VOLKAN YARASIR|10-01-2013| Suriye’de emperyalizmin koordinasyonunda ve TC’nin aktif olarak devrede olduğu “proxy war”, “vekalet savaşı” şiddetlenerek sürüyor. Bir iç savaş stratejisi olan bu karşı devrimci taktik, Suriye’de destabilize bir ortam yaratmayı ve Esad iktidarını yıkamasa bile, bloke etmeyi ve sürekli bir istikrarsızlık içine sokmayı amaçlıyor. Ayrıca Suriye’nin iç savaşın bütün yıkıcılığı ile enkaz haline gelmesi ve etnik, dinsel, mezhebi polarizasyonun şiddetle artması, ülkenin bir ölüm ülkesine dönüşmesi hedefleniyor. Bu yönde uluslararası paramiliter çeteler, gizli servisler son derece soğuk kanlı ve acımasız taktikler uygulamaya ve adımlar atmaya başladı.
Suriye’de iç savaş süreci kademe kademe derinleşiyor. Yaşanan konjonktürde, aslında tarihsel olarak Ortadoğu’daki her gelişmenin ilk odağı ve Suriye’deki iç savaşla yakından ilintili olan Lübnan’daki gelişmeler gözden kaçıyor.
Aslında Lübnan sorununda her zaman Suriye’nin etkili bir yeri ve rolü oldu. Ama içine girilen dönemde artık Lübnan ve Suriye’deki gelişmeler daha da içiçeleşti ve yoğunlaştı. Birbirini son derece etkileyici bir aşamaya ulaştı.
Bu noktada Lübnan’daki gelişmeleri analiz etmek bir yanıyla Suriye ve İran sürecini içerirken, diğer yanıyla Ortadoğu’nun yeni dizaynındaki yönelimleri ortaya koyacaktır.
Bu yazı bir tarihsel perspektifle bu yönleri ele alıyor.
MİKRO ORTADOĞU: LÜBNAN
Lübnan “kuruluşundan” itibaren gerçek anlamda bir mikro Ortadoğu oldu. Ortadoğu’nun “kaderi” Lübnan’ı, Lübnan’ın “kaderi” Ortadoğu’yu etkiledi.
Lübnan, 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde bir coğrafyaydı. 1860 sonrası bölgede İngiltere’nin ve Fransa’nın etkisi artmaya başladı. Her ne kadar I. Paylaşım Savaşına kadar Lübnan Osmanlı İmparatorluğunun denetiminde görülse de özellikle Fransa nüfuzunu bölgede yayıyordu.
I. Paylaşım Savaşı, “yeni” bir dünya düzeninin kuruluşunu simgeledi. Yeni düzen Petro-politik üzerinden inşa edilecekti.
Petrolün bulunması Ortadoğu’yu yeni jeopolitiğin merkezi haline getirdi. Ortadoğu emperyalist paylaşımın odağı oldu.
Sykes-Picot Anlaşması Fransa’nın ve İngiltere’nin Ortadoğu’yu paylaşımını ve hegemonyalarının inşasını simgeledi.
Sykes-Picot Anlaşması başta Kürt ve Arap halkları için parçalanma, köleleştirme, yapay devletlere bölünme, emperyalist talan, yağma ve açgözlülük anlamına geldi. Anlaşma 20. yüzyılda yaşanacak birçok gerilimin, savaşın, alt üst oluşun zeminini yarattı.
Anlaşamaya göre Halep, Hama, Humus ve Şam’ı kapsayacak biçimde Suriye, Fransa’ya bırakıldı.
Fransa Suriye’de protektora yönetimi kurdu. 1926 yılında Lübnan’da “Ulusal Misak” kabul edildi. Aynı yıl Fransız genel valisine bağlı bir bakanlar kurulu faaliyete başladı. 1940’ların başına kadar herhangi bir revizyona gidilmedi. Fransa hem küresel boyuttaki gelişmelerin (II. Paylaşım Savaşı ve etkileri, ABD’nin küresel bir hegemonik bir güç olarak devreye girişi gibi) etkisi ve Ortadoğu’da kalıcı ve etkili nüfuz yaratmak amacıyla 1941’de sömürge rejiminde bazı revizyonlar gerçekleştirdi. Nazi Almanya’sı işgali altında olan Fransa’nın, işgalden kurtulması yönünde faaliyet yürüten, General De Gaulle Lübnan’a bağımsızlık verileceğini açıkladı. Karar işgal sonrasında hayata geçirilmedi. 1945 yılında “Doğu Akdeniz’in güvenliği için” Lübnan’a askeri birlikler yollandı. Ancak Aralık 1945’te Fransa-İngiltere arasında imzalanan anlaşma sonrasında Fransız askeri birlikleri ülkeyi terketti. Lübnan böylece fiilen “bağımsızlığını” elde etti.
1945’te Lübnan’ın “bağımsızlığı” ilan edildi. Fransa bu adımla Suriye’nin bölgede olası “güçlü” bir devlet olmasının önünü kesmeyi amaçladı. Ayrıca nüfusunun-dönemin demografik yapısına bağlı olarak- ağırlıklı bir kısmı Katolik Hıristiyanlardan oluşan bir devlet kurarak, her yanı Müslüman kökenli devletlerden oluşmuş Lübnan’da etnik, mezhebi, dinsel polarizasyonu körükleyerek, Fransa’nın varlığını vazgeçilmez kılmaya çalıştı.
Fransa’nın desteğine “muhtaç” Lübnan, Fransa’nın Ortadoğu’ya ilişkin projelerinde bir sıçrama ve nüfuzunu koruma ve yayma alanı olarak tasarlandı. Bir anlamda ileride ABD merkezli nüfuz ve ekonomik alan mücadelelerine Fransa önceden hazırlık yapıyordu.
1943 yılında ülkede yaşayan halklar ve topluluklar Fransa’nın onayıyla Ulusal Pakt adı verilen sözlü bir anlaşma ile ülkedeki yönetim yapısı belirlendi. Tarihsel bir backgroundu olan “ikrarcı sistem” adı verilen, yani onama üzerine kurulan sistem yada yönetim şekli, dinsel mezheplerin kendi nüfuslarına göre orantısal temsiline dayanıyordu. Ulusal Pakt bu yönetim şeklinin onaylanması anlamı taşıdı.
Cumhurbaşkanı ülkenin en büyük topluluğu olan Marunilerden (1) seçildi. Ordu ve polis teşkilatı Marunilerin denetimindeydi. Cumhurbaşkanı yürütme erkinin önemli bir kurumu olarak işlev görecekti. Başbakanlığa ise Sünni bir Müslüman seçilecekti. Meclis başkanlığı ise Şiilere verildi. Meclis 11 milletvekili ile kuruldu, bu vekillerin 6’sı Hıristiyan kökenli idi. Kısaca etnik, dinsel, mezhebi kökenlere bağlı bir idari yapı oluşturuldu bu idari yapı, Fransa’nın Lübnan tasavvuruna uygun bir biçim alıştı.
Lübnan Ortadoğu’daki siyasal gelişmelerden, İsrail’in bir emperyal proje olarak “kurulup” Ortadoğu’nun kalbine saplanmasından, daha sonra iki kutuplu dünyanın büyük med-cezirlerinden ve 1950-1960’larda Ortadoğu’yu saran pan-Arabizm’den, Arap Sosyalizmi adı verilen gelişmelerden şiddetle etkilendi. Hatta Lübnan’nın siyasal ortamı ve Lübnan’daki büyük altüst oluşlar bu gelişmelere bağlı şekillendi.
İsrail devletinin sömürgeci ekspansiyonu-genişleme ve yayılışı, Lübnan sorununun ve Lübnan iç savaşının temelini oluşturdu. İsrail’in sömürgeci ekspansiyonuna karşı, anti-sömürgeci direniş Lübnan’ı odak coğrafya haline getirdi.
1948 Arap-İsrail Savaşı Filistin halkını sürgün bir halka dönüştürdü. Köklerinden sökülen Filistin halkı Ortadoğu’nun her toprağını “vatan” kabul etti. Filistin halkı ağırlıklı olarak Lübnan’a yerleşmeye başladı.
1950’lilerin başında Mısır’da Hür Subaylar Darbesinin gerçekleşmesi ve Nasır’ın iktidara gelmesi, Arap dünyasında yeni bir tarihsel momentin başlamasına yol açtı. Pan-Arabizm bütün Arap coğrafyasını sarstı. Bu gelişmelerden Lübnan şiddetle etkilendi.
Özellikle iktidarda etkinliği olan Maruniler ve genelde Hıristiyan guruplar gelişmelerden rahatsız oldu.
Lübnan’da etnik, dini ve mezhebi güçler arasında iktidar savaşları hız kazandı. Ortadoğu’da bir karşıdevrim merkezi olarak işlev görmesi için tasarlanan, Ortadoğu’nun NATO’su olan Bağdat Paktı’nın kuruluşu Lübnan’da etkisini gösterdi.
Bağdat Paktı, ilk başlarda pan-Arabizme karşı misyon yüklendi. Lübnan paktın odak coğrafyalarından biri oldu.
1956’da İsrail-Arap savaşında İsrail üstünlük gösterdi. İsrail işgal stratejisiyle hareket etti.
1958’de “Irak ihtilali” gerçekleşti. Krallık yıkıldı. Irak ihtilali, Lübnan’ı etkiledi. Bağdat Paktı ve Irak’taki krallık rejiminden destek alan Devlet Başkanı Kamil Şemun desteğini kaybetti. Irak ihtilali Ortadoğu’daki dengeleri altüst etti.
1958’deki diğer önemli gelişme ise, Mısır ve Suriye’nin birleşmesi ve Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulması oldu. Pan-Arabist dalga giderek yükseldi.
