıh.«
»Sürpüntü, şey aman süprüntü işte!«
»Ha?«
»Süpürge değil, süprüntü.«
»Haa, eksküze mua bayım… Kıh, kıh..«
»Bir cümle meselesine gelince; sana bunu bir fikrayla anlatayım.«
»Hehhee, erotik olsun da gülelim…«
»Anlaşılan sen susup dinlemeyi beceremeyeceksin. Neyse, fıkra ya da hikâye şöyle. Fransız asilzadenin birisi ünlü bir ressama gitmiş ve demiş ki ›Üstat, her asil ailenin bir arması var. Bizim hanım da tutturdu, ben de isterim diye. Bir zahmet bize bir arma yapıver‹ Ressam da hâliyle sormuş ›İyi, yapayım da, sizin aile ne iş yapar? Armayı ona göre hazırlayayım‹. Asilzade ›biz horozlarıyla ünlü bir aileyiz, o zaman horozlu bir arma yap‹. Anlaşmışlar. Yalnız ressam ›tasarım zaman alır, bir yıl sonra gel‹ demiş. Bir yıl sonra ressama giden asilzade hayal kırıklığına uğramış, çünkü ressam armayı hâlâ hazırlamamış ve bir yıl daha süre istemiş. Neyse bir yıl daha geçmiş, asilzade bakmış ressam hâlâ işi bitirmemiş. Yapışmış yakasına, ›yahu iki yıl oldu, yeter artık, yapacaksan yap!‹ diye bağırmış. Ressam bunun üzerine ›peki‹ demiş ve bir kâğıda iki dakika içerisinde bir horozlu arma çizivermiş. Asilzademiz köpürmüş, ›yahu‹ demiş, ›beni bu iki dakika için mi iki yıl beklettin be adam!‹. Ressam da…«
»Uyanıkmış aga, uyanık. Şipşak halletmiş işi…«
»Şşşt… Sonunu dinle de, espriyi kaçırma. Asilzade küplere binince, usta ressam tutmuş onu kolundan, içerideki daha büyük bir odaya götürmüş. Odada binlerce, irili ufaklı, rengarenk horozlu arma resimleri varmış. »Bakın« demiş ressam, »demin o resmi iki dakikada çizebilmek için, iki yıl boyunca uğraştım. Siz iki dakikaya bakıyorsunuz. O iki dakika, benim iki yılımı aldı.‹ Şimdi…«
»Eee, ne annadık bundan?«
»… kullanılan tek bir cümlenin arkasındaki müthiş birikimi, toplanan düşünceleri ve varsayımları görmek gerekiyor. Tek bir cümle, bütünsel bir düşüncenin ürünü, sonucudur. Eğer böyle bir cümle de iddialı biçimde kullanılıyorsa, buradan düşünceye temel olan paradigmayı okumak olanaklıdır…«
»Hö?.. Türrkkçe konuş olm, Türrkkçe, Türrkkçe…«
»Yani ›sınıftan kaçış bitti‹ gibi iddialı bir cümle, bir tespit ve bir suçlamadır ve de bir dizi düşüncenin sonucudur. Bu tespit ve suçlamayı yapmak için önce iyice düşünüp, sonradan da birilerinin işçi sınıfından kaçtığını varsaymanız gerekir. Kimdir bunlar? Sınıftan kaçanları gördüğünüze göre, sizden başka herkestir. Yani Kürtler ve diğer sosyalistlerdir. ›Kısa bir yazıdan bu mu çıkartılır, bu dürüstlük değil‹ diyenler, böyle iddialı bir tespitin arkasındaki o büyük suçlamayı nedense göz ardı ediyorlar. ›Sınıftan kaçtılar‹ demek ifade özgürlüğü, bunu eleştirmek art niyetlilik oluyor. Tartışma bu kadar basit olabilir mi?«
