METİN ATAK | 05 – 06 – 2011 | Almanya’nın caddeleri ve şehirleri kanla sulandı. Viyana’nın işçi semtleri,askeri birliklerin ateşiyle yakılıp yıkıldı., harabeye döndü.Yoksulluk, yıkım, felaket ve acı. Üstünde insanlığın en ünlü beyinlerinin eserlerinin yakıldığı ortaçağa özgü odun yığınlarının alevleriyle aydınlatılmış kapitalist baskı ve uygarlığın batışı, giyotin ve cellat baltası. Faşizm işte bunları getirdi. Ayrıca dünyayı felakete, yeni bir korkunç katliama sürüklemek tehdidini de beraberinde getirmektedir. Dimitrov
Bir devlet biçimi olan faşizm, birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında İtalya ve 1933’de Almanya’da iş başına gelmesini takip eden 2. emperyalist paylaşım savaşı sırasında ve şimdilerde olmak üzere milyonlarca insanın canına mal olmuştur. Faşizm elbette tesadüfü bir olay değildir. Faşizmi anlamak, sınıfsal özünü ortaya çıkartmak önemlidir. Sınıf savaşımın her aşamasında; köle sahipleri, feodal zorbalar ve burjuvazi kendi zorunu her zaman uygulamış ve ezilenleri daima yok etmek istemişlerdir. Bu baskı ve yok etme biçimleri faşizm olarak adlandırılmamaktadır. Faşizmin tarihsel olarak ortaya çıkışını emperyalizmden ayrı olarak izah etmek, öncesinde bunu aramak yanlıştır. Faşizm, proleter devrimler çağında, başta işçi sınıfı olmak üzere, onun öncüsüne, köylüğe ve toplumun diğer katmanları için bir karşı-devrimdir. ‘’varoluşu rastlantı değildir.’’ Emperyalizmin özünden fışkırmıştır. Tekelci sermaye faşizmle, kendine kapitalizmin bunalımından bir ‘’çıkış yolu’’ aramıştır. Bu gerçek, tekelci kapitalizmin ekonomisinde yatmaktadır; emperyalizmin her türlü politik ve ideolojik görüngüleri son tahlilde bu ekonomiyle açıklanır. Faşizmin sınıfsal niteliğini belirleyen kökleri işte bu toplumsal ve ekonomik temelde yatmaktadır.’’ (Komünist ent. Faşizm tahlili s.151)
Lenin, emperyalizmi incelerken onun ekonomik temelinin tekel olduğunu açık olarak vurgulamış ve emperyalizmin kapitalizmden doğduğunu çok ayrıntılı ekonomik verilere dayanarak açıklamıştır. Bu da kısa ve özlü olarak 20. yüzyılın başında kapitalizmin en yüksek ve son aşamasına yani emperyalizme ulaşıldığını gösteriyor. Bu, kapitalizmin vardığı en son aşamadır. Bu aynı zamanda onun son aşama olarak can çekişen ve çürüyen bir kapitalizm olduğunun da göstergesidir.
Lenin, emperyalizmi incelerken Marks’ın kapitalizmin genel kurallarına bağlı kalarak sorunu ele almış üretimin yoğunlaşmasının belirli bir şamadan sonra onu tekelciliğe götürdüğünü açıklamıştır. Lenin ‘’ekonomik açıdan emperyalizm (…) kapitalizmin gelişmesindeki en yüksek aşamadır, üretimin çok büyük ve engin boyutlara ulaşmasıyla serbest rekabetin yerini tekele bıraktığı aşamadır. Emperyalizmin ekonomik özü budur’’ ve yine Lenin şu noktalara dikkat çekmiştir. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.
Yağmacı savaşlar, emperyalizm öncesi de vardı. Bu, kapitalizmin emperyalizme evirilmesinden önce sık görünen bir olaydı. Başka ülkelerin topraklarını işgal etme, yağmalama ve ülke zenginliklerine el koyma sık rastlanan olaylardandı. 19. yüzyıla gelindiğinde dünyanın tüm toprakları kapitalist devletler tarafından paylaşılmıştı. Ne var ki, 20. yüzyılın başında kapitalizmin en son aşaması emperyalizme ulaşılınca savaşlar yeniden kaçılmaz hale geldi. Emperyalist aşamaya varılmasıyla, tekeller ve bankalar, kapitalist devletlerin yaşamlarında belirleyici hale geldi. ‘’finans-kapital, kapitalist devletlerde evin efendisi oldu. Finans kapital yeni pazarlar, yeni sömürgeler, yeni sermaye ihraç alanları ve yeni hammadde kaynakları talep ediyordu.’’ (Stalin Eserler 14 s. 186) Bu da dünyayı birinci emperyalist paylaşım savaşına sürükledi. Bu sonuç pazarların ve sömürgelerin bir kez daha paylaşılması anlamına geliyordu.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının hemen sonrasında faşizmin ortaya çıkışı
Birinci emperyalist paylaşım savaşı öncesinde, yani 19. yüzyılda dünyanın tüm toprakları kapitalist devletler arasında paylaşılmıştı. Emperyalist çağda kapitalizmin eşitsiz gelişmesi, ülkeler arasındaki dengesizliği bir yana itmediği gibi, bazı kapitalist ülkeler yavaş gelişirken, diğer bazılarının sanayi oldukça ileri bir düzeyde seyretmesi durumu emperyalistler arasındaki güç dengesinin de değişimine yol açıyordu. Bunun açık anlamı, emperyalistlerin yeni pazarlara sahip olma, sermaye ihracı, hammadde ihtiyacı, dünyanın yeniden paylaşılmasını gündeme getirdi. Bu durum açık olarak Lenin’in yaptığı tahlili açık ve net olarak ispatlıyordu, kapitalizm ‘’son aşamasına, emperyalizme ulaşınca, savaşlar özellikle kaçınılmaz hale geldi’’ birinci emperyalist paylaşım savaşı bunun sonucu olarak baş gösterdi. Dünyanın yeniden paylaşılması emperyalist savaşı kaçınılmaz kıldı. 1914’de patlak veren birinci emperyalist paylaşım savaşı pazarların yeniden paylaşımıydı.
Birinci emperyalist paylaşım savaşına bir yanda Almanya ile Avusturya, diğer yandan Fransa ile İngiltere ve onları takip eden Rusya hazırlandı. Savaşa hazırlanan emperyalist ülkeler bir birlerinin nüfus alanlarına girmeyi ve buraları ele geçirerek yeniden hakimiyet kurmak istiyorlardı. Almanya; İngiltere; Fransa’nın elindeki pazarları almayı, Rusya’dan ise Ukrayna ve Polonya’yı koparmak isterken, öte yandan Almanya’nın Bağdat demiryolunu inşa etmesi, İngiltere’yi oldukça tedirgin ediyordu. Çarlık Rusya’sı Türkiye’nin paylaşılmasını isterken, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları ele geçirmeyi hedefliyordu. Fransa ise 1870-1871 savaşında Almanya’ya kaptırdığı ve kömür bakımından zengin Saar havzası ve demir bakımından oldukça zengin Alsas-Loren’i Almanya’dan geri almak istiyordu. Tüm bu çelişkiler birinci emperyalist paylaşım savaşına yol açtı. Savaşın patlak vermesiyle, nüfus alanlarının yeniden paylaşılması diğer emperyalistlerinde çıkarlarına dokunuyordu. Bu yüzden savaşın çıkmasını takip eden yıllarda ABD ve Japon emperyalistleri de kendilerini savaşın bir tarafı sayarak savaşa katıldılar. Ve böylece savaş bir dünya savaşı haline geldi.
Emperyalist savaş hazırlığı tüm hükümetlerce emekçilerden saklandı. Her emperyalist devletin hükümeti bir saldırı tehditle karşı karşıya olduklarını anlattılar. Hükümetler savaşın gerçek emperyalist amaçlarını gizleyerek halkı aldattılar.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının ufukta görülmesi ve savaşın patlak vermesinden sonra uluslararası alanda ciddi tartışmalar ve saflaşmalar yaşandı. Bu tartışmaların temel konusu, emperyalist savaş ve buna karşı tavırda belirginleşti. Temel tartışma savaş öncesi izlenecek politika ve savaşın patlak vermesinden sonra nasıl bir stratejinin izleneceği üzerineydi. 2. Enternasyonal oportünistleri burjuvazinin halkı aldatmasına açıktan yardımcı oldular. 2. Enternasyonal sosyal demokratları, sosyalizme ihanetle kalmadılar, açıktan kendi burjuvalarının yanında saf tutarak anavatan savunması adı altında burjuvaziye yardımcı oldular. Lenin, 2. Enternasyonalin oportünist önderlerinin kaypaklığına dikkat çekerek bunların lafta savaşa karşı çıktıklarını, savaş patlak verdiğinde tavırlarını değiştirip, emperyalist burjuvazinin saflarına geçebileceklerini sürekli vurgulamıştı. Lenin bu tespitinde haklı çıktı.