Bağdat Paktı hızla işlevsizleşti. İngiltere’nin Irak’taki üsleri tasfiye edildi. Irak’tan Mısır’a kadar uzanan coğrafyada pan-Arabizmin yayılması, ABD emperyalizmini tedirgin etti.
ABD Lübnan Cumhurbaşkanı Kamil Şemun’un “çağrısıyla” Beyrut’a askeri birlikler yolladı. Bu süreçte Türkiye’deki İncirlik havaüssü kullanıldı. Amerikan Deniz piyadeleri İncirlik’ten Bayrut’a gönderildi. ABD askeri birlikleri Şemun iktidarını korumayı amaçlıyordu. ABD bölgedeki nüfuzunu muhafaza etmeye çalışıyordu. ABD’nin yaptığı operasyona benzer bir operasyonu İngiltere, Ürdün’de gerçekleştirdi.
Ürdün Kralı Hüseyin’in iktidardan düşmesi, İngiliz paraşütçü birlikleri tarafından engellendi.
ABD müdahalesi Eisenhower Doktrini’nin bir yansımasıydı. Doktrin komünist tehdide karşı Ortadoğu ülkelerine ekonomik ve askeri yardımı kapsıyordu ve Ortadoğu ülkelerine ABD’nin askeri müdahalesini meşrulaştırıyordu. Eisenhower Doktrini Ortadoğu’da Süveyş Kanalının millileştirilmesine ve Irak ihtilalinin sarsıntısına karşı, ABD’nin bir yanıtıydı (2).
Amerikan müdahalesine rağmen, Lübnan’da Kamil Şemun iktidarda kalamadı.
1958’de Lübnan hızla bir iç savaş sürecine girdi. Ortadoğu’daki dengelerin değişimi, Lübnan’ın iç dengelerini altüst etti. Bağdat Paktının desteklediği Kamil Şemun ve müttefiki Falanjist Parti bir cepheyi oluştururken, Nasır’ın desteklediği Kemal Canbolat ve diğer sol güçler ayrı bir cepheyi oluşturuyordu.
1958 yılında çatışmalar başladı. Ülkeye hızla yayıldı. İçsavaşın yoğunluk kazandığı süreçte Irak ihtilalinin gerçekleşmesi süreci bütünüyle değiştirdi.
Bu süreçte Genelkurmay Başkanı General Fuad Şahap cumhurbaşkanı seçildi. Abdullah el-Yafi başbakanlığa getirildi. Fuat Şahap Nasır’la iyi ilişkiler kurdu. Bu tutum falanjistleri rahatsız etti. Falanjist Parti, Şahap aleyhtarı muhalefeti ve propagandayı yükseltti. Aynı dönemde Şahap’a başarısız bir suikast düzenlendi.
1960 yılında yapılan genel seçimlerde Reşid Kerami başbakanlığa seçildi.
Sosyalist İleri Partisi’nin lideri Kemal Canbolat içişleri bakanlığına getirildi.
1961’de Suriye’de askeri bir darbe yapıldı. Darbe Milliyetçi Parti tarafından organize edildi. Suriye Mısır’dan ayrılarak, bağımsız bir devlet oldu.
Suriye’deki Milliyetçi Parti Lübnan’ı ilhak etmeyi amaçlayan faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Darbenin gerçekleştiği gece Lübnan’da cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Beyrut radyosuna Suriye askeri birlikleri ve Milliyetçi Parti’nin militanları saldırdı.
Kemal Canbolat’ın yönettiği polis güçleri darbe girişimini boşa çıkarttı. Darbecileri bastırdı.
Bu gelişmeler Kemal Canbolat’ın siyasal imajını yükseltti. Canbolat, darbe girişimiyle ilintili gördüğü Maruni liderini ve siyasal rakiplerini tutuklattı.
1964’te Cumhurbaşkanı Şahap’ın görev süresi doldu. Yerine cumhurbaşkanlığına Şarl Helu seçildi. Helu Mısır’daki Nasır iktidarıyla iyi ilişkiler kurdu. Helu döneminde Lübnan’daki siyasal tansiyon düşük seyretti.
İSRAİL’İN SÖMÜRGECİ EKSPANSİYONİST POLİTİKALARI VE FİLİSTİN HALKININ DİRENİŞİ
Bu süreçte İsrail’in siyonist politikaları derinleşti. Sömürgeci genişleme ve yayılmacı savaşları birbiri ardına gerçekleşti.
İsrail’in Arap halklarına yönelik saldırıları arttı. Önce 1956 savaşı, ardından 2. Arap İsrail savaşı ve 1967’de yaşanan 6 gün savaşı İsrail tarafından kazanıldı.
6 gün süren savaş sonunda, İsrail kendi kontrolündeki toprakları üç kat daha fazla arttırdı. İsrail Filistin topraklarından Gazze ve Batı Şeria’yı, Mısırdan Sina yarımadasını, Suriye topraklarından da Golan tepelerini işgal etti.
400 bin Filistinli topraklarından sürüldü. Ürdün’de dünyanın en büyük mülteci kampları kuruldu.
Göç dalgası Lübnan’ı da etkiledi. Bütün bu süreç Lübnan’ın demografik yapısında önemli değişikliklere neden oldu.
1970’lerin başında Ürdün Kralı Hüseyin, Filistinlileri topraklarından sürmeye başladı. 1960’ların sonuna doğru El-Fetih’in liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü hızla güçlendi. Filistin halkı içinde nüfuzunu yaydı.
Ürdün Kralı Hüseyin, FKÖ’nün Ürdün’de son derece etkili bir güç haline gelmesi ve Filistin halkının Ürdün nüfusunun %70’ini oluşturması ve FKÖ’nün Ürdün’ün iç siyasetine müdahale etmesi karşısında FKÖ’ye saldırdı. Şiddetli saldırılar sonucunda FKÖ ve Filistinli militanlar ve halkın bir kısmı Ürdün’den çıkarıldı. Lübnan’a yeni bir Filistinli göç dalgası başladı. Ayrıca FKÖ ve Filistinli gerillalar karargahlarını Lübnan’a taşımak zorunda kaldı. Lübnan Filistin halkının İsrail’e karşı mücadele odağına dönüştü.
FKÖ, Lübnan’daki destabilize koşullarından en azami düzeyde yararlandı. Kısa bir dönem içinde Lübnan’ın en önemli siyasi aktörü konumuna geldi. Lübnan’ın güneyinde kurduğu kamplarda Filistin mücadelesinin binlerce gerillası yetiştirildi. Lübnan, FKÖ’nün İsrail’e karşı yürüttüğü mücadelenin merkezine dönüştü.
FKÖ’nün Lübnan’daki konumu, bir yandan iç siyasette önemli bir aktör haline gelmesi, Lübnan’ın siyonizme karşı mücadelenin odağına dönüşmesi, anti-sömürgeci mücadelenin taşıdığı devrimci potansiyel İsrail kadar, Arap gericiliğini ve gerici rejimleri tehdit etmeye başladı.
İsrail Filistin halkına ve FKÖ’ye yönelik bir dizi askeri operasyon gerçekleştirdi.
Lübnan sağı ve milisleri FKÖ’ye karşı operasyonlarda önemli bir araç olarak kullanıldı. FKÖ’nün etkin olduğu güney Lübnan’da İsrail askeri operasyonlarına bu güçler aktif olarak iştirak etti. Ayrıca Lübnan sağı ve milis güçlerine İsrail, ciddi oranda askeri, lojistik ve teknik destek ve yardımlarda bulundu. Lübnan’da sağın güçlenmesi İsrail’in güç yansıtacağı bir yapı olarak değerlendirildi. Bunun yanında İsrail Lübnan Ulusal Hareketini bloke etmeyi ve parçalamayı amaçladı. İşgal stratejilerini bu yönde oluşturdu.
Lübnan tarihsel olarak Ortadoğu’daki jeopolitik gerilimin düğüm noktasında yer aldı. Küresel ve bölgesel güç odaklarının çatışma alanına dönüştü. Özellikle Arap dünyası ve Filistin halkının anti-sömürgeci mücadelesinin ateş hattı oldu. Bu durum ülkedeki güç ilişkilerini ve egemenlik savaşlarına yansıdı. Ülke içi gerilim, bölgesel gerilimlerin bir yansıması olarak biçimlendi. Ve Lübnan’da halklar, cemaatler yada toplumlar kendilerini bu güç ilişkilerine göre konumlandırdı. Ülkede iktidar savaşları keskinleşti. 1941 ile 1975 arasında döneme damgasını vuran ekonomik, siyasi, etnik ve dinsel dengeler bozulmaya ve altüst olmaya başladı. Hıristiyanların ekonomik ve siyasi tahakkümünde şekillenen, Sünni ve Şii Müslümanların yoksulluğu, diskriminasyonu üzerinden belirlenen bu dengeler, Filistin sorunun hem bölgesel hem de küresel bir soruna dönüşmesiyle altüst oldu ve Lübnan küresel güç odaklarının çatışma alanı haline dönüştü.
1960 yılında Lübnan nüfusunun %50’si yoksul ve son derece düşük bir gelire sahipti. Nüfusun %4’nü oluşturan en zengin aileler, ulusal gelirin %32’sine el koyuyordu. Hıristiyanların yoğunlukta oturduğu Lübnan Dağı ve çevresi kentleşmiş ve gelişmiş durumdayken, Şii ve Sunni çoğunluğun yaşadığı bölgeler son derece geri kalmıştı. Ve Lübnan’ın en yoksul kesimini temsil ediyorlardı. 1970’lere doğru tablo derinleşerek sürdü. Sınıfsal kutuplaşma, kendini dinsel, mezhebi polarizasyon şeklinde dışa vuruyordu ya da görünürdeki dinsel, mezhebi kutuplaşma sınıfsal antagonizmanın yansımasıydı.