»Lan, mankafasın sen oğlum, mankafa. Hâlâ bıdı bıdı ediyon. Ne kendine derdediyon, kaçan kaçar, yakalayan yakalar, sana ne? Biri sınıfta kalır, diğeri sınıfı geçer. Her koyun kendi bacaandan asılır koçum, kafana girmeyen bu. Hadi diyelim, sen haklısın, beni de ilgilendirmez ya, ama hadi öyle sanalım. Peki ispiyonculuk senin neyine ulen?«
»Haydaa, ne ispiyonculuğu yahu?«
»Bilmezden gelme len! Okumadın mı? Adam yazıyo işte, ciddî ciddî provakasyon ayaklarına yatmışsın olm! Ajan mısın, ajitasyon mu? Açık açık milleti Kürtlere ihbar ediyomuşsun. Ne bilim, ööle tasfiyecilik felan… Bak koçum, bu işler tehlikeli işler. Bir kere ispiyonlama delikanlılığın kitabında yazmaz. Kendine gel! Akıllı davran, araya girme, arazi ol. Kürtler silahlı milahlı adamlar. Onu bunu şikâyet edip durma, alimallah bi kaza çıkar, milletin günahı sana yazılır.«
»La havle… Benim kimseyi kimseye şikâyet ettiğim falan yok. Anlamıyorum, bu nasıl bir mantık silsilesinin sonucudur ki, böyle saçma sapan bir suçlama yapılabiliyor. Sanki Kürtlerde akıl yok, biri kalkıp bir şey söyleyecek, Kürtler de ›haa, bak bu iş böyleymiş‹ diyecekler. Aslına bakarsan böylesi suçlamalar da bilinçaltına yerleşmiş olan bazı algıları ortaya çıkartıyor.«
»Güldürme adamı, piskolog mu kesildin len başımıza?«
»Ne alâka? Bunun psikolojiyle bir ilgisi yok, lise öğrencisi bile sezer. Nasıl düşünüyorsan, öyle çıkarsama yaparsın. Yani, ›açık ihbar‹, ›kışkırtma‹ gibi suçlamalar özünde, 30 yıllık bir örgütlülüğü, mücadele birikimini, siyaset geliştirme yetisini sıfırlayarak, ›Kürtler ihbara kanacak, kışkırtmaya gelecek kadar saftırlar‹ biçiminde bir yaklaşımı dışa vurmaktır. Bu, karşındakini küçük görmektir, ›o düşünemez, başkası bir şeyler söyler o yapar‹ anlayışıdır, ki buna en basitinden paternalizm denir. Aynı mantığın başka kesimlerde ›Kürtler dış güçlerin maşasıdır‹ söylemine yol açtığını görmüyor muyuz? Diğer tarafta ›ihbarcı‹ veya benzeri suçlamalar kişiyi küçük düşürerek, dikkatleri eleştirinin özünden kaçırmaya yarar. Kişiye ›ihbarcı‹, ›deli‹ veya eskiden olduğu gibi ›polis, ajan‹ damgasını bastın mı, küfürden başka söylenecek söz kalmaz. Benzer bir yaklaşım da ›ne yani, Kürt örgütleri eleştirilemeyecek mi‹ veya ›Kürtleri eleştirince ırkçı damgası yiyorsunuz, bu haksızlık ve vicdansızlıktır‹ gibi masum sorulardır. Kim böyle bir iddiada bulunuyor ki? Hem…«
»Öff, öff! Uzatıyon da uzatıyon. Hele bi cigara ver de içek…«
»Başüstüne, birde çay, kahve servisi falan da yapsaydım.«
»Valla fena olmazdı yani…«
»Bırak şimdi sigarayı, çayı da beni dinle… Nerde kalmıştım, hah, Kürtler eleştirilemez diyen yok. Hem madem herşeyi biliyorsun, benim Kürt örgütlerinin toplantılarında, gazetelerde veya Roj TV’de Kürt örgütlerine yönelik yükselttiğim eleştirilerimi de biliyorsundur. Hep söyler, yazarım, eleştiri ve özeleştiri demokrasi mücadelesinin olmazsa olmazıdır diye. Ama mesele bu değil ki, ›sınıf, sınıf‹ diyerek demokratik görevlerden kaçmak, dolayısiyle demokratik görevleri en üste yerleştiren Kürt hareketinden uzak kalmaya çalışmaktır mesele. Benim eleştirim de bu noktaya, ama tartışma ›ırkçılık hakareti‹ etrafında döndürülerek, asıl meselenin üstü örtülüyor.«
