Home , Haberler , İbrahim Kaypakkaya sanık sandalyesinde! 2 Ekim’de İzmir Adliyesine…

İbrahim Kaypakkaya sanık sandalyesinde! 2 Ekim’de İzmir Adliyesine…

kaypakkaya_yuruyus_7İZMİR | 28 – 09 – 2013 | 68 devrimci hareketinin liderleri her ne kadar idam sehpalarından geçmiş, işkencelere uğramış, yargısız infazların kurbanı olmuşlarsa da bugün toplumun geniş kesimlerinin yüreklerinde bir onur abidesi olarak yerlerini almışlardır. Öyle ki, haklarında nice şarkılar bestelenmiş, ağıtlar yakılmış, şiirler, öyküler, romanlar yazılmış, filmler ve diziler çekilmiştir… Elbette onlara karşı idam sehpalarını, işkence tezgâhlarını, infaz pusularını kuran muktedirler bu sahiplenişe sessiz kalmamış kimi zaman kolluğu ve yargısı ile kimi zaman medyası, kalemşörleri, sansürü ile devrimci önderlerin halk içinde kazandığı meşruiyeti kırmaya çalışmışladır.

Özellikle Deniz Gezmiş şahsında daha görünür bir şekilde kendisini hissettiren bu sahiplenişin, başta İbrahim Kaypakkaya ve Mahir Çayan olmak üzere hareketin diğer önderleri nazarında da aynı şekilde tezahür etmesine yönelik devlet refleksi bu defa kendisini 2 Ekim’de İzmir’de görülecek DHF (Demokratik Haklar Federasyonu) davasında İbrahim Kaypakkaya’yı sanık sandalyesine oturtarak göstermiştir.

Peki, nasıl oluyor da Kaypakkaya sanık sandalyesine oturtuluyor? Bu dava ne davası ve kim, neden yargılanıyor?

Bundan yaklaşık 1 yıl önce Kasım ayında, İzmir’de, tüm yasal prosedürleri yerine getirerek çalışma yürüten Demokratik Haklar Derneği’ne yönelik bir polis operasyonu yapıldı, üye ve yöneticilerinden oluşan 13’ü halen tutuklu 22 kişi hakkında yasa dışı örgüt üyeliği ve örgüt propagandası suçlamaları ile soruşturma başlatıldı. Hazırlanan iddianameye göre suç delili olarak gösterilen şeylerin bir kısmı şunlar: HES ve barajların yapımına karşı çıkmak, Hrant Dink’in öldürülmesini, Ceza İnfaz Kanunu, Ceza Mahkemeleri Kanunu ve Türk Ceza Kanununu, Hayata Dönüş Operasyonu’nu, İsrail’in Lübnan ve Filistin’e saldırısını, üniversite yönetimlerince gerçekleştirilen soruşturmaları, polis baskısını, yargıyı, “Sessizlik Şiddeti Gizler Sessiz Kalma, Örgütlen!” sloganıyla kadına yönelik şiddeti ve Uludere (Roboski) Katliamı’nı protesto etmek; 1 Mayıs, 8 Mart gibi etkinliklere katılmak; Pir Sultan Abdal Derneği, Tunceli Dernekler Federasyonu, Demokratik Haklar Derneği, KESK gibi kurumlara üye olmak, bunların çalışmalarına katılmak; Dersim Katliamı’nı ve Kızıldere’yi anmak; çatışmalarda yaşamını yitirenlerin ailelerine taziyelerde bulunmak…

Örgütsel piknik yapmak, korsan taksiye binmek, “et”i silah, kostiği bomba malzemesi, tuvalet kâğıdını rulo şeklinde örgütsel doküman olarak sunmak, el clasico maçlarını izlemeyi örgütsel faaliyet olarak değerlendirmek gibi iddianamedeki komedi unsurlarını, kolluğun teknik takip ve dinlemelerde yaptığı yok artık dedirten kasten mi yoksa sehven mi olduğu tartışmalı hataları ve bunların daha büyük bir hata olarak iddianamede yer almasını saymaya gerek dahi yok…

Bahse konu suçlamaların hepsi normal koşullarda demokratik bir ülkede ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken hususlar. Hatta bunların suç olmasını bırakın bunları sınırlandırmaya kalkmanın kendisi bir suç olarak görülmelidir. Fakat yaşananlar durumun bunun tam tersi olduğunu gösteriyor.

Yukarıdakilerin yanı sıra bu kişilerin İbrahim Kaypakkaya anmasına katılması ve mezarını ziyaret etmesi de suç delili olarak kayda geçmiş iddianamede.