1975 Lübnan iç savaşı, bu koşullarda patladı ve şiddetle yayıldı. Uzun süren ve büyük yıkımlar yaratan iç savaş olarak iz bıraktı. Lübnan İç Savaşı tam 16 yıl, yani 1991 yılına kadar sürdü.
LÜBNAN İÇSAVAŞI
Lübnan iç savaşı, genellikle Müslüman ve Hıristiyan savaşı olarak gösterilse de bu tanımlamalar satıh da ve son derece yanıltıcı tanımlamalardır. Lübnan iç savaşı bir anlamda iki kutuplu dünya koşullarında küçük bir Ortadoğu savaşı olarak şekillendi. Sınıfsal ve toplumsal kutuplaşmaların son derece kompleks bir dışa vurumu oldu. İç savaş iki kutuplu dünyanın jeopolitik gerilimlerini ve çatışkılarını yansıttığı gibi, bölgesel güçlerin hesaplaşmalarını da ortaya koydu. Küresel, bölgesel ve ülke içi dengeler, gelgitler iç savaşın sürdüğü süreçte Lübnan’a çıplak bir biçimde yansıdı.
İç savaş iki ana cephe şeklinde biçimlendi. Bir tarafta Lübnan’da “ikrarcı sistem”den bugüne kadar yaralanmış, ayrıcalıklarını korumaya çalışan Maruni mezhebine bağlı ailelerin (Cemayel, Şemun ve Franciye gibi) önderlik yaptığı İsrail’le gelişkin ilişkiye sahip silahlı gurupların oluşturduğu kesimler bulunuyordu. Bu cephe Lübnanlılar Cephesi olarak kendilerini tanımlamıştı. Cemayel ailesini güdümünde Lübnan Ketaib Partisi ve milis gücü Falanjistler ve Şemun ailesini hakim olduğu Hür Milliyetçiler Partisi cephenin ana örgütlerini oluşturuyordu. Diğer tarafta Lübnan Komünist Partisi, Komünist Eylem Örgütü, Arap Sosyalist Eylem Partisi, Bağımsız Nasırcı Hareket, Dürzi Mezhebinden (3) Canbolat liderliğindeki Sosyalist İleri Partisi ve birçok küçük grubun dahil olduğu Lübnan Ulusal Hareketi vardı.
Lübnan Ulusal Hareketi,FKÖ ve diğer Filistinli guruplarla ittifak halindeydi (4). Bu cephe Lübnan’da yönetim sisteminin değiştirilmesinden yanaydı. İç savaş öncesi Lübnan iki cepheye ayrılmış, siyasal tansiyon en üst noktaya ulaşmıştı.
1975 yılına girildiğinde iç savaş her an patlamaya hazırdı.
Nisan ayının ortalarında Falanjist lider Cemayel dini bir tören niçin gittiği kilisenin önünde, Filistinli militanlarla çıkan tartışma ölümle sonuçlanan çatışmaya dönüştü. Aynı gün kilisenin önünde 14 Filistinli Falanjistlerce öldürüldü. Bu olaylar iç savaşın başlangıcı oldu.
Filistinlilerle Falanjistler arasında çatışma hızla yayıldı. Lübnan Ortadoğu’nun savaş cehennemine dönüştü.
İç savaşın ilk dönemi Falanjislerle Filistinliler arasında yaşandı. Özellikle Beyrut’un güney banliyösünde Şii’lerin Filistinlilere katılması süreci hızlandırdı ve derinleştirdi.
İç savaş topyekun bir çatışmaya dönüştü. Lübnan toplumu bütünüyle cepheleşti.
Bu süreçte Filistinliler ve Şii’ler Falanjistlere karşı üstün bir pozisyona geldi. Bu gelişme Lübnan’ı kendi toprağı olarak gören Suriye’yi harekete geçirdi. Dengenin Falanjistler ve Hıristiyan milisler aleyhine dönüşmesi, Suriye’nin müdahale koşullarını hazırladı.
ABD için Lübnanlılar Cephesi’nin yenilmesi, özellikle Ortadoğu’ya yönelik projelerinde son derece stratejik önem verdikleri ve sıçrama alanı ve karşı devrimci tertiplerin laboratuvarı olarak değerlendirdikleri Lübnan’da, denetimsizlik anlamına geliyordu ve bu durum ABD’yi şiddetle rahatsız etti.
Dönemin ABD Dışişleri bakanı Henry Kissenger, Suriye Baas Rejimini bir nevi tehdit ederek Filistinlilerin ve Lübnan Ulusal Hareketi’nin durdurulmasını istedi. Bunun anlamı Lübnan’ın Suriye tarafından işgal edilmesi demekti. Suriye’nin duraksaması karşısında ülkenin İsrail tarafından işgal edileceği ifade edildi.
ABD’nin bu yaklaşımı Suriye’nin öteden beri Lübnan’ı işgal ve ilhak politikalarına uyumluydu. Baas gericiliği de Lübnan’daki kontrol dışı gelişmelerden rahatsızdı.
ABD bazı dönemler farklı yaklaşımlar gösterse de, Suriye’nin Lübnan’da asker bulundurmasına ve işgalci politikalarına karşı çıkmadı. Bu tutum 2000’li yıllarda Suriye’nin Lübnan’daki askeri işgaline son vermesi için ABD’nin yaptığı baskılarla birlikte düşünüldüğünde ilginç bir tablo oluşturmaktadır. Ve Ortadoğu’da dengelerin çok kısa dönemler içinde bile, hızla altüst olabileceğini göstermektedir.
Suriye İsrail ve başta Maruniler olmak üzere Hıristiyan kesimlerle görüşme yaparak Lübnan’ı işgale başladı.
Suriye, İsrail’e çeşitli güvenceler verdi. İsrail’de Falanjist milislerin inisiyatif alanlarının güvenceye alınması ve İsrail’in belirlediği çerçevede hareket edilmesi şartı ile Suriye’nin Lübnan’a müdahalesine onay verdi.
İsrail bu tavrı ile asıl amaçladığı FKÖ’nün ve Emel örgütünün Lübnan’daki etki gücünü kırmaktı.
1975 Ağustos ayında İsrail’in desteklediği Falanjistler, Tel-Al Zatar mülteci kampına saldırdı.Falanjistler binlerce Filistinliyi katletti.
1976 yılının sonunda Suriye aracılığıyla Lübnanlı gruplar arasında ateşkes anlaşması yapıldı.
Bu arada Filistinli örgütlerin Lübnan da etkinliği artıyordu.Filistinli örgütlerin İsraile yönelik saldırıları yoğunlaştı.
İsrail, bu gelişmeler üzerine 1978 yılında güney Lübnan’ı işgale başladı. İşgal sonunda Filistinli ve Lübnanlı 1500 kişi yaşamını yitirdi.
Birleşmiş Milletlerin 425 sayılı kararı sonucunda İsrail işgal ettiği bölgeden çıktı. İsrail bölgeden çekilirken yerini kontrolü altındaki güney Lübnan ordusuna bıraktı.
1978’de Mısır, İsrail ve ABD arasında Camp David Anlaşması imzalandı. Anlaşma Ortadoğu’nun yakın tarihindeki yeni bir momenti işaretledi. Mısır, ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiki olarak öne çıktı. Anlaşma siyonist politikaları meşrulaştırdı. Enver Sedat’ın anlaşmayı imzalaması Arap davasına ihanet olarak görüldü.
İsrail Lübnan’dan BM kararları ve askeri taktik olarak geri çekilse de, gerçekte 2000 yılına kadar işgali fiilen sürdü. Lübnan, İsrail’in askeri stratejilerine uygun olarak sürekli işgal durumu yaşadı. İsrail bazen açık işgal taktiği uygularken, bazen de aktif olarak desteklediği milis güçler aracılığıyla güney Lübnan’da askeri varlığını sürdürdü.
Bu arada İsrail Falanjist gruplara yönelik lojistik, istihbarat ve askeri desteğini yoğunlaştırdı. 1970‘lerin sonu ve 1980’lerin başında Filistinli gruplar Lübnan’da oldukça etkin bir konumdaydı.
1982 İSRAİL’İN BEYRUT KUŞATMASI,
FİLİSTİN KURTULUŞ HAREKETİNDE YENİ BİR MOMENT
İsrail 1982 yılında “Galile Barış Operasyonu” adında Lübnan’ı yeniden işgal etti.Beyrut’u kuşattı.İsrail, Filistinli gruplara ancak ağır silahlarını bırakarak Beyrut’u terk etmeleri şartıyla,kuşatmayı kaldıracağını açıkladı.
Ağustos 1982 de ABD Büyükelçiliği’nin devreye girmesiyle FKÖ Lübnan’ı terk edip, karargahını ve güçlerini Tunus’a taşıdı.
İsrail,Lübnan da Filistin direnişini kırarak,kendi güdümünde bir rejim kurmayı hedefliyordu.
Filistinli gruplar Beyrut’tan çıktıktan sonra Filistinli mültecilerin güvenliği Lübnan hükümetine devredildi.
Lübnan da İsrail’in operasyonundan rahatsız olan Suriye,İran’ın gönderdiği 1000 kişilik Pasdaran adı verilen,askeri gücün Lübnan’a girişine onay verdi.Pasdaran birlikleri Bekaa bölgesine yerleşti.