2. Enternasyonal 1910 Kopenhag kongresinde, savaş kredilerinin oylanmasında buna karşı çıkılması ve aleyhte oy kullanılmasını kararlaştırdı. Ancak emperyalist savaşın çıkması iyece belirlendiğinde ve iş pratiğe geldiğinde 2. Enternasyonal partileri ihanetlerini sergilemekten geri kalmadılar. 4 Ağustos 1914’te Alman sosyal demokratları parlamentoda savaş kredileri lehinde oy kullandı. Fransa, İngiltere, Belçika, ve diğer bir çokları burjuvazinin lehine oy kullanarak ihanet ettiler. Sosyalist partilerin liderleri, işçi sınıfına açıktan ihanet ederek sosyal şoven olmakla kalmayıp emperyalist burjuvazinin yanında yer aldılar. Anavatan savunması aldı altında emekçileri cephelerde bir birlerine vuruşturdular. Sadece Bolşevik parti yalpalamadan ve turtalı bir şekilde tavır aldı. Lenin 1914’te kaleme aldığı savaş makalesinde 2. Enternasyonalin çöküşünün bir tesadüf olmadığını, devrimci proletaryanın uzun zamandır bu oportünistlere karşı mücadele ettiğini yazıyordu. 2. Enternasyonal fiili olarak dağılmıştı. Bu durumu önceden gören Lenin durmaksızın 3. Enternasyonalin çalışmalarına başlamasını öneriyordu.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının ortaya çıkardığı bu sonucu iyi kullanan Bolşevikler, Rusya’da 1917 Ekim devrimiyle yeni bir çığır açtılar. Menşeviklerin ve sosyal devrimcilerin tarih sahnesinden çıkmalarıyla ve savaş sırasında ‘’iç barışa’’ uymaları karşında Lenin önderliğindeki Bolşevik parti ‘’emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme’’ hedefini önlerine koydu. Bunun anlamı gerçek bir barışa ulaşılmak isteniyor ve burjuvazi tarafından cepheye sürülmüş işçi ve köylüler adil bir düzen istiyorlarsa, silahları kendi burjuvalarına çevirmeleri isteniyordu. Ve yine anavatan savunması adı altında Menşeviklerin burjuvazinin yanında yer almalarına karşı Bolşevikler ‘’emperyalist savaşta kendi hükümetinin yenilgisi’’ siyasetini öne çıkartılar. ‘’Bu siyaset, savaş kredileri aleyhine oy kullanmak, orduda illegal devrimci örgütler kurmak, cephedeki askerlerin kardeşleşmesini desteklemek ve işçilerin ve köylülerin savaş aleyhtarı devrimci eylemlerini örgütlemek ve bütün bu eylemleri kendi emperyalist hükümetine karşı ayaklanmaya dönüştürmek zorunda olduğu anlamına geliyordu.’’(Stalin eserler 15. s.193) ve nihayet emperyalist cephenin en zayıf noktasında, çarlık Rusya’sında 1917 yılındaki Şubat devrimi, feodal mülkiyeti, Ekim devrimi de burjuvaziyi devirerek, o güne kadar mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmiş, tüm üretim araçları burjuvaziden ve toprak ağalarından alınarak halkın mülkü haline getirildi.
Savaş aynı zamanda her türlü savaşa karşı çıkmanın yanlış olduğunu da netleştirdi. Bu haklı ve haksız savaşlar olarak; emperyalist ve yağmacı savaşların haksız, kurtuluş savaşlarının ise haklı savaşlar olduğunu ortaya koydu.
Lenin savaş sırasında çok önemli teorik çalışmalar yaptı ve bundan önemli sonuçlar çıkardı. 1916 yılında çalışmalarını sonuçlandırarak kaleme aldığı ‘’emperyalizm-kapitalizmin en yüksek aşaması’’ eserini yazdı. Lenin bu tahlilinde; emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğunu, bu aşamanın kapitalizmin ‘’ilerici’’ kapitalizmden asalak ve çürüyen kapitalizme dönüştüğünü ve emperyalizmin can çekişen kapitalizm olduğunu vurguladı. Bunun yanında çürüyen bu kapitalizmin, proletaryanın devrimi olmadan yok olmayacağını söyleyerek bunun aynı zamanda ‘’emperyalizmin, proletaryanın sosyal devriminin arifesi olduğunu’’ da kanıtlıyordu.
Faşizmin neden bu dönemde ortaya çıkmıştır. Togliatti bunu şöyle açıklar ve derki, ‘’neden? Çünkü, sınıf ilişkileri ve kapitalistlerin karlarını koruma gereksinimleri karşısında, burjuvazi işçiler üzerinde ağır baskı uygulamasını mümkün kılan biçimleri bulmak zorundadır. Üstelik, tekeller, yani burjuvazinin öncü güçleri yoğunluklarının en yüksek derecesine erişir ve eski yönetim biçimleri bunların genişlemelerine engel olur. Burjuvazi kendi yarattığı şeylere karşı cephe almak zorunda kalır, çünkü bir zamanlar onun gelişmesine etken olmuş olan şey bugün kapitalist toplumun korunması yoluna bir engel haline gelmiştir. Burjuvazinin gerici bir niteliğe dönüşmek ve faşizme başvurmak zorunda kalışının nedeni budur’’ ( Togliatti faşizm üzerine dersler s.26-27)
Birinci emperyalist paylaşım savaşında 2. enternasyonalin ihanetine karşı, Bolşevik parti 1914’teki merkez komitesi toplantısında 2. enternasyonalin yüz kızartıcı ihanetine karşın 3. Enternasyonalin kurulması kararı alıyordu.‘’1914-1918 savaşı, sosyal-şoven ikinci enternasyonal’e karşı bir odak ve savaşçı emperyalizme karşı koymak için bir silah olarak yeni, devrimci bir Enternasyonal kurma yolunda ilk girişimlerin yapılmasına yol açtı. (Zimmerwalt, Kienthal) Rusya’daki proleter devrimin zaferi kapitalist merkezlerde ve sömürgelerde komünist Partilerin kurulmasına hız kazandırdı. 1919 yılında, dünya tarihinde ilk kez devrimci mücadelenin pratiğinde Avrupa ve Amerika proletaryasının öncüsüyle Çin ve Hindistan’ın proleterlerini ve Afrika ve Amerika’nın zenci emek kölelerini sımsıkı birleştiren Komünist enternasyonal kuruldu.’’ (1928 Kom. ent. Programı s.9)
Birinci emperyalist paylaşım savaşında Bolşevikler ‘’emperyalist savaşı iş savaşa çevirme’’ ve ‘’emperyalist savaşta kendi hükümetinin yenilgisini’’ isteme siyasetini ustaca uygulayarak 1917’de Rusya’da büyük Ekim sosyalist devrimini gerçekleştirdiler. Ekim devrimi insanlık tarihinde ilk defa işçileri, köylüleri ve küçük burjuvaziyi kapitalizmin boyunduruğundan kurtararak kendi iktidarını kuruyordu. Ekim devrimi aynı zamanda yeni bir çağın emperyalizm ve proleter devrimler çağını da açmış oluyordu. Bu aynı zamanda birinci emperyalist paylaşım savaşıyla kapitalizmin genel bunalımını da açığa çıkartmış ve Ekim devrimiyle birlikte emperyalizm savunmaya geçmesine yol açtı.