»Lan oğlum, vallaha billaha tam paromanyak olmuşsun. N’olcakmış adam Kürtlerden uzak duruyorsa? Başına bomba yağmıyo ya. Kürtle bir olup, kodese mi tıkılsın yani? Laf ola beri gelsin. Yahu İstanbul nire, Diyarbakır bilmem nere nire. Tutturmuşsun bi de ›Fırat’ın Doğusu da Doğusu‹. Ne işin var birader oralarda? Bak işte adaşın, neydi soyadı, hah, Murad Akıncılar. Aldılar tıktılar kodese, hâlâ içerde. Onun gibi mi olcen len? Ha, gidersin Diyarbakir’a Selim amcada kaburga dolması yersin ya da hanlardan birinde bi güzel kahvaltı, bak ona bi şey demem, eyvallah derim. Ne yani, Nevizade’nin, Asmalı Mescid’in kökü mu kurudu? Git İstiklâl’e, rakını iç, keyfine bak, oooh ne alâ keko…«
»Yahu ne ilgisi var şimdi paranoyaklığın, İstanbul’un, Diyarbakır’ın bu söylediklerimle?«
»Sus, yersin tokatı! Hep bıdı bıdı, bildiğin başka bi şey yok. Neymiş, demokrasiymiş de, felanmış da, filanmış. Akıllı ol, akıllı! Dediklerin karın doyurmuyo koçum. Bak adam ne güzel yazmış, ›karnı aç işçinin önüne bi tabak yemek, bi tabak da demokrasi koy, hangisini alıyo‹ diye. Tabii önce karnını doyuracak, ondan sonrası Allah kerim…«
»Bravo yani, tam Aristo mantığı. Sanki sosyal eşitlik ile demokrasi ve özgürlük birbirlerinin karşıtolumuymuş gibi. Yahu bende başlayacağım sonunda senin gibi argoya… Bak arkadaşım, demokrasi mücadelesi, emek ve sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Yok işte önce insanın karnını doyuracakmışsın da… Ne alâka kardeşim, bunları birbirinden ayıramazsın ki. O karnı aç dediğin işçinin ekmek kavgasında gerçek anlamda başarılı olabilmesi için, aynı anda demokrasi ve özgürlüklerin kavgasını vermen lazım. Hem sen kim oluyorsun da işçinin önüne bir tabak yemek koymaya…«
»Höööt! Geri bas! Posta mı koyuyon len bana? Ne demek o sen kim oluyon moluyon. Layn, şimdi bi kafa, bi kroşe bastım mıydı… Herife bak ya… Len günün birinde biri senin o dilini boynuna gravat gibi dolayacak vallaha. Külhanbeyi mi kesildin lan başımıza?«
»Yahu kardeşim, öyle ortaya konuşuyorum. Sen dediysem, seni bizzat kast etmedim ya. Ben…«
»Hah, şööle edepli ol. Özür dilemek bir erdemdir yavrum. Al… Öp elimi, affedeyim seni.«
»Fesüpan… Edepli ol diyene bakın yahu…«
»Bak yavrum, bunu sana kimse yapmaz. Gelmişsin 50 yaşına, hâlâ anaokulu çoccuğu gibi, bana ne bana ne diyon. Sana bi tüyo vereyim, belki biraz akıllanırsın. Bi kere otur oturduğun yerde, rahatına bak. İşin var, gücün var.« Göz kırparak »Salla başını al maaaşını, şşşt! Bundan daha kolayı mı var? Seni ilgilendirmeyen meselelere de maydanoz olma…«