Bu adım İran’da gerçekleşen devrimin,bir karşı devrim niteliği kazanarak İslami bir içeriğe bürünmesi ve Şii radikalizminin bölgeye yönelik hamlelerinden biriydi. “İran devriminin” gelişim seyri Lübnan’da da etkilerini gösterdi.
Lübnan Şiilerinin en etkili gücü olan ve Suriye eksenli bir politika izleyen Lübnan Direniş Lejyonları adını da taşıyan Emel Örgütü (5) içinde ayrılık yaşandı. Hüseyin Musavi’nin önderliğini yaptığı grup, İran eksenli hareket etmeye başladı.Pasdaranlar Hüseyin Müsavi komutasında, bir çok milis gücün ve İslamcı grubun katıldığı bir oluşum içine girdi.Bu ittifak,daha sonra adından çok söz ettirecek ve etkili bir siyasal ve askeri güç haline gelecek bir yapıya dönüştü.Bu yapı Hizbullah (Allahın Partisi) adını aldı.Hizbullah’ın ruhani önderliğini İran yanlısı Şeyh Muhammed Hüseyin Fadlallah yapıyordu.
Aynı dönem devlet başkanlığına Falanjistlerin askeri lideri Beşir Cemayel “seçildi”.Ne var ki Cemayel bir müddet sonra suikast sonucu öldürüldü.Yerine kardeşi atandı.
İsrail bu gelişmeye paralel olarak batı Beyrut’u ve Filistinli mülteci kapmalarını kuşattı.
Sabra-Şatila kamplarında İsrail’in koruması ve yönlendirmesiyle Falanjistler 1200 Filistinliyi katletti.
1983 Eylül ayında İsrail, Filistinli grupların Lübnan’da ki etkinliğini kırmasıyla ülkenin otoritesinde Falanjistlerin ağırlığı arttı. İsrail bir müddet sonra geri çekildi ve bölgede bir tampon alan oluşturarak sınır güvenliğini sağlamaya çalıştı.
Lübnan da BM onaylı çokuluslu kuvvetler görev yapmaya başladı.Kasım 1983 de ABD ve Fransız birlikleri karargahına bomba yüklü bir kamyonla yapılan intihar eylemi,ABD ve Fransa’nın Lübnan’dan çekilmesine yol açtı. Saldırıda 298 asker yaşamını yitirdi. Eylemi Hizbullah üstlendi.
Önce İsrail daha sonra ABD ve Fransız güçlerinin Lübnan’dan çekilmesi,Hizbullah’ın batı Beyrut’ta etkisinin arttırılmasına yol açtı.
Hizbullah, Lübnan’ın en önemli siyasi aktörlerinden biri haline geldi.Emel örgütünden kopan,İran yanlısı Hizbullah Lübnan da hızla güçlenen,kurduğu sosyal ağlarla ve hayırseverlik organizasyonlarıyla nüfuzunu arttıran bir yapı olarak dikkat çekti.
Hizbullah’ın 1983 yılında Atina-Roma seferini yapan TWA’ya ait uçağı kaçırması uluslararası kamuoyunda tanınmasını beraberinde getirdi.Hizbullah yaptığı intihar eylemleriyle adından söz ettirmeye başladı. Yine 1983 yılında ABD’nin batı Beyrut büyükelçiliğine karşı bir intihar saldırısı düzenledi,bu saldırıda 63 kişi yaşamını yitirdi. 24 Eylül 1984 de ABD büyükelçiliğine İslami Cihat örgütü tarafından yeniden bir saldırı düzenlendi. Saldırıda 8 kişi yaşamını yitirdi. Bu eylemler sansansyonel etki yarattı.
Şii halkı içinde Hizbullah giderek güç ve etkinlik kazandı.Lübnan’ın siyasal gündemini belirleyecek bir örgütlülüğe ulaştı.Hizbullah izlediği radikal politikalar ve eylemlerle İsrail’i sıkıştırdı, bazen de zor durumda bıraktı.Özellikle İsrail sınırları içinde gerçekleştirilen intihar eylemleri,İsrail de şok etkisi yarattı.
Hizbullah yaygın ve etkin örgütlenme ağıyla,kurduğu cemaat esaslı organizasyonlarla, hastane, yardımlaşma dernekleriyle, “hayırseverlik” ilişkileriyle Lübnan da bir paralel devlet gibi hareket etmeye başladı.
1984 başında,iç savaş yeni bir moment içine girdi.Aynı dönemde Lübnan ordusu fiilen dağıldı.Müslüman ve Dürzi güçler milis güçlerine dönüştü.
Suriye ve ittifaklarının basıncı altında hareket kabiliyetini yitiren Amin Cemayel hükümeti, Mayıs 1984 de 1983 Mayısında Lübnan devleti, İsrail ve ABD tarafından imzalanan antlaşmayı bozdu. Bunun sonucunda, Lübnan da bulunan ABD birliklerinin tümü Lübnan’ı terk etti.
Batı Beyrut, Şii ve durzi milislerin eline geçti Hizbullah etki gücünü arttırdı.
1985 yılının ilk aylarında güney Lübnan’dan İsrail’e yönelik saldırılar yoğunlaştı. FKÖ ve Hizbullah bu saldırıları koordine ediyordu İsrail saldırılara karşı çeşitli misillemeler gerçekleştirdi. Şii’lerin yaşadığı alanları şiddetli bir şekilde bombaladı.
1985 de ayrıca CIA’nın organizasyonuyla Lübnan gizli servisi Hizbullah ruhani lideri Fadlallah’a yönelik bombalı bir suikast gerçekleştirdi.Saldırıda 80 kişi yaşamını yitirdi, 200 kişi yaralandı.
1985 de iç savaş son derece kaotikleşti.
1985,bir çok güç ilişkisinin iç içe girdiği ve aynı cephe içinde yer alanların birbirleriyle çatıştığı,yoğun siyasal,etnik,dini,mezhebi polarizasyonların dışa vurduğu bir yıl oldu.
Filistinli gruplar arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.FKÖ ikiye bölündü. Arafat yanlıları ve karşıtları olarak biçimlenen bu bölünmede Filistin Ulusal Selamet Cephesi öne çıktı.
Bu bölünmenin hem Filistin halkı üzerinde, hem de Lübnan iç savaşının gelişim seyrinde son derece trajik sonuçları oldu.
Mayıs 1985 de Lübnan ordusundan arda kalan 6. tugayın desteğiyle,Emel örgütü Sabra, Şatila ve Bourj-El Barajneh mülteci kamplarına saldırdı. Emel örgütü FKÖ ‘yü Lübnan dan bütünüyle çıkarmayı hedefliyordu. Bir müddet sonra ateşkes imzalansa da Eylül ayında çatışmalar yeniden başladı. Emel örgütü kampları kuşatarak son derece ölümcül bir ambargo uygulamaya başladı.Kamplarda yaşayanların en temel ihtiyacı olan yiyecek ve ilaç gibi malzemeleri kamplara sokmadı.
1986 yılında Emel örgütü saldırılarını Lübnan’ın önemli siyasal güçlerinden biri olan Lübnan Komünist Partisi’ne yöneltti. Partinin yöneticilerinden bir kısmını kaçırarak, infaz etti. LKP benzer saldırılarla bloke edildi ve gücünü yitirmeye başladı.
Filistinli mülteci kamplarına yönelik ambargo tam bir soykırıma dönüştü. 1986 sonunda kamplar ölüm kampları haline geldi. Bir insanlık trajedisi yaşanmaya başladı. 1987’ nin Bourj-El Barajneh kampında yaşayanlar artık yiyecek kedi ve köpek gibi hayvanlar bulamadığından dolayı, insan eti yemeye başladılar. Filistinli militanların (Arafat Karşıtlarının) ambargoyu delme eylemleri, Emel örgütünün militanları öldürmesiyle sonuçlandı.Şubat 1987 de Emel örgütü ve İran büyükelçiliği arasında varılan bir anlaşma sonucunda ambargo kaldırıldı.
İç savaşın yıkıcılığını ve korkunç sonuçlarını ortaya koyan bu gelişmeler emperyalizmin, Arap gericiliğinin ve bölgesel güçlerin Lübnan da yarattığı katastrofu bütün çıplaklığıyla açığa çıkartıyordu.
1987 de başbakan Raşit Karami’nin suikast sonucu öldürülmesi Suriye’nin devreye girmesine yol açtı. Suriye Marunilerin Lübnan’ın siyasal yaşamın da etkisini azaltacak bir “reform” paketi sundu. Maruniler ve cumhurbaşkanı Amin Cemayel öneriyi reddetti. Lübnan da diğer siyasal güçler ve yapılar plana destek verdi.
LÜBNAN İÇSAVAŞININ SONUNA DOĞRU
1988 de Lübnan da siyasal kriz derinleşti.Amin Cemayel artan baskılar sonucu istifa etti. Amin Cemayel yapılacak genel seçimlere kadar general Michel Aoun’un başbakanlığa getirildiğini açıkladı.
Aoun, Suriye ye karşı “Bağımsızlık Savaşı” başlattığını açıkladı. Suriye karşıtı bir politika izleyen Aoun’u Irak yönetimi destekledi.
Suriye ise Selim El-Hoss’u yu başbakan olarak desteklediğini açıkladı ve öne çıkardı. Lübnan da siyasal tansiyon hızla yükseldi.
Lübnan da cumhurbaşkanının seçilmemesi, krizi yoğunlaştırdı.Lübnan da fiilen iki hükümet ortaya çıktı.
Müslümanların çoğunlukta olduğu Batı Beyrut’ta Selim El-Hoss, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Doğu Beyrut’ta Maruni lider, aynı zaman da ordu komutanı Michel Aoun hükümet etmeye başladı.