İbrahim Kaypakkaya ile ilgili düşüncelerinden dolayı daha öncesinde kimi sanatçı ve aydınlar hakkında açılan davaları da hesaba katarsak devletin Kaypakkaya’ya dönük bir alerjisi olduğunu söylemek mümkün. Hatta iş o noktaya kadar gitmiştir ki Kaypakkaya’nın annesine oğlunun anmasına katıldığı için soruşturma açılmıştır. Anne Şükran Kaypakkaya haklı olarak “Bir anne olarak ziyaret etmişim, çiçeğimi koymuşum, İbrahimime ağıtlar yakmışım. Bunun neresi suç anlamıyorum” şeklinde tepkisini ortaya koymuş soruşturma savcına “İki gözyaşı dökmeyi, bir karanfil koymayı bize çok gördünüz. Senin annen yok mu evladım?” diye sormuştur. Acılı bir anneyi savcı karşısına çıkartan bu alerji Kaypakkaya’nın Diyarbakır Zindanı’nda işkence ile öldürülmesinden kaynaklanan bir suçluluk psikolojisinin mi, Kaypakkaya’nın ideolojik çizgisinin verdiği rahatsızlığın mı yoksa devlette süreklilik esastır anlayışının mı ürünü? Bu sorunun muhtelif cevapları olabilir. Ama şurası kesin ki, hakkında kesinleşmiş bir mahkeme kararı bulunmayan biri için O’nu ananlar şahsında 40 yıl sonra bir hüküm verilmek isteniyor. Devlet bu 40 yıllık hesabı görmekte kararlı.

Bu hesap kolluğundan yargısına, yürütmesinden yasamasına yekvücut bir devlet refleksidir. Öyle ki, 2010 yılında dönemin BDP’li Dersim Milletvekili Şerafettin Halis’in Kaypakkaya’nın ölümü ile ilgili Başbakan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesi dönemin Meclis Başkanlığı’nca “sakıncalı” bulunarak geri çevrildi. Anlaşılan o ki, değil sıradan bir vatandaş bir milletvekili dahi olsanız sorguladığınız muktedirlerin kirli geçmişi ise kaşınızda birlik ve bütünlük içinde bir devlet bulursunuz. Sonrasında bahse konu soru önergesine Adalet Bakanı imzasıyla bir cevap verilmiş, Kaypakkaya’nın nasıl öldüğüne ilişkin tek bir satırın yer almadığı cevapta Kaypakkaya’yı ananlara açılan davalara ilişkin “biz yargıdaki konularla ilgili cevap veremeyiz” mealinden bir değerlendirme yapılmıştır. Kaypakkaya ile ilgili son olarak 2013 yılı Mayıs ayında CHP’li Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün tarafından Başbakan’ın yanıtlaması istemiyle bir soru önergesi verilmiş olup henüz cevabı alınmamıştır. Bunun yanıtının da bundan öncekine verilenden farklı olmayacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.

“İbrahim Kaypakkaya nasıl öldü?” diye sormak devletin bam teline basmaktır. Bu kadar masum bir sorunun 40 yıldır cevapsız kalması Mustafa Suphi’den Hrant Dink’e uzanan politik infaz zincirinin en vahşi halkalarından birisi olması hasebiyledir. 40 yıldır bütün iktidarları dut yemiş bülbüle döndüren, bu soruya verilecek yanıtın zincirin kırılmasına neden olabileceği korkusudur. İkrardan korkan inkâr etmeye devam ediyor ve Kaypakkaya’nın ölümü kayıtlarda benzer birçok vakada olduğu gibi hala intihar olarak geçiyor.

Demokratikleşme paketlerinin konuşulduğu, Diyarbakır Zindanına bizzat Başbakan tarafından ağıtlar yakıldığı, darbelerin “yargılanılması” ile övünüldüğü bir dönemde AKP, darbecilerin bıraktığı yerden devam ediyor, Kaypakkaya ismi bir suç unsuru oluşturmaya devam ediyor.

İşte şimdi bir kez daha yargı mekanizması, 2 Ekim’de Kaypakkaya’nın dirisini oturtmadığı sanık sandalyesine, katlinin sebebini soranları oturtmaya hazırlanıyor.

Hrant Dink davasında ortada yargılayacak bir örgüt bulamayanlar, Sivas Katliamı davasında zamanaşımı ile katillerin ortalıkta gezmesine sebep olanlar, Şemdinli’de Roboski’de gerçek faillerin açığa çıkmasını engelleyenler bu defa piknikten örgüt, kostikten bomba, tuvalet kâğıdından örgütsel doküman çıkarıyor.

Gezi Direnişi sonrası baretten gözlükten suç aleti yaratanlar, talcid verdi diye eczacıya, tedavi etti diye doktora soruşturma açanlar, tribünleri toplama kampına çevirmek isteyenler yargıyı demokratik muhalefetin üzerinde sallanan bir kılıç olarak kullanmaya devam ediyor.

Hepimiz öfkeyle görüyoruz ki tecavüzcüler, palalı saldırganlar, işkenceci güvenlik görevlileri, savaş çığırtkanları, eli kanlı katiller ellerini kollarını sallayarak dolaşırken katliamlara, tecavüze, işkenceye, kadına yönelik şiddete, faili meçhullere, savaşa, iş cinayetlerine, doğa tahribatına karşı çıkan ve demokratik yöntemlerle bu duruşunu ortaya koyanlar cezaevlerine doldurulmak isteniyor.

Tüm bu saldırılara, adaletsizliğe karşı durmanın yolu Gezi Direnişi sonrasında da görüldüğü üzere dayanışmadan ve birlikte yan yana olmadan geçiyor. Tutuklu yargılanan bu arkadaşlarımız da özgürlüklerinin iadesi ve adaletin sağlanması için herkesi aynı dayanışma ruhu ile 2 Ekim sabahı İzmir Adliyesi’ne davet ediyor. (Hakan Aktaş/Sendika.org)