»Niye ilgilendirmesin ki, kardeşim. Düşüne…«
»Hüoop, eşek anırmıyo burda… Unutma, laftan annamayanın hakkı, kötektir… Bırrak düşünmeyi felan. Kör müsün ulan, adam sana gaste manşeti gibi büyük harflerle yazmış ›…ÇÖP DÜŞÜNCELERİNİ OKUMAK ZORUNDAMIYIZ, BURAYI ÇÖP DÜŞÜNCELERİNLE DOLDURUYON…‹ diye. Lan, adam olan adam kendine bööle laflar sööletecek kadar keçi inadında olur mu be?…«
»Canım, hiç kimseye zorla yazımı oku demiyorum ya…«
»Sus! Hâlâ konuşuyo dümbük ya… Madem koymuşsun sözü ortaya, alan alır, almayan çöpe atar diyemezsin. Adam gibi yaz, bari bi işe yarasın. Dinle, bu işler seni ilgilendirmez koçum, işin içinde değilsin, bilmezsin, etmezsin. Adam açmış dükkânı, sen ukala ukala ›ööle yapma, bööle yap‹ diyon. Sana ne oğlum, adam belki ööle kalmak istiyo. Belki ne kaar ekmek, o kaar köfte diyo. Adam belki bakkal dükkânım kalsın, süpermarket istemem diyo…«
»Yahu ne saçmalıyorsun sen?«
»Annamıyon oğlum, annamıyon. Sen zannediyon ki, iyi bi şey yapıyom. Kel alâka olm, kel alâka. Herkez her şeyi biliyo koçum, bilmezden gelme. Hem söylediklerimi ters yüz ediyolar, asıl meseleye bi şey demiyolar diyosun, hem de hâlâ kendini annatmaya çalışıyosun. Lan oğlum, millet enayi değil ya, zokayı yutsun. Seni ciddiye alsa, ciddî ciddî cevap verecek. Ne gereği var? Bi de senle mi uğraşacaklar lan bu saadden sonna? Vallaha billaha odun kafalısın olm, tak tak, odun kafa! Bi tek seni beklemişlerdi zaten, ›vay bizde gizli mizli bişeyler var, sen açığa çıkar‹. Yok devenin nalı! Lan biri senin açığını çıkarsa, ›Danke schön, iyi yaptın‹ mı diycen?…«
»Kardeşim, bu sadece benim görüşüm…«
»Muraat… Murat!«
»Nesrin?«
»Muraat…«
»Tamam canım, bi saniye…«
»Ne o koç, hatunu duydun, tırstın..«
»Bırak şimdi tırsmayı falan. Bu yazdıklarım sadece benim görüşüm değil. Böyle düşünen bir sürü insan var. Bak Demir, Tayfun…«
»Lan oğlum, deliyle deli mi olcan? Al birini, vur öbürüne. Adamlar yazıyo da noluyo. Hiç! Deli muamelesi görüyolar. Dokuz köy esprisi, unutma koç. Doğrucu Davud’luk kimseye yaramamış. Len sen hiç Demir’in, Tayfun’un yazılarına verilen cevaplarıda mı okumuyon? Oğlum, hiç kimse kendine ayna gösterenden hoşlanmaz, bunu bil. Hele hele mukaddesatına saldırdıydın mı, yandın! Adamı İstiklâl Mahkemesi’nden çıkmışa benzetirler vallaha. Bi düşün önce. Herkezin kendine göre bi tarihi var. Herkez tarih kendinden başlar diye düşünür. Tee başta Manuşyan, Pehlivanyan vardı diyecek değiller heralde! Eee, öyle olduğuna göre, adam der, ›yahu bi tarihim var, buna saygı göster‹ diye. Tabbiyatiynen sana tepki gösterecek. Kim ister tarihine laf sokuşturulmasını, dimi ama?«
»Kimsenin tarihine bir şey söylediğim yok, lafı saptırma…«
»Murat! Kiminle konuşuyorsun sen?«
»Yaa, Nesrin, bi saniye dedim ya..»