Faşizmin ideolojik gelişimini emperyalizmden ayrı tutmak ve başka gelişmelerde aramak hatadır. Faşizm tastamam kapitalizm en son aşaması olan emperyalizmde ifadesini bulmuştur. Faşizm tahlili bu açıdan sıradan ve rasgele yapılmış değildir. Komünist Enternasyonal faşizm tahlilini başlı başına bir gelişme ve ortaya çıkan yeni bir sonuç olarak incelemiş ve tarihi gelişimle birlikte ele alarak, inceleyerek sonuçlar çıkartmıştır. Faşizmin incelemesinde klasik eserler ve özellikle Lenin’in emperyalizm tahlili enternasyonalin faşizm tahlilinde belirleyici bir öğe olmuştur. Komünist Enternasyonal kuruluşundan kısa bir süre sonra faşizmle karşı karşıya gelmiştir. Emperyalist ülkeler arasında artan çelişkiler büyük tekelleri de önemli değişikliğe götürüyordu. Bir çok ülkede Tekelci burjuvazi emekçilerin en demokratik haklarını askıya alıyor ve faşist egemenlik biçimlerine geçiyordu. Faşizm 1920’lerden sonra tek tek ülkelerde kurulmaya başladı. 1920’de İtalya’da iktidara gelen faşizm bu tarihten sonra Dünya komünist hareketin ve partilerin gündeminden hiç inmemiştir. Komünist Enternasyonalin yürütme kurulunun 13. oturumunda ‘’faşizm, savaş tehlikesi ve komünist partilerin görevleri’’ tezlerinde, faşizmi ‘’mali sermayenin en gerici en şoven ve en emperyalist kesimlerin açık terörcü diktatörlüğü’’ olarak nitelemiştir.’’ Ve 1930’ların başında faşizm artık bir dünya tehlikesi haline gelmişti. Faşizmin bu yükselişi aynı zamanda büyük ekim sosyalist devrimine karşı dünya çapında açılmış bir savaş anlamını da geliyordu. Ekim devriminden sonra emperyalizmin en büyük ideolojik silahı anti-komünizm ve şovenizmdi. Dimitrov’un bu konudaki çalışmaları önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle Almanya’da Reichstag yangını davasında Almanya’daki gelişmeleri ve faşizmi incelerken çok önemli sonuçlara varıyordu. Bunu serbest kaldıktan sonra komünist enternasyonale sunduğu raporlarda açıkça belirtmiştir. Dimitrov ‘’tekelci sermayenin en gerici emperyalist kesimlerinin, bunalımın bütün yükünü emekçilerin omuzlarına yüklemek ve dünyanın yeniden paylaşımıyla pazarlar sorununu savaş yoluyla çözmek amacına sahip olduklarını, ve bu yüzden faşizme gereksinim duyduklarını belirmiştir.’’(kom. Ent faşizm tahlili s. 149-50) Bu aynı zamanda emperyalizmin genel bunalımının ve sınıf savaşımından ayrı olarak faşizm olgusunun açıklanamayacağı anlamına geliyordu. Faşizm proleter devrimler çağında işçi sınıfı, önün öncüsü komünist partisi ve 1917’den sonra Ekim devrimi şahsında sosyalime karşı engelleyici bir karşı devrimdir. Ortaya çıkışı kesinlikle ‘’tesadüfü’’ değildir. Faşizm ‘’emperyalizmin özünden’’ fışkırmıştır. ‘’bu gerçek tekelci kapitalizmin ekonomisinde yatmaktadır. Emperyalizmin her türlü politik ve ideolojik görüngüleri son tahlilde bu ekonomiyle açıklanır. Faşizmin sınıfsal niteliğini belirleyen kökleri işte bu toplumsal ve ekonomik temelde yatmaktadır’’
Faşizmin sınıfsal tahlili
Togliatti çok açık ve özlü bir şekilde faşizm tahlilinin doğru yapılmasının temel çıkış noktasının emperyalizminle olan bağlantısını belirtir ve şöyle der ‘’emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorsanız, faşizmin ne olduğunu bilemesiniz’’ der. Bunun anlamı faşizmin, kapitalizmin en yüksek aşması olan emperyalist sistemin bir ürünü olduğu gerçeğinin belirtilmesidir. Bu tartışmasız doğru bir yaklaşımdır. Faşizmin sınıfsal özü emperyalizmde yatmaktadır. Bir kez daha açık ve doğru olarak belirmek gerekirse iktidardaki faşizm, ‘’finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.’’ (Dim. Faşizm ve işçi sınıfı s.11)
Tarihsel olarak faşizm ilk defa İtalya’da iktidara geldiyse de, faşizmin en gerici tipi bütünlüklü diktatörlük Almanya’da iş başına gelen Hitler faşizmidir. Hitler, Almanya’da iktidara geldikten sonra, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm demokratik kurumlara saldırarak ezdi, yok etti ve kapattı. Korkunç bir şoven politika güderek başta Yahudiler olmak üzere, tüm halklara saldırdı. Dönemin Sosyalist Sovyetler Birliği ve komünizmin bir numaralı düşmanı oldu. Sovyetler Birliğine saldırarak savaş açtı.
Faşizm, ne sınıflar üstü bir harekettir, ne küçük burjuvazinin iktidarı, nede, hem proletarya ve burjuvazi üzerinde hakimiyet kuran yeni bir devlet şekli değildir, faşizm, doğrudan doğruya finans kapitalin iktidarıdır. Faşizm, emperyalist burjuvazinin en gerici temsilcilerin dışında kalan tüm sınıfların düşmanı ve onlara açık savaş ilanıdır. Faşizmi tek ve şematik olarak ele almak yanlıştır. Faşizmin iktidar olma biçimi her ülkede farklıklar gösterir. Bu ‘’ilgili ülkelerin, tarihi, sosyal ve iktisadi şartlarına, milli özelliklerine ve uluslararası durumuna göre, çok çeşitli ülkelerde çeşitli biçimlere bürünür.’’(age s.12) Faşizm, gerektiğinde parlamentoyu bir dönem fes etmez. Diğer burjuva kesimlere bir yere kadar hayat hakkı tanıyarak kendi meşruluğunu garantiye alır. Faşizm, kesinlikle bir hükümetin gitmesi, diğerinin yer değiştirmesi olayı değildir. Bunu doğru anlamak faşizmin sınıf niteliğini doğru kavramakla da ilintilidir.. Faşizm, emperyalist burjuvazinin en gerici kesimlerinin temsilcisi olarak, burjuvazinin sınıf hakimiyetinin, ‘’burjuva demokrasisinin-,başka bir devlet biçimiyle burjuvazinin açık terörcü diktatörlüğü ile yer değiştirilmesidir. Bu farkı görmezlikten gelmek; faşistlerin iktidarı ele geçirme tehlikesine karşı, devrimci proletaryanın kent ve kırın en geniş emekçi tabakalarını mücadeleye seferber etmesini ve burjuva kampı içindeki mevcut çelişmelerden yaralanmasını önleyen ciddi bir hata olurdu’’ (Age s. 13)
Faşizmin iktidara gelmesi basit ve birden bire olan bir gelişme değildir. Faşizm uzun bir süre örgütlendikten ve hatta faşist hareketin çeşitli kanatları içindeki açık hesaplaşama yaşanarak ve burjuvazinin artık kendisini eski yönetim biçimiyle koruyamayacağı bir aşamada, iş başına gelir. Faşizmin iş başına gelmesinde iç devrimci muhalefetin de rolü önemli bir yer tutar. İtalya, Almanya ve Avusturya’da faşizmin iktidara gelişinin önlenememesinin bir gerçeği burada yatar. İtalya’da faşizm devrimci durumun yüksek olduğu bir dönemde iş başına geldi, bunda sosyalist partinin bu durum karşısında kitleleri harekete geçirememesinin büyük payı vardır. Keza Almanya’da işçi sınıfının en güçlü olduğu bir yerde iktidara gelmesi de başlı başına bir inceleme konusudur. Burada şu soru ortaya çıkar; faşizm kitleler üzerinde nasıl bir etki yapmakta ve kitleleri nasıl arkasına almaktadır? Faşizm, kitlelerin acil taleplerini daima bir demagoji malzemesi yapar ve bu yolla kitleleri kazanmaya çalışır. Örneğin Almanya’da faşizm yüzüne sosyalist maskesi takarak, Alman halkının sosyalizme duyduğu özlemi böylece kullanmıştır. Bu faşizmin her yerde aynı yöntemi kullanacağı anlamına gelemez. Bazen çıkış noktası tam bir şovenim olurken, bazen adalet duygusuyla kitleleri, etkilemeye çalışır. Faşizm, emperyalist burjuvazinin temsilcisi olmasına rağmen, Almanya’da ‘’Toplumsal refah, bireyin refahından önce gelir’’, İtalya’da ‘’bizim devletimiz kapitalist değil, korporatif bir devlettir’’, Japonya’da ‘’Sömürünün olmadığı bir Japonya’’, Amerika’da‘’Zenginlikler paylaşılmalıdır’’sloganını kullanarak kitleleri etkilemişleridir. Buda gösteriyor ki, faşizm propagandasını her ülkenin özelliklerine göre yaparak yolunu şaşırmış, düzenden hoşnut olmayan kitleleri kendi ağına düşürerek onların desteğini alır.