Bu ikili durum 1989 da yapılan konsensüs sonucu Hıristiyan kökenli Rene Moamad’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle sonlandı.
Moamad’ın kısa bir süre sonra suikast sonucu öldürülmesiyle, Lübnan da gerginlik yeniden arttı.
İç savaş kısmi ateşkes daha sonra şiddetlenen çatışmalarla gelgitli bir şekilde sürmeye devam etti.
Eylül 1989 da Suudi Arabistan’ın Taif kentinde, Lübnan Ulusal Meclisi toplandı.Ekim de bir anlaşmaya varıldı. Taif Planı adı verilen bu anlaşmaya göre ateşkes sağlandı ve ateşkes sürecinin denetlenmesi için bir komitenin kurulması kararlaştırıldı.Plan,ayrıca yeni bir anayasanın yapılması ve meclis birleşiminin yeniden düzenlenmesini içeriyordu. Bu düzenlemeye göre mecliste Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki var olan dengesizlik kaldırılacaktı.
Plan Suriye, ABD ve SSCB tarafından desteklendi. Suriye’nin Lübnan’dan askeri güçlerini çekmemesinden dolayı Maruni lider Aoun planı reddetti.
Körfez Savaşı Lübnan’daki iç savaşı etkileyen ve yeni bir aşamaya geçişini simgeleyen bir gelişme oldu.
Körfez Savaşı Ortadoğu dengelerini alt üst edici sonuçlar yarattı. Bu gelişmeler her düzeyde Lübnan da yansımalarını buldu.
Körfez Krizi, Irak’ın Ağustos 1990’da (ABD’nin toleransı, hatta örtük manipülasyonun sonucu) Kuveyt’i işgal etmesiyle başladı. Daha sonra, Körfez Savaşı diye de adlandırılan “Yeni Ortadoğu Düzeni”nin inşasına yönelik, ABD’nin emperyalist müdahalesine zeminler hazırladı.
Bu süreç Lübnan’daki iç savaşın sonunu işaretlemesi yanında, Ortadoğu’nun dengelerini ve güç ilişkilerini altüst etti.
1975-1990 arasında Lübnan’da yaşanan iç savaşta 130 bin kişi yaşamını yitirdi, 200 bin kişi yaralandı ya da sakat kaldı.
LÜBNAN SORUNUNDA YENİ AŞAMA
Lübnan’da uzun ve yıkıcı iç savaşın bitişi, Lübnan’ın yakın tarihindeki en önemli gelişmelerden biri oldu. Her ne kadar iç savaşın bitmiş olsa da, iç savaşa neden olan saikler bütün yakıcılığıyla ortada durmaktaydı.
Körfez Savaşı’nın açtığı Ortadoğu’daki yeni konjonktür, Lübnan’ın siyasal tarihinde yeni bir momente geçişi işaretledi.
Körfez Krizi’yle birlikte ABD’nin Irak karşıtı ittifakına Suriye de katıldı. Suriye’nin bu yaklaşımı karşısında ABD, Suriye’nin Lübnan’a ilişkin projelerine sessiz kaldı. Suriye Lübnan’da etkisini hızla hissetirdi. 1991 Mayıs ayında Suriye ve Lübnan hükümetleri arasında imzalanan anlaşmayla, Suriye’nin Lübnan’daki askeri ve siyasal gücü onaylandı.
Körfez Savaşı’nda Arafat ve FKÖ’nün Saddam’ı desteklemesi, Güney Lübnan’da Suriye’nin FKÖ’ye yönelik askeri operasyonlar yapmasına yol açtı. Askeri operasyonlar sonucu FKÖ’nün Güney Lübnan’daki etkisi kırıldı.
1990’lı yıllar, Lübnan’da siyasal stabilizasyonun yaratılması yönünde adımların atıldığı bir dönem oldu. Lübnan, göreceli bir stabilizasyon sürecine girdi. Kendini en net parlamento seçimlerinde gösteren yeni siyasal süreçte, özellikle Hizbullah son derece önemli bir siyasal aktör olarak öne çıktı. FKÖ ve Filistinli direniş güçlerinin Lübnan’ın siyasal yaşamında etkileri oldukça azaldı. Hizbullah, yeni dönemde adından çok daha fazla söz ettirmeye başladı.
HİZBULLAH, LÜBNAN’IN EN ÖNEMLİ SİYASAL GÜCÜ
1990’lı yıllarda Hizbullah’ın örgütsel gücü yeni bir boyut kazandı.
1992’de Hizbullah’ın kurucularından ve ilk liderlerinden Abbas Musavi İsrail helikopterlerinden atılan bir roket sonucu öldürüldü. Yerine Seyyid Hasan Nasrallah getirildi. Nasrallah, Hizbullah’ın genel sekreteri oldu.
Hizbullah’ın çok yönlü ve boyutlu faaliyetleri ve İsrail’e karşı yürüttüğü radikal ve kararlı mücadele, Lübnan halkının Hizbullah’a desteğini artırdı. Hizbullah, Lübnan’da nüfuzunu hızla yaymaya başladı. Bu süreçte İsrail, Hizbullah odaklı operasyonlarına ağırlık verdi. 1993-1996 yılları arasında Lübnan’a karşı geniş ve şiddetli operasyonlar düzenledi. Hizbullah İsrail saldırılarına karşı güçlü bir direniş ekseni yarattı.
1992 yılında en çarpıcı gelişmelerden biri genel seçimlerin yapılması oldu. Seçimler, son olarak 1970 yılında gerçekleşmişti. Parlamento seçimleri Lübnan’ın siyasal stabilizasyonu yönünde önemli bir adım oldu.
Hizbullah seçimlere bir dizi iç tartışmadan sonra katıldı. Hizbullah üyesi 12 milletvekili parlamentoya seçildi. Bu gelişme Nasrallah’ın ve Hizbullah’ın Lübnan’ın en önemli siyasal aktörü ve gücü olduğunu dünya kamuoyuna gösterdi.
Hizbullah 1996 ve 2000 yılında yapılan parlamento seçimlerine de katıldı. 1996’da 9 milletvekili, 2000 yılında 12 milletvekilini parlamentoya yolladı.
Hizbullah 1992’de kurulan Refik Hariri hükümetinde ve daha sonra Selim El Hos ve ikinci Refik Hariri hükümetlerinde tercihli olarak yer almadı.
2005 seçimlerine katılan Hizbullah 7 milletvekilini parlamentoya soktu. Seçim sonrası Fuat Sinyora hükümetinde ilk defa yer aldı. Hizbullah hükümette iki bakanlık elde etti.
Mayıs 2000’de Hizbullah’ın direnişi karşısında İsrail, Birleşmiş Milletler (BM) kararı uyarınca 18 yıldan beri işgal ettiği Güney Lübnan’dan çekildi. Bu arada FKÖ lideri Arafat’ın ABD ve İsrail’le yaptığı görüşmeler bir sonuç doğurmamıştı.
İsrail’in Hizbullah’tan hiçbir konuda taviz almadan Güney Lübnan’dan çekilmesi son derece önemli bir başarı olarak değerlendirildi. Çünkü İsrail kurulduğundan beri işgal ettiği topraklardan, şartsız ve koşulsuz çekilmemişti.
Hizbullah’ın imajını yükselten bu gelişme, Nasrallah’ın Arap halkları içinde ününü ve prestijini artırdı. Aynı yıl Dürzi lider Velid Canbolat, Suriye askeri birliklerinin Lübnan’dan çekilmesi gerektiğini açıkladı.
Haziran 2001 yılında Suriye birlikleri Beyrut’tan çekildi. Askeri birlikler Güney Lübnan’da konuşlandı. Bu kısmi bir geri çekilme hareketiydi.
Ekim 2004’te başbakan Refik Hariri, Suriye’nin baskılarından dolayı başbakanlıktan istifa ettiğini açıkladı. Hariri, Şubat 2005’te konvoyuna düzenlenen saldırı sonucu öldürüldü.
Hariri’nin öldürülmesi, Lübnan’da siyasal tansiyonu hızla yükseltti. Saldırıdan Suriye sorumlu tutuldu. Hariri suikastı, Lübnan’da iç dengelerin yeniden biçimlenişine yol açtı. İç dengeleri etkileyen tüm güçler; ABD, İsrail, Suriye ve İran devredeydi. Özellikle Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması yönünde baskılar arttı. Bu konjonktürde “renkli devrimlerin” bir başka pratiği Lübnan’da hayata geçirilmeye çalışıldı. Hariri’nin öldürülmesi karşısında binlerce kişi üzerinde sedir ağacı simgesi olan Lübnan bayraklarıyla Beyrut’un en önemli meydanında toplanmaya başladı. “Sedir devrimi” adı verilen bu gösteriler sonucu hükümet istifa etti.
Bu gösteri dalgasından sonra Mart 2005’te Suriye devlet başkanı Beşir Esad, iki aşamalı bir planla Lübnan’dan tamamen çekileceğini açıkladı.
Nisan 2005’te Lübnan’dan Suriye birlikleri çekilmeye başladı. Çekilme ay sonuna kadar sürdü. Böylece Suriye’nin yaklaşık 30 yılı bulan askeri işgali son buldu. Suriye Lübnan’da her şeye karşın siyasal, diplomatik, istihbarati varlığını ve nüfuz alanlarını korumaya çalıştı. Bugüne kadar da bir düzeyde Lübnan’ın siyasal sürecinde ağırlığını korumayı başardı.
2006 HİZBULLAH-İSRAİL SAVAŞI: SİYONİZMİN ALDIĞI AĞIR DARBE
2006 yılında gerçekleşen İsrail saldırısı ve Lübnan işgali, işgalin püskürtülmesi ve Hizbullah’ın şehir gerillasının yeni yöntemleriyle direnişi Ortadoğu tarihinde önemli bir eşik oldu.