»Sen ööle söölersin, adam bööle annar olm. Milletin rahatını bozma hakkını nerden buluyon len! Adam sınıfta kalmaya bakıyo, sen diyon ›daha çok çalış, sınıfı geçesin‹. Örrtmen misin olm? Bu saadden sonna yaşını başını almış adamlar senden akıl mı alacaklar? Lan olm, herkes yolunu seçmiş gider Mersine, sen gidersin tersine. Ama dooru, ama yannış, adam yolunda, işinde, gücünde. Hariçten gazel atarak yolun değiştiği nerde görülmüş? Olm, ›tren kaçıyo, tren bu tarafta‹ diye bağırmak sana mı kaldı? Kendini kondüktör mü sanıyon? Belki adam trene binmeyecek, belki arabayla gidecek? Keyfinin kâhyası mısın? Tilki gibin ne dolaşıp duruyon, sonunda gideceğin yer aynı değil mi? Bineceksen sen bin trene, ›çocuklar hadi gelin‹ mazide kaldı olm. Herkesin bileti ayrı artıkın, anla bunu benim sulu hıyarım.«
»Bana bak, sonunda tepemi attırıyorsun. Sensin hıyar!«
»Uleeeyn! Bana laga luga ha! Gel ulan buraya!«
»Ah! Çek elini manyak. Sıkma boğazımı, şimdi yumruğu yiyeceksin bak!«
Paat… Küüt! »Manyak mı? Asıl ben seni şimdi dayak manyağı yapiim de gör. Al ulan, al! 15 yaşında boks yaptın diye kendini bi şey mi sandın? Al ulan, al bi dane daha!«
Paat… Şaak… Şuut!
»Vurma ulan, vurma!«
»Muraat! Aaa, noluyo burda? Bu da kim? Dur! Dur, kavga etme! Kavga etme dedim sana, Muraat!«
»Yahu Nesrin… Ah gözüm!.. Nesrin, beni tutacağına, şu herifi tutsana yaa! Aaah! Kulağımı çekme, bırak kulağımı ulan…«
Paat… Küüt… Şangır!
»Muraaat! Küveti kırdın, bak!«
»Yahu ben dayak yiyorum, sen küvet diyorsun… Dur, vurma… Ulan, vurma dedim. Al o zaman, al, al…«
***
»Murat… Uyan, Schatz, uyan!«
»Ne?… Hıı..?«
»Ter içinde kalmışsın. Rüya görüyordun, uyan artık.«
»Rüya mı?«
»Ben sana söylemiştim. Gece geç vakitte içli köfteleri, abur cuburu yersen rahatsız olursun diye. Hem horladın, hem de bağırıp durdun. Laftan anlamıyorsun ki… Hadi kalk kalk, annemlerle alışverişe gideceğiz. Hadi ama…«
Rüya mı? Sahiden! Yatakta yatıyordum. Terden sırıksıklam bir vaziyette, yorgana sarılmış bir şekilde kendime geldim. Tabii ya, rüyaymış. Başım da nasıl zonkluyordu. Nesrin de yatağın başında dikilmiş, kızgın kızgın sesleniyordu:
»Hadi ama, kalk. Zaten geç kaldık.«
»Peki, peki…«
Yataktan kalktım, terliklerimi giydim. Kendi kendime gülmeye başladım. Bir daha geç vakitte bu kadar tıkınırsam… Son olsun…
»Ne kıkırdayıp duruyorsun, hadisene…«
Ama sahiden de dayak yemiş gibiydim. Böyle bir rüya da ilk kez görüyordum. Banyoya girdim, elimi yüzümü soğuk suyla yıkadım. Biraz kendime gelir gibiydim. Nesrin holden »hadi, çabuk ol« diye bastırıyordu. Dişlerimi fırçaladım. Tam tıraş oluyordum ki, aynadaki suretime biraz daha dikkatli baktım. Bir gülme krizi tuttu beni. Yok daha neler, içimdeki kötü adam aynadan bana bakacakmış. Olacak iş değil. Traşımı oldum, kremimi sürdüm. Çıkarken bir daha aynaya baktım. Yoksa aynadan bana göz mü kırpıyordu? »Hadi, len« dedim kendi kendime, çıktım dışarı.
Kapıyı kilitlerken Nesrin »radyoyu kapatmadın mı?« dedi.
»Niye?«
»Ne bileyim, sanki biri gülerek konuşuyor gibime geldi de.«
22 Şubat 2010, Kassel