Faşizm, iktidara geldikten sonra, toplumu tümüyle deşikliğe uğratır. Yeni bir devlet olarak, tüm alanlarda kanun yapmak, istediklerini adım adım gerçekleştirerek asıl hedefine ulaşmaya çalışır. Faşizm, başta işçi sınıfı olmak üzere, komünist parti ve diğer tüm ilerici ve demokratik kurumları birer birer yok ederek, kimilerini ezerek onları devre dışı bırakıp daha rahat hareket etmenin zemini yaratır. Faşizm, işçi sınıfının etkisizleştirilmesi ve denetlenmesi için faşist sendikalar kurmayı ihmal etmez. İtalya’da olduğu gibi işçi temsilcileri ve patronları bir çatı altına (korporasyonlar) da örgütleyerek, sınıfı denetim altına alırken, köylülüğün tarım ürünlerine yok yere alıp köylülüğü yoksulluğa itmede, tüm yasal değişiklikleri büyük çiftlik sahipleri ve toprak ağaların lehine kanunlar çıkartmaktan geri kalmaz.
Faşizm, iş başına geldikten sonra, ilk hedeflerinden biride, kitle örgütlerini ele geçirme ve buralara tamamıyla hakim olmak ister. Dimitrov faşizmin sendikaları ele geçirme isteğini şöyle açıklar ‘’saldırıya geçen faşizm için sendikaların ele geçirilmesi, sendikal sınıf hareketinin yok edilmesi, hayati bir meseledir. Sınıf sendikaları olmayan bir proletarya diktatörlüğü nasıl düşünülmese, proletaryayı ve köylüleri (şu veya bu şekilde) boyunduruk altına almayan ve özellikle sendikal sınıf hareketini ezmeyen bir burjuva faşist diktatörlüğün varlığını sürdürmesi imkansızdır.’’ (Dimitrov FKB s.26) Devamla ‘’Faşizmin esas çabaları, ulaştırma işçilerinin, maden işçilerinin, diğer en önemli sanayi kollarında çalışan işçilerin hareketini ve doğrudan devlet aygıtına hizmet eden memurların hareketini ele geçirmeye yöneliktir. Faşizm bir yandan demiryolu, telgraf, posta ve devlet memurlarıyla madencilerin sınıf örgütlerinin varlığına ve sağlamlaşmasını elinden geldiğince engellerken, öte yandan alandaki reformcu ve sarı sendikalara, reformcuların ve sarı önderlerin etkin yardımlarıyla, el koymaktır. Faşizm bütün Balkan ülkelerinde, demiryolu işçilerinin posta, telgraf ve devlet memurlarının şimdiki örgütlerinin yönetiminde belirleyici etkiye sahiptir ve maden işçilerinin her legal örgüt kurma denemesini boşa çıkartmaktadır; Faşizm, büyük kültürel geriliklerinden yararlandığı tarım işçileri arasında ve açlık içinde bulunan işsizler kitlesi arasında da etkisini güçlendirmek için büyük çabalar harcamaktadır. Faşizm, çeşitli spor ve diğer ‘’kültürel’’ örgütleri aracılığıyla kendi ağına takmaya çabaladığı genç tarım işçilerini de boş bırakmıyor. Bunu yaparken, bu gençliğin emperyalist savaşın dehşetini doğrudan yaşamamış kesimini kazanacağını hesaplamaktadır.’’(age s.27) Lenin’nin neden gerici, faşist sendikalarda ve diğer kurumlar da çalışmamız gerektiğini bu tarihi gerçekten çıkardığı sonuçlarla açıklar.
Faşizm, iş başına geldikten sonra kendisini yeniden örgütleyerek her alanda hakim bir unsur olmak için çalışır. Faşizmin en belirgin örgütleme biçimi korporativizmdir. yine Togliatti korporativizm konusunda İtalyan faşizmi deneyimden şunları aktarır ‘’Korporatizm ancak bütün demokratik özgürlükler tavsiye edildikten, işçiler bütün temsil edilme olanaklarından yoksun bırakıldıktan, siyasal partiler kapatıldıktan, sendika özgürlüğü, basın özgürlüğü toplantı özgürlüğü ve her türlü anlatım özgürlüğü kaldırıldıktan sonra örgütlenebilmişidir. Korporativizmin ön koşulu buydu. Siyasal bir diktatörlük olarak faşizm varolmadan, bu diktatörlüğü uygulamanın aracı olarak faşist parti varolmadan korporativizm düşünülemez. Koporativizmde faşist partinin nasıl söz sahibi olduğunu görüyoruz. Önemli koporativzimler bile, faşist parti tarafından onaylanmamış bir şey yapamazlar. Korporasyonlar yüksek kurulunda 268 işveren temsilcisi, 268 işçi temsilcisi, ve bunların yan ısıra teknik uzmanların 137 temsilcisi ile faşist parti’den 66 kişi vardır.’’ (age s. 124) korporativizm örgütlenmesinde farklılıkların olması bizi şaşırtmamalıdır. Örneğin Alman Koporativizmde sendikalar olmazken İtalya’da ise tersi bir durum vardır.
Faşizm iş başına geldiği ülkelerde köylüğe karşıda bir politika oluşturmuş ve oluşturduğu bu politika üzerinden köylüğü denetim altına almıştır. Başlangıçta köylülüğün nispi refahının gelişmesine razı olurken, bu süreç içinde tamamen ortadan kaldırarak büyük çiftlik sahipleri ve toprak ağalarının lehine düzenlemelerle köylülüğü yoksullun içine sürüklemiştir. Yine Togliatti İtalya örneğini vererek şu tespite bulunur ‘’Faşizm feodal kalıntıları korumuştur; bu kalıntıların en karakteristik belirtilerinden biri olan ortakçılık sözleşmelerinin uygulanışını yaygınlaştırılmıştır; finans kapitalin mevzilerini sağlamlaştırmıştır; ama toprak sorununu reform yoluyla çözme doğrultusunda bir eğilim yaratmamış, tersine, toprak sorununu devrim yoluyla çözme eğilimini güçlendirmiştir. Faşizmin köylük bölgelerdeki politikasının sonuçları, bir tüm olarak faşizmin başlangıçtaki tabanının daralmasına yol açmıştır. Bugün faşizmin tabanı nedir? Bu açıkça kapitalist tabandır. Köylük bölgelerde bunlar büyük çiftçiler, büyük toprak sahipleridir. Zengin köylü tabakaları da faşizme bağlıdırlar, ama bunalımın baskısı altında bunlar arasında bile büyük bir hoşnutsuzluk baş göstermeye başlamıştır’’ (Faşizm üzerine dersler s. 161)
Şunu genelleştirerek söyleyebilir ki; faşizm iş başına gelmeden önce tüm ülkelerde işçilere adil bir ücret vadinde bulunur, fakat işçileri en sefil bir yaşama mahkum etmekten geri kalmaz, işçi sınıfının sendikalarını ortadan kaldırarak, onları faşist sendikalara üye olmaya zorlar. Faşizm gençliğe büyük bir gelecek vaat eder. Fakat gençlik faşizm için genç bir ordu ve gelecek için fabrikalarda çalışan işçi demektir. Faşizm köylülere, toprak vadinde bulunarak, onlara tarım aletlerinin alınımda, kredilerin kullanımında kolaylıklar sağlayacağını söyleyerek köylüleri etkilemeye çalışır, fakat faşizm köylüler için tam yıkım demektir. Faşizm aydınlara ve memurlara çalışma şartlarının düzeltilmesi vaadinde bulunur, fakat faşizm memurlar için en büyük bürokrasi, tekellerin ve tröstlerin birer memuru haline getirilmesinden başka bir şey değildir.