İsrail sömürgeci siyonist politikaları ilk defa bu boyutta boşa çıkarıldı. Ya da bir örgüt tarafından İsrail Lübnan’dan sökülüp, atıldı. 2006 Lübnan Savaşı, İsrail’in yenilmezlik imajını yok etti. Arap ve Ortadoğu halklarına muazzam bir güç ve özgüven verdi. Hizbullah’ın direnişi, İsrail’e karşı direniş tarihinde önemli bir momenti işaretledi.
2006’daki gelişmeler, Filistin-Gazze’de Hamas hükümetinin güvenlik şefi olarak atadığı Cemal Ebu Samhadana’nın Haziran başında öldürülmesiyle başladı. Beyt Lahiya köyünün plajının bombalanması sonucu, Samhadana’yla birlikte ikisi çocuk, on kişi öldürüldü.
Bu saldırı üzerine Haziran sonuna doğru bir grup Filistinli savaşçı, Filistin’i çeviren Utanç Duvarı adı verilen beton blokların altından tünel kazarak, İsrail tarafına geçti. İsrail kontrol noktasını basan savaşçılar iki İsrail askerini öldürdü. Gilat Şalit isimli bir onbaşıyı da rehin aldı ve geri çekildi.
Eylemi, Filistin Halk Direniş Komiteleri üstlendi. Komite, rehin alınan İsrail askeri karşılığında, İsrail hapishanelerinde tutulan kadın ve çocuk tutsakların serbest bırakılmasını şart koştu. İsrail’in tehditleri üzerine Halk Direniş Komiteleri bu sefer Batı Şeria’da Yahudi bir yerleşimciyi rehin aldı.
İsrail Gazze’ye yönelik operasyona başladı. Altyapı tesislerini, bakanlıkları, Hamas ve El Fetih binalarını bombaladı. Gazze’ye giren İsrail ordusu 9 Bakan, 60 Filistinli milletvekilini rehin aldı. Filistin devlet başkanı BM’yi göreve çağırdı ama bir sonuç alınamadı.
Temmuz ayında verilen sürenin dolması üzerine, İsrailli askeri kaçıran Halk Direniş Komiteleri bütün görüşme yollarını kapattığını açıkladı. Ayrıca rehin tutulan askerin durumu hakkında hiçbir bilgi verilmeyeceğini bildirdi.
Bu gelişmeler üzerine Hizbullah, 12 Temmuz 2006 tarihinde iki İsrail askerini kaçırdı. Nasrallah, kaçırma eylemiyle mahkum değişimini hedeflediklerini açıkladı.
Kaçırma eylemi, Filistin mülteci kamplarında ve Şiiler arasında büyük coşkuyla karşılandı.
Hizbullah eylemi Filistinli’lere destek amacıyla gerçekleştirdiğini açıkladı. Hamas’ın Lübnan sözcüsü eylemin Hamas’ın imajını yükselttiğini söyledi. İsrail, Lübnan’a saldırı kararı aldı.
2000 yılında Hizbullah’ın direnişi karşısında Lübnan’dan çekilen İsrail, bu eylemi bir nevi “itibarını” yeniden kazanma olarak değerlendirip, Lübnan’a saldırmak için zemin gördü.
Lübnan ve Hizbullah’a saldırı bir başka boyutuyla bölgedeki güç dengelerine yönelik bir hamleydi. Yani aynı zamanda İran ve Suriye’ye yönelik bir mesaj ve gözdağı içeriği taşıyordu.
İsrail karadan, denizden ve havadan Lübnan’ı kuşattı ve abluka altına aldı. Hava saldırılarına başladı. Saldırılar giderek yoğunlaştı. Hatta 1982 yılından sonraki en büyük askeri saldırıya dönüştü.
Hizbullah, İsrail’e 100’den fazla Katyuşa roketi fırlattı. Bu saldırılar sonucu 132 İsrail vatandaşı hayatını kaybetti.
Hizbullah İsrail savaş gemisi batırdığını açıkladı. Saldırının 12. günü Suriye hükümeti İsrail’i uyardı. İsrail kara birliklerinin Lübnan’ı işgal ederek, Suriye sınırına ulaşması halinde savaşa gireceklerini bildirdi. İsrail savaş uçakları ve savaş gemileri deniz ve hava ablukasını yoğunlaştırdı. Nasrallah İsrail’e meydan okudu. 29 Temmuz’da Hizbullah Lübnan’ın sınır kasabası Bint Jbeil’de bir hafta süren kara savaşında İsrail ordusuna ağır kayıplar verdirdi.
İsrail Kana kasabasını sistematik olarak bombaladı. Kana katliamında 37’si çocuk, 55 kişi hayatını kaybetti. Bu olay ikinci Kana katliamı olarak anıldı.
Hizbullah direnişini sürdürdü. Çeşitli saldırılarda 30 İsrail askerini öldürdüğünü açıkladı. İsrail’e düşen füze sayısı 4000’e ulaştı.
İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı uyarınca 14 Ağustos 2006’da saldırılarını durduracağını açıkladı. Ama saldırılar devam etti. İsrail 30 Eylül akşamı saldırılarına son verdi.
İsrail 2006 Lübnan Savaşı’nda 1 milyona yakın misket bombası kullandı. Lübnan’ın altyapısının %40’ını tahrip etti. 1 milyon insanın evi oturulamaz hale geldi. Bütün bunların yanısıra Lübnan’ın iç dengeleri altüst oldu.
Savaşta Hizbullah son derece zengin direniş biçimleri sergiledi. Hizbullah hızlı mobilizasyon ve gizlenmeye dayanan, vur-kaç taktikleri uygulayan, yoğun bombardıman saldırılarına karşı yeraltı sığınaklarıyla uzun soluklu direniş sergiledi. Modern kent savaşı taktikleriyle İsrail’i bloke etti ve etkisizleştirdi. Önemli zaiyatlar verdirdi. Hizbullah 2006 sonrasında gücünü İsrail’e kabul ettirdi ve uluslararası imajını yükseltti. Hizbullah, Lübnan’ın en önemli gücü ve siyasal aktörü haline geldi.
Savaşın sona ermesinden 2 ay sonra Pierre Cemayel suikast sonucu öldürüldü. Camayel Maruniydi ve Ketaib Partisi’nin lideriydi. Suriye karşıtlığıyla da dikkat çekiyordu.
Pierre Cemayel’in öldürülmesinden Suriye sorumlu tutuldu. Lübnan hızla yeni bir kutuplaşmanın içine girdi. Ülkede gerilim arttı.
Hizbullah ve Emel örgütünden 5 bakanın istifası gündeme geldi. Fuat Sinyora hükümetini azınlığa düşürmeyi hedefleyen bu hamle, hükümetin ısrarla faaliyetlerini sürdürmesini engelleyemedi.
Hizbullah bu sefer kitlesel ve yaygın protesto gösterilerine başladı. Yeni bir hükümetin kuruluncaya kadar Hizbullah ve muhalefet gösterileri sürdürme kararı aldı. Lübnan’da destabilizasyon süreci derinleşti. Yeni Ortadoğu düzeninin laboratuvarı olma yönünde ABD, AB ve İsrail’in müdahaleleri arttı. Özellikle Suriye’yi sıkıştıran, etkisizleştiren gelişmeler yaşandı. Bu hamleleri Hizbullah’ı bloke etme adımları izledi. Lübnan’da siyasal tansiyon hızla yükseldi.
LÜBNAN’DA SİYASAL YAPININ REORGANİZASYONU
Haziran 2009’da genel seçimlere gidildi. Seçimlerde iki ana blok oluştu. Bloklar Lübnan’daki siyasal polarizasyonun göstergesi oldu.
14 Mart İttifakı altında oluşan blok; ABD, AB ve İsrail destekli bir organizasyondu. 8 Mart İttifakı ise Hizbullah’ın etki alanındaki bir yapıydı.
Seçimleri 14 Mart İttifakı (daha az oy almasına rağmen) kazandı. İttifakın liderliğini küresel finans kapitalle ilişkileri iyi olan Hariri ailesinden, Saad Hariri yapıyordu. Babasının öldürülmesinden sonra aktif politikaya atılan Saad Hariri’ye hükümet kurma görevi verildi. 128 kişilik parlamentoda, 14 Mart İttifakı 71 milletvekili, 8 Mart İttifakı 57 milletvekili çıkardı. Hariri ancak 5 ay sonra hükümet kurabildi. Oluşturulan Ulusal Birlik hükümetinde 8 Mart İttifakı 10, 14 Mart İttifakı 15 bakanlık elde etti. 5 bakan da cumhurbaşkanı tarafından atandı.
Lübnan İran’a ve Suriye’ye yönelik operasyonların ilk deney alanına dönüştü. ABD özellikle Hariri suikastı üzerinden Suriye’ye ve Hizbullah’a yönelik baskılarını artırdı. Ülkede siyasal iklim sürekli gergin tutuldu.
Ulusal Birlik Hükümeti daha ikinci yılı dolmadan sorunlar yaşamaya başladı. ABD Suriye ve Hizbullah’a yönelik emperyal politikalarını bu süreçte derinleştirdi. 14 Mart İttifakı, Lübnan’da bu politikaların sözcüsü gibi hareket etti. Özellikle Hizbullah’ın uluslararası izolasyonu yönünde taktikler gündeme getirildi. “Yeni Ortadoğu Düzeninin” ilk adımları yine Lübnan’da atılmaya başlandı.