İtalya’da faşizmin iktidara gelişi
İtalya’da faşizmin ortaya çıkışının köklerini 1914-1915 yıllarında aramak gerekir. Faşistler bu tarihten sonra İtalya’da örgütlenmeye ve kendilerini şekillendirmeye başladılar. ‘’Faşist hareket kökü itibarı ile İtalya’yı dünya savaşına sokmak isteyen gruplara bağlıdır. ‘bu politikayı savunan bir çok grup vardı. Onlar arasında sendikalizm, anarşizm ve bazı durumlarda –esas olarak Musolini olayında olduğu gibi- sosyalizmin aşırı solcularının döneklerinden oluşan aşırı solcular vardı. Bu gruplar ulusal çıkarlar için siyasal çelişmeden vazgeçme ve merkezi güçlere karşı askeri müdahale politikası ile tamamen uyuşuyorlardı’’(3.Ent.faşizm üzerine tartışma s.32) İtalya’daki bu durumu değerlendiremeyen sosyalist parti üst üste bir çok hata yaptı. Savaş sonrasında toplumda bir devrim beklentisi olmasına rağmen sosyalist parti bunu değerlendiremedi. Gelişen bu duruma göre bir örgütleme gerçekleştiremeyen sosyalist partinin yenilgisi, faşist hareketin işine yaradı. Bu aşamadan sonra İtalyan burjuvazisi saldırmaya başladı. Faşizm burjuvazi için ‘sorunun çözümü’ niteliğindeydi. Faşist hareket İtalya’da savaş sonrası ortada kalmış, yönünü şaşırmış tüm kesimleri toplayarak kendisine silahlı bir güç oluşturdu. Devletten oldukça yardım gördüler. Yasalar önünde suçsuz görünüyorlardı. Faşistler şehirlerde işçi önderlerine saldırmayla, bazılarını göç etmeye zorlayarak ilk saldırılarına başladılar. Faşist hareket saldırılara önce İtalyan kırsal alanı olan Bolongna’dan başladı. Faşistler zincirlerinden boşalmış şekilde tüm ilerici ve devrimci güçlere saldırdılar. Devlet güçlerini de yanına alarak başlayan bu saldırılar faşist hareketin giderek güçlenmesini ve hakimiyet alanlarını genişlemeyi birlikte getirdi. Nihayet 21 Kasım 1920 tarihinde Bolongna’yı ele geçiren faşist hareket buradan iki kol üzerinden Roma’ya yürüdüler. Fakat bu durum İtalya’da faşizmin sadece toprak ağalarına dayandığı anlamına gelmiyordu. İtalya’da da faşizmin ardında büyük tekelci burjuvazi duruyordu. Buda görünüşte faşizmin toprak ağalarının ve tekelci burjuvazinin bir hareketi değil de, orta sınıfın hatta köylülerin bir hareketiymiş gibi bir propaganda yapılmasına kadar gitti.
Faşizmin her ülkede değişik özellikler gösterdiği, bunun o ülkenin durumu, ulusal özelliklerinin etkili olduğu ve faşizmin çok kapsamlı değerlendirildiği ileriki dönemde ortaya çıktı. İtalya’da da bu durum kendisini daha ilk başlangıçta gösterdi. Faşizm İtalya’da bir çok söylemi ve talebi kullanarak kendisine bir silahlı ordu oluşturdu ve iktidara geldi. Bunda reformistlerin, sendika ağalarının tutumu ve sosyalist partinin pasifliği de eklenince İtalya’da faşizm kolay sayılabilecek bir hareketle iş başına geldi.
Mussolini iş başına geldiğinde, hemen her şeyi fes ettiğini ve dağıttığını ilan etmedi. Buna karşı Mussolini’ye ‘neden karşıtlarını yok etmediği eleştirisine karşı Mussolini ‘bunun daha zamanı var’ şeklinde yanıt verdi. Musolini bir buçuk yıl gibi bir süre eski meclisi dağıtmadı. Kabineyi sadece faşistlerden oluşturmaya da gitmedi. Hükümette, Giolitti, Poolari ve demokratik solcuların temsilcilerine yer verdi. Ancak buna karşı Musolini eski hükümet organlarını süreç içinde tamamen yok etti. İlk meclis konuşmasında Mussolini ‘’bende sizi buradan kovacak güç var, ama benimle birlikte çalışırsanız yerinizde kalırsınız’’ dediğinde eski meclisin çoğunluğu yeni führerin önünde boyun eğdiler.
Mussolini görünüşte çok fazla değişiklik yapmayacağı izlenimi verdi. Hemen yeni kanunlar çıkartmadılar. Baskılar Mussolinin oluşturduğu özel örgütler vasıtasıyla yapılıyordu. Mussolini İtalya’daki her şeyi yeniden düzenleyen bir gelişim izlediğinden eski yasalar üzerinden saldırma yerine kendinin oluşturduğu perde arkasındaki yasalarla saldırıya geçti. 1923 yılında binlerce komünistin yargılandığı mahkemelerde her kes büyük cezalar beklerken, komünistler beraat ediyordu, ancak Mussolini Komünistleri mevcut hukuk içinde cezalandırma yerine, kendi oluşturduğu terör örgütleri vasıtasıyla komünistleri yok ediyordu. Ve yine komünistlerin ‘adi’ suçlu olarak yargılandıkları mahkemelerde ise onlarca yıl cezalara çarpıtıldılar. Keza basın alanında bir serbestlik görüntüsü veren Mussolini, diğer yandan polise verilen sınırsız yetkiyle basın üzerinde korkunç bir baskı uygulayarak, polis istediği basını kapatabiliyor, yöneticilerini tutukluyordu. Mussolini kendi iktidarını her yönüyle sağlama aldıktan sonra, pervasızca saldırmaya başladı. Sendikalara saldıran faşist iktidar, işçileri zorla faşist sendikalara üye yapmaya başladı. Sözde bağımsız sendikaların varlığına izin verilmesine rağmen, faşist diktatörlük bu sendikaların üzerinde resmi devlet denetimini şart koştu. İtalya’daki faşist diktatörlük her alanda etkili olmak ve tartışmasız kanunların uygulanması için özel olarak oluşturulan ‘kara gömlekli’ birlikler, İtalya’da faşist terörün uygulanmasında esas görevi üstlendiler.
Musssolini okul siteminden, kiliseye kadar her şeyi kendi denetimine aldı. Daha önceki hükümetlerin alıp ta uygulayamadığı ‘’Küçük köylü, yarıcı, tarım işçilerinden gelir vergisi, ayrıca belediye ve bölgesel vergileri ve şarap vergisi. Tüm bu vergiler köylülük üzerinde eskiden olduğu gibi korkunç bir baskı oluşturmakta..’’ydı
Mussolini eski meclisi dağıtmadı, ancak faşist diktatörlük kendisini bu alanda da garantiye almak için seçim kanunda değişikliğe gitti. Yeni yasaya göre ‘’oyların %25’ini alan parti, parlamentodaki sandalyelerin üçte ikisine sahip oluyordu. Mussolini, %25’i garantilemek için yaklaşık 10.000 faşist önder arasından 375 adayı bizzat kendisi seçti. Faşistler ikili taktik izlediler. Çok güçlü oldukları Kuzeyde listeleri tamamen faşistlerden oluşturturdular, oldukça zayıf oldukları Güney’de ise listede önde gelen yerel kişilere de yer verdiler.’’ Ve daha sonra seçimler yapıldıktan sonra Mussolini ‘’çoğunluğun onayını aldıklarını, artık meşru bir iktidar bulunduğunu ve azınlık egemenliğinden söz edilemeyeceğini’’ ilan etti (age.s.43)
İkinci emperyalist paylaşım savaşının arifesinde ve sonrasında faşizm
1929 dünya ekonomik bunalımı emperyalist ülkeleri derinden sarstı. Bu durum emekçilerin durumunda da önemli değişimleri birlikte getirdi. Çalışma ve yaşam koşulları oldukça zorlaşan emekçilerin hoşnutsuzluğu da giderek artmaya başladı. İtalya’dan sonra 1933’de Almanya’da Hitler ve onu takip eden diğer faşist partilerin başa gelmeleri faşizm tehlikesinin giderek arttığını gösteriyordu. Bu durum faşizmin daha geniş bir analize tabi tutulmasını da birlikte getirdi..
Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi
Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi beraberinde bir çok sorunun tartışmasını da birlikte getirdi. Uluslararası alanda Hitler’in iktidara gelişini İtalyan faşizminin bir başka örneği olarak yorumlanmıyordu. İtalya’da faşizm savaş sonrasında devrimci durumun yükseldiği bir dönmede yükseliyordu. Togliatti bu durumu şöyle izah ediyor ‘’burjuvazi eski sistemle egemenliğini sürdürememektedir. Genel bir hoşnutsuzluk, bir işçi sınıfı saldırısı, genel grev vb vardır. Kısacası savaş sonrası dönemi yaşıyoruz. Bir devrimci bunalımdan geçiyoruz’’ faşizm böyle bir dönemde iş başına gelirken, Almanya’da ise böyle bir durumun olmayışı Hitler’i iktidara taşımıştı. Almanya’daki faşizm tartışılırken dünyadaki bu değişim göz önüne alınarak bir değerlendirme yapılıyordu. Bu değişim dünya ekonomik bunalımı ve değişen dengelerdi. İtalya örneğinin dışında ilk defa işçi sınıfının güçlü olduğu bir ülkede, Almanya’da faşizm iktidara geliyordu. 1918 devriminden sonra Almanya’da tekelci kapitalizm iktidarını burjuva parlamenter biçiminde yürütüyordu.
Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesinden sonra Almanya’daki faşist diktatörlüğün maskesini düşürmede Alman Komünist Partisinin önemli katkıları oldu. 30 Ocak 1933’de yayınlanan bildiride yeni hükümeti ‘’açık faşist diktatörlüğün kabinesi’’ olarak değerlendirmiş, ve yine 7 Şubat 1933’de Niderlehme yakınlarındaki Ziegengals spor salonunda yapılan Alman Komünist partisi merkez komite toplantısında ise Ernst Thalmann ‘’Hitler-Hugenberg-Papen hükümetinin bileşimine dikkati çeken Thalmann,’Almanya’da açık faşizm yönünde bundan daha ilerde bir tırmanmanın pek olamayacağını’’ vurguluyordu. Alman Komünist partisi daha 1929’da faşizmle büyük tekellerin bağlantılarını ortaya koydu ve faşizmin iktidara gelmesinden sonrada bunları daha da somutlaştırdı. AKP bir raporunda şu tespitlerde bulunuyordu ‘’Temmuzda, devlet gücü, Nasyonal-Sosyalist Alman işçi partisinin tamamen eline geçince, faşizm anti-kapitalist aldatıcı örtüsünü üzerinden atmak ve kanlı faşist diktatörlüğün kimlerin emrinde olduğunu göstermek zorunda kaldı. Almanya’nın gerçek egemenleri harekete geçtiler. ‘genel ekonomi meclisi’ kulislerden politika sahnesine çıktı. Krupp, Thyssen, Siemens, Vögler, Boscg, Diehn (IG-Farben), von Finck (Bankerler Merkez Birliği Başkanı), Schacht ve mali-sermayenin diğer temsilcileri bizim saptamalarımızın doğruluğunu tanıtladılar; faşizm tekelci kapitalistlerin azgın ve kanlı diktatörlüğüdür. Bu açıklamaya dayanan Wilhelm Pieck, Komünist Enternasyonal yürütme kurulu XIII. Oturumunda şöyle diyordu; ‘Almanya’daki faşist diktatörlüğün sınıfsal içeriği, ‘Genel Ekonomi Meclisi’nin bileşimi ile somutlaşmaktadır. Almanya’nın asıl egemeni olan bu hükümetin 16 üyesinden dokuzu büyük sanayici, (hemen hepsi tekelci kapitalizmin temsilcisidir.) dördü bankacı ve ikisi de büyük toprak sahibidir’’ (Kom. Ent faşizm tahlili s.31.32)
30 Ocak 1933’de iktidara gelen faşizm Almanya’da dengelerin kısa sürede bozulmasına yol açtı. Almanya’da faşizmin iktidara gelmesiyle kimin hizmetinde olduğunu çok geçmeden tüm açıklığıyla ortaya koydu. Faşizmin iktidara gelmesinden sonra faşist Alman emperyalizmi, her alanda kendisini sağlama almak için devleti yeniden şekillendirmeye gitti. Ekonomik, askeri ve ideolojik olarak faşist diktatörlük iktidarını güvence altına alma yoluna gitti. Faşist diktatörlük devlet egemenliği üzerinde hakimiyetlerini sağlamlaştırmakla işe giriştiler. Tüm demokratik hakları ve özgürlükleri rafa kaldırdılar. 28 şubat 1933’de faşistlerce Reichstag (Alman parlamentosu) yangınından hemen sonra ‘’Halkın ve Devletin korunmasına İlişkin devlet Bakanlığı Kararnamesi’’ yayınladılar. Bu kararnameyle başta Komünist partisinin çalışmaları olmak üzere, tüm kişisel özgürlükler, telefon dinleme, evlere baskınların kolaylaştırılması, Banka hesaplarına el koyma, denetleme, haberleşme konusunda polise geniş yetkiler tanınırken, 1933 seçimlerinde oyların %43,9 alan Naziler parlamentoda çoğunluğu sağlayamadıklarından, bazı yetki yasalarını parlamentodan geçirememeleri üzerine, Hitler Alman Komünist Partisinin kazandığı milletvekillerinin iptal edildiğini açıkladı. Buna benzer diğer gasplarla Naziler parlamentoda çoğunluğu sağladılar. 23 Mart 1933’de parlamentodan geçen ‘’Halkın ve Devletin Güçlüklerden Kurtarılması Yasası’’ Nazileri bir çok yönüyle güçlendiren yasaların başında geliyordu. Bu, Weimar anayasasının fiilen devre dışı bırakılmasıydı. Ve Hitler hiçbir yasal yetkiye dayanmadan istediği konuda yasa çıkararak uyguluyordu. Alman Komünist partisi yasa dışı ilan ediliyor, sendikalar basılarak tüm mal carlıklarına el konularak, yöneticileri tutuklanarak toplama kamplarına gönderiliyordu. Hitler 10 Mayıs 1933’de kurduğu ‘’emek cephesine’’ tüm işçilerin bu örgüte üye olma zorunluluğunu getirdi. 22 Haziran 1933’de Alman sosyal Demokrat partisinin tüm mallarına el konarak SPD kapatıldı. 14 Temmuz 1933’de çıkarılan ‘’Partilerin Yeniden Kuruluşu Yasası’’ ile Nazi partisi Almanya’daki tek yasal parti olarak ilan edildi. Ve bunu 20 Ocak 1934 yılında ‘’devletin yeniden yapılandırılması yasası’’ile ‘devlet bakanlığıyla, başbakanlığın birleştirilmesiyle’ tamamlandı. Bunu ‘’Gizli Devlet Polisi’’ (gestepo)nun kurulması takip etti. Ve kurulan ‘’Halk Mahkemeleri’ faşist diktatörlüğü güçlendiren gelişmeler oldu. 27 Şubat 1934 tarihinde çıkarılan ‘’Alman ekonomisi Organik Yapısının Düzenlenmesi Yasası’’ ile belirli tekellerin devletle daha çabuk kaynaşması sağlandı. Bunu takiben bir başka kararnameyle Alman ekonomisi şu altı grupta toplandı; ‘’sanayi, ticaret, el zanaatları, bankalar, sigortalar, ve enerji’’
Hitler kendisine taban oluşturmak için toplumun bir çok kesimine yönelik politikalar geliştirmeye başladı. Bu alanlardan biri de köylülüktü. Faşizmin iş başına gelmesiyle, 1933’de tarım alanına ilişkin çıkarılan kararnameyle birlikte suni bir iyileşmeye yol açtı. Taban fiyatlarının belirlenmesi, tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesi önlendi. Fakat bir yıl sonra köylülük üzerinde korkunç bir yıkım meydana geldi. Taban fiyatlarının oldukça ucuz tutulması, köylülerin ürettikleri ürünleri devlete ucuz satmalarını birlikte getirdi. Köylülük alanda tahıl ve yem ürünlerini üretenler esasında büyük toprak sahipleriydi, küçük çiftlikler ise daha çok hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Faşizm 29 Eylül 1933’de çıkardığı ‘’Miras Çiftlikleri Yasası’’ ile ekonomik olarak güçlü bir zümre yaratarak bunu kendilerine bağladı. Faşist diktatörlüğün incelenmesinde bu veriler önemli bir yer tutmaktadır. Buda gösteriyor ki, faşizmin iş başına gelmesinde mali sermayenin en geri gerici kesiminden gelmektedir. Peki nasıl olmuştu da Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi önlenememişti? 1932’de Almanya’da yapılan genel seçimlerde toplanan 6 Milyon oy nasıl olmuştu da Hitler’in 1933’deki iktidara gelişini önleyememişti? Bunun cevabı faşizmin yükselişe geçtiği dönemde kitlelerin ve özellikle de sendikaların reformcu kesimin elinde bulunmasıdır ve Alman Komünist partisinin taktiklerinde aranması gerekmektedir. Keza Almanya’da Faşizmin iktidara gelmesinden sonra Alman sosyal- Demokrat partinin tutumu bir kez daha sosyal-Demokrasinin faşizmin dayanak kollarından biri olduğunu göstermiştir. Emperyalizmin egemen olduğu bu çağda burjuva demokrasisi, tekellerin ihtiyacına cevap veren bir kurum ve politik bir anlayış olmaktan çıkarılmıştır. Bu, tekellerin demokrasinin tamamen ortadan kaldırılması ve sonsuz bir egemenliğin kurulması anlayışından ileri gelmektedir. Bu yüzden Alman sosyal-demokrat partisinin içi tamamen oyulmuştur. Hitler’in iktidara gelişinden sonra Alman-Sosyal demokrat partisinin sağ kanat temsilcileri bir kez daha sınıf işbirliği anlayışından vaz geçmediklerini göstermiştir. Bu, aynı zamanda faşizme karşı çıkmada ‘anayasal’ ve ‘barışçıl’ yöntemlerin geçersiz olduğunu göstermiştir.