Hariri suikatı Lübnan’ın “yeni” siyasal inşasında önemli bir argümantasyon ve bir olgu olarak sürekli sıcak tutuldu. Bu yönde ciddi manipülasyonlar yapıldı.
2011 yılı başında Hariri suikastının müsebbibi olarak Hizbullah’ın gösterilmesi, hükümet içindeki 8 Mart İttifakı’ndan 10 bakanın istifasına yol açtı.
Böylece Saad Hariri hükümeti, çoğunluğunu yitirerek, Şubat 2011’de düştü.
14 Mart İttifakı, Necip Mikati’nin liderliğinde kurulmaya çalışılan yeni hükümeti engelleye çalıştı. Bir müddet sonra Necip Mikati hükümeti kuruldu.
Suriye’nin emperyalist abluka altına alınması, önce Libya benzeri bir operasyonun gündemde tutulması, ardından T.C.’nin aktif taşeronluğuyla “vekalet savaşının” yürütülmesi özellikle Lübnan’da siyasal dengeleri altüst etti.
Esad rejimine yönelik emperyal hamlelerin benzeri, Lübnan’da Hizbullah’ın siyasal yaşamdan çıkarılması ve örgütsel varlığının dağıtılması yönünde biçimlendi. İran’ın Doğu Akdeniz’e açılan kapısı olan Suriye’ye ve Lübnan’da Hizbullah’a yönelik emperyalist operasyonlar Ortadoğu’yu hızla kaotik bir sürecin içine soktu.
İKİ KAOS ODAĞI: LÜBNAN VE SURİYE
Lübnan kaos odaklarından biri olarak öne çıkıyor. Suriye’de yürütülen “vekalet savaşının” bir benzeri Lübnan’da hayata geçiriliyor. Lübnan aynı zamanda Selefi para-militer grupların, Suriye’ye yönelik operasyon merkezlerinden biri olmaya başladı.
Saad Hariri, ABD’nin Doğu Akdeniz’e yönelik projelerine bütünüyle angaje olmuş durumda. Müslüman Kardeşler ve Selefi gruplarla ortak hareket ediyor. Bu gruplara finans, lojistik ve silah desteğinde bulunuyor. Selefi para-militer güçler sokağı kontrol etmeye çalışırken, Saad Hariri liderliğindeki Gelecek Hareketi siyasi bir odak haline geliyor. Para-militer gruplar muhalefetin sokaktaki etkisini güçlendiriyor.
2012 yılında Hizbullah ve Emel örgütünün etkisizleştirilmesi yönünde bir dizi operasyon gerçekleştirildi. Hizbullah’a karşı Sünni grupların güçlendirilmesi yönünde adımlar atıldı. Bu adımlar Ortadoğu’da İran eksenine ya da Şii eksenine karşı , Sünni eksenini yaratma girişimlerinin bir parçası oldu.
2012 yılı Mayıs ayında Esad karşıtı olarak tanınan Şeyh Ahmed Abdülvahit’in Lübnan’ın kuzeyinde öldürülmesi mezhepsel gerilimi tetikledi.
Selefi gruplar düzenli birlikler oluşturmaya başladı. Silahlı Selefi gruplar Arap Alevilerin yaşadığı yerlere ve Baas’çı Arap örgütlerinin aktivistlerine saldırdı. Çatışmalarda 10’a yakın kişi yaşamını yitirdi.
Saad Hariri, Müslüman Kardeşler’in Lübnan kolu olan El Cemaa El İslamiye’yle Katar ve Suudi Arabistan vasıtasıyla işbirliği anlaşması imzaladı. Öte yandan Saad Hariri ve oluşturulan Sünni ittifak Hizbullah ve Emel örgütünün desteklediği Necip Mikati hükümetini saf dışı bırakmayı hedefliyor. Bununla birlikte Hizbullah, Sünni gruplar ve Suriyeli “muhalifler” aracılığıyla bloke edilmeye ve etkisizleştirilmeye çalışılıyor.
Bu operasyonlar Doğu Akdeniz’in yeniden dizaynını içeriyor. Ve İran’ın bölgede tam bir izolasyonu hedefleniyor. İzolasyon süreci, İran’a müdahale süreci olarak da değerlendirilebilir. Bu açıdan özellikle Kuzey Lübnan’ın denetimsiz bir bölge haline getirilmesi ve İslamcı para-militer güçlerin karargahına dönüştürülmesi önem taşıyor.
Lübnan’da Hizbullah’ın siyasal etkisinin kırılması ve örgütsel gücünün parçalanması İran savaşının önünü açan bir gelişme olacaktır. Bu yönde Lübnan hızla etnik, mezhebi bir polarizasyon içine sürükleniyor. Lübnan iç savaş süreci içine giriyor.
ORTADOĞU BALKANLAŞIYOR:
ORTADOĞU’DA MİKRO VE KANTON DEVLETLER
Lübnan ve Suriye’deki gelişmeler Balkanlaştırma taktikleridir ve Ortadoğu’nun Balkanlaştırma sürecinin parçasıdır.
Bugün Filistin ve Irak fiilen mikro devletlere bölünmüş durumdadır.
Irak’ın ABD tarafından işgali ve izlenen emperyal politikalar sonucu, Irak fiilen üçe bölündü. Irak’ın kuzeyinde Kürt Federe Devleti, orta kuşağında Sünni eksenli mikro devletleşme, güneyinde ise Şii eksenli bir başka mikro devletleşme süreci yaşanıyor.
Benzer bir gelişme FKÖ-Hamas kutuplaşmasıyla Filistin’de yaşandı. El Fetih kontrolündeki Batı Şeria, Hamas’ın kontrolündeki Gazze fiilen mikro devlet işlevi görüyor.
Halkların etnik, dini, mezhebi polarizasyonuna dayanan Balkanlaştırma politikaları bir emperyal konsept olarak hayata geçirildi. Bu pratik halkların iradesini kıran, birleşik savaş yeteneğini parçalayan, halkları köleleştiren ve ruhunu kadavralaştıran sonuçlar yarattı.
Kapitalist krizin yıkıcı etkileri, kriz ve savaş diyalektiği Ortadoğu’da sürekli bir savaş halinin önünü açmaktadır. Bir emperyalist savaş niteliğindeki bu gelişmeler, Ortadoğu’nun küresel finans kapitalin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanmasını içeriyor.
Özellikle olası İran savaşı bir yanıyla bölgesel savaş mahiyeti taşıyor, diğer yanıyla bir Balkanlaştırma stratejisinin yansıması olarak hayata geçiriliyor. İran savaşı kapitalist krizin bir tezahürü olan “düzeltici savaşın” aktüelleşmiş biçimidir.
Bugün açısından İran’ın ön cephesinde, yani Suriye’de bir iç savaş şeklinde biçim alan süreç Ortadoğu’yu Balkanlaştırma adımlarından biri olarak tanımlanabilir. Suriye’deki “vekalet savaşı”, Irak ve Filistin’deki kantonlaşma ve mikro devletleşme adımlarının devamı olarak görülebilir.
İsrail’in Hamas’a yönelik son askeri operasyonu bu eksende bir gelişmedir. Operasyon sadece Hamas’ı hizaya sokma değil, Suriye ve Lübnan’ı kapsayan bir dizaynın ön adımlarıdır.
Zaten Hamas, son süreçte Doğu Akdeniz’e yönelik emperyal projeye hızla angaje oldu. Mısır’da gerçekleştirilen Müslüman Kardeşler’in aktif rol oynadığı emperyalist restorasyonun benzer bir adımı, Mısır devlet başkanı Mursi’nin kontrolünde Hamas aracılığıyla Filistin’de realize edildi. İsrail böylece Filistin “sorununu” Filistin içindeki bir aktörü devreye sokarak, siyonist politikalara uygun bir biçimde “çözme” şansı buldu. Ayrıca El Fetih’in ABD angajmanı ve İsrail’le uyumlu politikaları Filistin’in mikro devletlere bölünmesini kolaylaştırıyor.
Benzer sürecin Doğu Akdeniz’de, başta Suriye, Lübnan ve Ürdün gibi ülkelerde yaşanması yüksek bir olasılıktır. Ürdün, Filistin “sorununun” yeni biçim alışında önemli rol oynayacak bir ülkedir. Bugün Filistin için tasarlanan mikro devletin Ürdün’le bütünleşmesi tartışılıyor. Suriye’de yürütülen “vekalet savaşı”, Suriye’nin yıkıcı bir iç savaşla hızla parçalanmasını ve polarizasyonunu hedefliyor.
Aslında bölgenin Balkanlaştırılması ve mikro devletlere bölünerek parçalanması stratejisi ABD emperyalizminin geçmişten beri Ortadoğu politikalarının ana eksenini oluşturdu. İsrail bu stratejinin mızrak ucu gibi hareket etti. Başlıbaşına İsrail devletinin kurulması ve izlenen siyonist politikalar bu stratejiye uygun gelişti. İsrail devletinin ekspansiyonist politikaları, Filistinli’lerin “vatansızlaştırılması”, bir sürgün halka dönüştürülmesi şeklinde biçimlendi. İsrail Ortadoğu’da emperyalizmin vurucu gücü olarak konumlandı. Ortadoğu’nun kalbine sokulmuş bu hançer halklar için ölüm, yıkım, açlık, sefalet ve sürgün anlamına geldi. Yakın tarih Ortadoğu’nun gerici ve faşist güçleriyle İsrail’in koordineli ve bir karşı devrim merkezi gibi çalıştığını ortaya koydu. Ortadoğu’nun NATO’su olarak inşa edilen Bağdat Paktı bu adımlardan biriydi. Bugün Ortadoğu’da benzer adımlar atılıyor. Karşı devrimin sürekliliğini hedefleyen gelişmeler yaşanıyor.