Almanya’daki bu veriler faşizmin daha ayrıntılı ve sağlam araştırmalara dayanarak ortaya konmasını sağlamıştır. Bundan önce 1920 de Komünist enternasyonal faşizmi emperyalizmin bir ürünü olduğunu ortaya koymuş ve bu değerlendirmenin doğruluğu süreç içinde daha da verili bir politika haline getirilmiştir. Keza Komünist enternasyonal ‘’emperyalist ekonomi ile politika arasındaki değişen ilişkileri, mutlaka faşizmi doğuracak ilişkiler olarak görmedi. Bunun yerine onları Leninist anlamda, sınıfsal ilişkilerin çok yönlü karmaşası olarak yorumladı. Komintern’e göre, tekelci sermayenin en gerici temsilcilerinin açık terörcü diktatörlüklerini kurabilmeleri, sınıflar arası güç dengesine bağlıdır. Ancak bu tarihin herhangi bir kesitinde ortaya çıkabilecek bir görüngü değildir. Yalnızca, faşizmin sınıfsal niteliğinin belirlenmesi sonucu, onun tekelci kapitalizmle, yani emperyalizmle zaman ve öz açısından olan bağlantısını ortaya çıkaran bir görüngüdür’’ (age s.37)
Fransa’da faşizmin iktidar denemesi
1933’de Almanya’da faşizmin iktidara gelişi, Alman işçi sınıfının yenilgisi uluslararası alanda yeni tartışmaları da birlikte getirdi. Almanya’da faşizmin iktidara gelişi diğer emperyalist kapitalist ülkelerdeki tekelci burjuvaziyi de aynı yönlü harekete geçirmeye yöneltti. Demokratik haklar bir bir kısıtlanmaya, kazanılmış haklar budanmaya başladı. Buna karşın uluslararası alanda işçi sınıfının faşizme karşı daha uyanık davranmasını, Almanya’da faşizmin iktidara gelişi üzerine sonuçlar çıkarılmaya başlandı. Leipzig’deki Reichstag yangını davasında Dimitrov’un taviz vermez tutumu ve mahkemeyi faşizmin yargılandığı bir arenaya çevirmesiyle, Alman faşizminin maskesini düşürerek, faşizmi ideolojik olarak ağır bir yenilgiye uğrattı. Almanya’da faşizmin iktidara gelişi Fransız burjuvazisini oldukça cesaretlendirdi. Fransa 1929 dünya ekonomik bunalımından en çok etkilenen ülkelerin başında geliyordu. 1931 yılında kendisini gösteren ekonomik bunalım 1934 yılında doruğa ulaştı. Ekonomik bunalım geniş kitlelerde huzursuzluğa yol açıyordu. Ekonomik bunalımdan en çok etkilenen kesimler, işçiler, köylüler ve küçük işletme sahipleriydi. İşsizlik çığ gibi büyümüş, ve yüz binlerce işçi kendisini bir anda sokakta bulurken, düşen tahıl ve şarap fiyatları köylüleri oldukça etkileyen değişimler oldu. Binlerce küçük esnaf için bulanım demek olan ekonomik değişim, işyerlerinin kapanmasına yol açken, sermaye giderek Fransız burjuvazisinin tepesinde bulunan ‘’200 ailenin’’ elinde toplanıyordu. Artan bunalım Fransa’da sayısız grev ve köylü gösterisine ve direnişine tanıklık ediyordu. Buna karşın burjuvazi kendi içindeki birliği sağlamada oldukça zorlanıyordu. Fransa’da ekonomiyi eline geçiren 200 büyük tekelin en gerici temsilcileri Almanya’yı kendilerine örnek alarak Fransa’da faşist diktatörlük kurma girişimini başlattı.
İlk adım ‘’Stavisky Suiistimal’’ olayının patlak vermesini faşistler kullanmaya çalıştılar. Bu mali skandalda ‘’Stavisky olayında bonolar ve borç senetleri üzerindeki çok büyük ölçülere varan miktarı kapsayacak tahrifatlar yapılmış ve buna bazı parlamenterlerle birkaç bakanın da adı karışmıştı.’’(age s.75) başlangıçta faşistler bu olayı geniş bir şekilde kullandılar. Fransız halkının bu konudaki hassasiyeti bilindiğinden, gerçek demokrasi ve adaletin temsilcileri kendileri olduğu propagandasını yaydılar. 6 şubat 1934’de faşistler kendilerine bağlı on binlerce silahlı kişiyi ‘’Ateş Haçlılar, Camelots du Roi, Yurtsever Gençlik’’ Paris sokaklarında gösteri yaptı. Sloganları; tüm ‘demokratik kurumların ve parlamentonun fes’ edilmesi idi. Buna karşı Fransız işçi sınıfının karşı tepkisi geçikmeden geldi. Daladier hükümetinin gelişen halk hareketine karşı polis güçlerini faşist göstericilerin üzerine göndermek zorunda kaldı. Olaylar karşısında istifa eden Daladier hükümetinin yerine gelen Doumergue sağ hükümetine rağmen faşist hareket istediği sonucu alamadı. Fransız komünist partisi bu durum karşında yeni bir durum değerlendirmesi yaparak olaylara müdahalede bulundu. Dalidier’i faşistlere karşı teslim olmakla eleştirerek geniş bir ittifak politikasına girişti. İşçi sınıfı içinde çalışmalarını yoğunlaştırdı, çünkü ‘’Fransız halkının cumhuriyetçi unsurlarının kararlılık derecesi, Fransız işçi sınıfının faşizme karşı savaşımındaki kararlılığına bağlıydı.’’ Fransız emekçileri FKP ve devrimci sendikalar birliğinin ‘’cumhuriyeti savunma’’ çağrısına 9 Şubat 1934 günü yapılan büyük bir gösteriyle cevap verdiler. FKP 14 Şubat 1934 günü için genel grev çağrısı yaptı. Bu aynı zamanda reformist sendikalar birliği ve sosyalist partiyi gerçekleri görmeye zorlayan bir durum yarattı. FKP çağrısına olumlu cevap veren Sendikalar birliği ve Sendikalar Genel Konfederasyonu 12 şubat günü ‘’kahrolsun faşizm’’ sloganı ile bir genel grev düzenledi. ‘’Böylece Fransız işçi sınıfının güçlü eylem birliği sonuncunda faşist saldırlar daha başlangıçta boğuldu’’
Avusturya’da faşizmin iş başına gelişi
Faşizm Avrupa’da giderek büyük bir tehlike oluşturuyordu. Almanya’da iç başına gelmesi, Fransa’daki denemesinin hemen öncesinde, 7 Mart 1933 tarihinde Avusturya da iş başında bulunan Dollfuss hükümeti yayınladığı bir kararnameyle ülkeyi bundan böyle parlamentosuz yöneteceğini açıkladı. Tüm gösteri ve hak arama eylemlerine son verildiğini, basına sansür getirildiğini ve gerekirse başka kararlarda alacaklarını açıkladılar. Avusturya işçi sınıfı bu kararlara karşı geçikmeden tepkisini sokağa taşıdı. Avusturya Sosyal-demokratları acele edilmemesi gerektiği gerekçesiyle, gösterilere katılmayı ret etti. Yasal yolların kullanılmasını ileri sürerek Dollfuss hükümetiyle antlaşma yolları aradı. Buna karşın Dolfuss hükümeti 31 Mart 1933 tarihinde ‘’Sosyal-Demokrat koruma birliğini dağıttığını açıkladı.’’ Bu karara karşı sosyal-demokratlar her hangi bir tepki vermediler. Avusturya tekelci burjuvazisinin en gerici kesimlerinin finanse ettiği gönüllü faşist birlikler harekete geçtiler. 12 Şubat 1934’de İlk olarak Linz’deki işçi birliği basıldı, bunu Viyana ve ülkenin diğer yerleri takip etti. Buna karşı geliştirilen direnişler yeterli olmadı. İşçi sınıfının Siyasi ve askeri önderlikten yoksun oluşu faşizme karşı direnişin yenilgiyle sonuçlanmasını birlikte getirdi. Ülkedeki tüm parti, sendika ve diğer kurumlar kapatılarak geniş çaplı bir saldırı başlatıldı. Avusturya tekelci burjuvazisinin en gerici ve kanlı temsilcileri artık iş başındaydı. Avusturya’da faşizmin böyle kolay hakimiyetini kurmasında Dimitrov’un da belirttiği gibi ‘’savaşımının, örgütlü olmaması ve devrimci Bolşevik yöntemlerle sürdürülmemiş olmasındadır.’’