“ORTADOĞU DEVRİMCİ ÇEMBERİ”
Bugün Washington ve Brüksel’in kontrolünde Kahire, Tel Aviv, Riyat, Doha, Abu Dhabi ve Ankara, aralarındaki birçok çelişkiye rağmen, fiili bir paktlaşmaya gidiyor. Libya’daki emperyalist müdahale bunun adımlarından biri oldu. Suriye’deki “vekalet savaşı” Libya sürecinin Doğu Akdeniz’e taşınması anlamına geliyor. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler’in ve Selefilerin aktif rolüyle biçimlenen, siyonist politikalarla derinleştirilen, neo-Osmanlıcılık gibi güç yansıtmayla kendini dışa vuran bu süreç Ortadoğu’nun küresel finans kapitalin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanmasını içeriyor.
Bunun diğer anlamı şiddetli etnik, dini, mezhebi polarizasyondur. Polarizasyon sürekli savaş hali ve bölgenin bütününde kendini hissettiren bir iç savaş stratejisine hizmet edecektir (6). Özellikle Sünni ve Şii ekseni diye tanımlanan gelişmeler ve operasyonlar bu sürecin bir parçasıdır.
Arap gericiliği (Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri) ve Müslüman Kardeşler iktidarları (Fas, Tunus, Mısır) ve T.C.’nin dahil olduğu siyasal İslam bu sürecin temel aktörleridir. Emperyalist restorasyon bu güçler ve siyonizmin aktif desteğiyle realize ediliyor. Emperyalist restorasyon özünde bir karşı devrimdir. Halklar için bunun anlamı ölüm, yıkım ve katastroftur.
Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, Ortadoğu, Doğu Akdeniz bu anaforun içindedir.
Bu sistematik karşı devrimci süreç, Ortadoğu halklarının birleşik devrimci mücadelesiyle ancak aşılabilir. 1970’li yılların “Ortadoğu devrimci çemberi”, “Önasya devrimi” gibi argümanlarını yeniden tartışmalı ve yeniden güncelleştirmeliyiz. “Ortadoğu Devrimci Çemberi” (7) Hüseyin Cevahir’in, “Önasya devrimi” ise Yılmaz Güney’in argümantasyonlarıdır. Kapitalist krizin yarattığı şiddetli sınıfsal antagonizma Mısır ve Tunus’ta Arap halklarının ayağa kalkışına ve isyanına yol açtı. Aşağıdan devrimin ruhu Arap coğrafyasının bütününü sardı. Devrimci süreç bugün salınımlı bir şekilde sürüyor. Bunun yanında Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasında Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ulaştığı moment “Ortadoğu devrimci çemberi”ni sahici bir olanağa dönüştürecek potansiyelleri içinde taşıyor. Anadolu’da devrimci bir işçi hareketinin yaratılması ve bu gücün “devrimci çemberin” parçasına dönüşmesi Ortadoğu’da başka bir tarihin yazılmasına yol açacaktır. Kapitalizmin yapısal krizinin yarattığı yüksek konjonktür ve küresel düzeyde şiddetlenen sınıfsal antagonizma bu imkanları halkların önüne sunuyor.
VOLKAN YARAŞIR
Dipnotlar:
(1) Maruniler milliyet olarak Arap olmamalarına karşın Arapça konuşan, Lübnan’daki Katolik Hristiyanlardır. Maruniler, Lübnan’daki hristiyanların en büyük topluluğudur. Falanjist Parti ve Ulusal Liberal Parti’nin içinde örgütlüdürler. Bu iki parti de faşist ve militarist bir karaktere sahiptir. Maruniler, Lübnan ekonomisinde belirli bir güce sahiptirler. Tarihsel olarak Lübnan’ın siyasal yaşamında önemli rol alan Maruniler, imtiyazlı konumlarını korumaya çalıştılar. Maruni topluluğu kendi içinde son derece keskin, sınıfsal ayrım yaşamaktadır. Ayrıca kilise ciddi bir ekonomik güce sahiptir.
(2) ABD’nin emperyal konseptlerini hakkında daha geniş bilgi için bakınız; Volkan Yaraşır, 11 Eylül-Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz, Gendaş Yay., 2001.
(3) Dürziler 11. yüzyılda Şiilik mezhebinin İsmailiye kolundan ortaya çıkmış, tek tanrılı bir inanç sistemidir. Dürziler Suriye, Lübnan, İsrail ve Ürdün’de yaşamaktadırlar. Dürziler kendilerini Müslüman olarak tanımlarlar. Hatta inançlarını en doğru inanç olarak görürler.
(4) Filistin sorununun FKÖ’nün uzlaşmacı ve siyasal eksene ağırlık veren yaklaşımına karşı, Filistinli gerilla örgütleri “Red Cephesi” oluşturdu. Red Cephesi, FKÖ’yü teslimiyetçilikle suçladı. Red Cephesi George Habaş liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ağırlığında biçimlendi. Diğer bazı Filistinli örgütlerde cephede yer aldı. George Habaş, Red Cephesi’nin de liderliğini yapıyordu. Cephe Irak Baas, ve Libya Kaddafi rejimi tarafından desteklendi.
(5) Emel Hareketi Temmuz 1975’te Musa Sadr tarafından kuruldu. Musa Sadr’ın “kaybolmasından” sonra, hareketin liderliğini Nebih Berri yaptı.
(6) Bölgenin mikro devletlere bölünmesi ve kantonlaştırması stratejik olarak 1982’de Lübnan’ın işgaliyle, İsrail tarafından hayata geçirilmeye çalışıldı.
ABD’in Ortadoğu’da kalıcı bir hegemonya oluşturmasına dayalı bu emperyalist strateji İsrail’in agresyon politikalarıyla realize adilmek istendi.
Uzun vadede Arap devletlerinin cemaat, etnik ve mezhebi temelli parçalanması ve mikro devletlere dönüştürülmesi İsrail’in stratejik yönelimi oldu. İsrail ilhak ve işgal politikalarını bu yönde belirledi. Ortadoğu’nun Balkanlaştırılmasını içeren emperyalist strateji 1980’lerin başlarından itibaren gündemde tutuldu. Think Tank kuruluşları bu yönde birçok senaryo üretti.
Strateji Irak’ın üç ayrı devlete bölünmesini içeriyor. Bugün Irak’ın objektif durumu, stratejinin Irak’ta realize edildiğini ortaya koyuyor. Strateji ayrıca Suriye’de Dürzi, Sünni ve Nusayri olmak üzere üç mikro devletin kurulmasını hedefliyor. Bugün Suriye’de yürütülen iç savaş politikalarının bu yönelime dayandığını düşünmek yanlış bir değerlendirme olmaz. Emperyalist güçlerin koordine ettiği, T.C.’nin ve diğer bölgesel güçlerin aktif olarak iştirak ettiği uluslararası toplantılarda Suriye’nin üçe bölünmesi üzerine tartışmaların yapılması şaşırtıcı değildir.
Aynı şekilde Lübnan’ın 4 ya da 5 mikro devlet haline getirilmesi stratejinin bir diğer parçasıdır. Bugün hızla Lübnan’ın bir iç sava süreci içine girmesi, ülkede yaşanan politik polarizasyonun ileride fiilen mikro devletlerin önünü açması muhtemeldir.
Ürdün’ün Bedevi ve Filistin devletleri olarak ikiye ayrılması planın dahilinde bir durumdur. Bugün Filistin “sorununun” bu yönde “çözülme” girişimi stratejinin aktüel bir yansımasıdır. İsrail bir yandan bu planla Batı Şeria’yı ilhak etmeyi hedefliyor, öte yandan Filistin sorunundan fiilen kurtulmayı, işgal ve ilhak politikalarını meşrulaştırmayı amaçlıyor.
Ortadoğu’nun Balkanlaştırılma stratejisi bir boyutuyla hayata geçiriliyor. Lübnan bu stratejinin odak coğrafyası olarak öne çıkıyor. Lübnan’ın cemaat ve mezhep temelli mikro devletlere bölünmesi İsrail’in güvenlik stratejisine uygundur. Dini ve mezhepsel bölünmeyle parçalanmış Lübnan, İsrail’in kuzey sınırının güvenliği açısından elzem bir durum oluşturacaktır. Kısaca Ortadoğu’nun şiddetli etnik, dini, mezhebi polarizasyona tabi tutularak, mikro ve kanton devletlere ayrılması emperyalist tahakkümün içselleştirilmesi ve sürekliliği demektir. Ortadoğu’nun Balkanlaştırılma stratejisi bölgenin sürekli savaş haline sokulması anlamına geliyor. Bu aynı zamanda her coğrafyanın bir iç savaş coğrafyasına dönüşmesidir. Her mikro ve kanton devlet birbirinin kronik düşmanı ve hasmı olacaktır. Bu da emperyalizmin makro tahakkümünün önünü açtığı gibi, emperyalist ve siyonist politikalara meşruluk sağlayacaktır. Bu süreç aynı zamanda halkların bibirinin celladına dönüşme sürecidir.
(7) Bu tanımlama Ortadoğu devrimi perspektifini açıklayan bir kavram olarak 1970’li yıllarda THKP-C kökenli bir hareket tarafından kullanıldı.
KAYNAKLAR:
Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi; İletişim Yay.,2001.
Cengiz Çandar, Ortadoğu Çıkmazı; Seçkin Yay.,1994.
Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994; İmge Yay.,1999.
Edward Said, Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu; Aram Yay.,2002.
Mehmet Emin Bozaslan, Savaşan Lübnan; Üçüncü Dünya Yay., 1976
Volkan Yaraşır, 11 Eylül – Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz; Gendaş Yay., 2001