Bundan şu sonuç çıkarıla bilinir ki, hem Fransa hem de Avusturya’da da, sınıf savaşımında belirleyici güç işçi sınıfı ve onun öncüsü KP’dir. Bu gibi ülkelerde işçi sınıfını örgütlemeden sınıf savaşımlarının başarıya ulaşması mümkün değildir. Fransa’da faşizmin önlenmesi, FKP’sinin sınıfın başına geçmeleri ve taviz vermeden kitleleri faşizme karşı savaştırmalarıdır. Buna karşın Avusturya’da işçi sınıfının çoğunluğunun reformist kesimlerin etkisinde olması ve Avusturya komünistlerinin zayıflığında aramak gerekir. Avusturya’daki gelişmeler aynı zamanda, Avusturya sosyal-Demokratlarının öne sürdükleri ‘’üçüncü yol’’ teorilerinin de iflasını ve geçersizliliğini bir kez daha ispatlamıştır. ‘’saldırgan faşizme karşı reformist politika ve taktiklerin hepsi hangi biçim altında olursa olsun iflas etmiştir’’
Tüm Ülkelerde Faşizmin zaferi Kaçınılmaz mıydı? Faşizm, niçin ve nasıl zafere Ulaştı?
Bu soruya Dimitrov Komünist enternasyonalin 7. Kongresine hazırladığı raporda geniş bir cevap vererek şöyle demektedir, ‘’Faşizm, her şeyden önce, sosyal-demokrat önderlerin izlediği burjuvaziyle işbirliği siyasetinin bir sonucu olarak, işçi sınıfı bölünmüş olduğu için, saldırgan burjuvazi karşısında siyasi ve örgütsel olarak silahsız kaldığı için iktidara gelebildi. Komünistleri harekete geçirecek ve faşizme karşı tayin edeci mücadelede kitleleri yönetecek güçte değildi. (….)1918 yılında Almanya’da ve Avusturya’da devrim patlak verdiğinde Avusturya ve Alman proletaryası, Avusturya’da Otto Bauer, Friedrich Adler ve Karl Renner’in, Almanya’da Ebert ve Scheidemann’ın sosyal-demokrat önderliğini izleyecek yerde Rus Bolşeviklerinin yolunu, Lenin ve Stalin’in yolunu izlemiş olsalardı, bugün ne Avusturya ve Almanya’da, ne İtalya ve Macaristan’da, ne de Polonya ve Balkanlar’da faşizm olmazdı.(..) Mesela, Avusturya sosyal-demokrasini alalım. 1918 Devrimi onun muazzam bir şekilde gelişmesine yol açtı. İktidarı ele geçirdi.Orduda ve devlet mekanizmasında güçlü mevziler elde etti. Avusturya sosyal-demokrat Partisi bu mevzilere dayanarak, faşizmi daha başlangıçta yok edebilirdi. Fakat o, işçi sınıfının mevzilerini hiçbir direnme göstermeden birbiri ardına teslim etti. (…) Almanya’da faşizmin zaferi kaçınılmaz mıydı? Hayır, Alman işçi sınıfı faşizmi önleyebilirdi. Fakat bunun için anti-faşist proleter birleşik cephenin kurulmasını kabul ettirmesi, sosyal-demokrat önderleri Komünistlere karşı giriştikleri kampanyayı durdurmaya ve Komünist partinin defalarca tekrarladığı faşizme karşı eylem birliği tekliflerini kabul etmeye zorlaması gerekirdi. (….) Alman işçi sınıfı, Prusya’da hükümetin başında bulunan sosyal-demokrat önderleri, faşizme karşı savunma tedbirleri almaya, faşist önderleri tutuklamaya, faşist basını yasaklamaya, faşistlerin maddi kaynaklarına ve faşist hareketi parayla destekleyen kapitalistlerin kaynaklarına el koymaya, faşist örgütleri dağıtmaya ve silahlarını ellerinden almaya vs. zorlamalıydı. Proleter ayaklanmanın güçlerinin bir köylü savaşıyla böylesine elverişli bir şekilde birleştiği İspanya’da burjuvazinin ve aristokrasinin zafere ulaşması kaçınılmaz mıydı? İspanyol sosyalistleri, Devrimin ilk gününden itibaren hükümette yer alıyorlardı. Komünistler ve anarşistler dahil, tüm siyasi yönetimlerden işçi örgütleri arasında mücadele bağları kurdular mı?, işçi sınıfını tek bir sendika örgütünde bileştirdiler mi? Köylüleri devrime kazanmak için çiftlik sahiplerinin, kilisenin ve manastırın bütün topraklarına köylüler yararına el koymasını talep ettiler mi? Katalonyalıların ve Basklıların kendi ulusal kaderlerini tayin için ve Fas’ın kurtuluşu için mücadeleye giriştiler mi? (…) Hayır, bunların hiçbirini yapmadılar. (….)Yoldaşlar, sosyal-demokrasi faşizme iktidarın yolunu hem Almanya’da ve Avusturya’da hem de İspanya’da işte böyle hazırladı, işçi sınıfının saflarını dağıttı ve böldü. (…) Bu bağıntıda, faşizme karşı mücadelemizi kösteklemiş olan bir dizi hatayı, Komünist Partilerin bir dizi hatasını görmezlikten gelemeyiz. (….) Faşist darbenin komünistleri gafil avlaması konusunda da örnekler az değildir. Partimiz yönetiminin 9 Haziran 1923’deki hükümet darbesi karşısında ‘’tarafsız’’, ama özünde oportünist bir tavır takındığı Bulgaristan’ı düşünün; Mayıs 1926’da, Komünist Partisi yönetiminin, Polonya devriminin itici güçlerini doğru değerlendiremediği, Pilsudski darbesinin faşist niteliğini fark edemediği ve olayların gerisinde kaldığı Polonya’yı düşünün; (….) Evet yoldaşlar, faşizmin yolu kapatılabilir. Bu, tamamen mümkündür. Bu bizzat bize bağlıdı, işçiler, köylülere, bütün emekçilere bağlıdır. ‘’ Dimitrov Faşizm ve işçi sınıfı s.21,22,23,24,25,26,27)
Faşizm değerlendirmeleri ve faşizmin iktidara gelişinin çeşitli biçimleri
Komünist enternasyonal sürekli olarak emperyalist ülkelerdeki faşizm tehlikesine dikkat çekmiş ve böylece faşizmin yalnızca geri kalmış ülkelerde görülebileceğini savunan görüşlere kesinlikle karşı çıkmıştır. Yine değinilmesi gereken bir başka konuda faşizmin gelişmiş ülkelerde iktidara gelişinin mutlaka silahlı bir darbe ile gerçekleşmeyeceği olgusudur. Almanya’da olduğu gibi seçimle iş başına gelebileceği gibi, Türkiye’de olduğu gibi ‘kurtuluş savaşı’ sonrasında da iktidara gelebilir.
Faşizmin tahlili konusunda Komünist Enternasyonalde bir çok tartışma oldu. Burjuva ideologları ve sosyal demokratlarca, faşizmin küçük burjuva diktatörlüğü olduğu teoriyle uğraşmak zorunda kaldı. Keza Thalheimer de faşizm konusunda yanlış tespitlerde bulunarak farklı bir tartışma içine giriyordu. Thalheimer Faşizm Bonapartizm ile eş anlamlı buluyor ve şöyle diyordu ‘’Bonapartizm, burjuva devletin, proletarya devrimine karşı kendini savunması, tahkim etmesi ve yerini sağlamlaştırmasının bir biçimidir. Sermayenin açık diktatörlüğünün bir biçimidir. Bunun dışında bir başka biçim, çok yakın başka bir biçim daha vardır ki, bu, faşist devlet biçimidir. Her ikisinin ortak yanı, sermayenin açık (ama dolaylı) diktatörlüğü olmalarıdır’’(age s.37 Thalheimer’in bu yanlış görüşleri Lenin’in emperyalizm teorisini anlamamaktan ileri geliyordu. Faşizmin tahlili konusunda aynı düşünenler Thalheimer’in bu teorisine dört ele sarılmışlardır. Thalheimer’in dayanak noktası ‘’Yürütme erkinin kendi başına buyrukluğunu, burjuvazinin siyasal egemenliliğinin yok olmasını’’ katmaktadır. ‘’yürütme kurulunun kendi başına buyrukluğu’’ demek olan Thalheimer teorisinin yanlışlığı sınıf mücadelesinin pratiğinde defalarca ispatlanmıştır. Bu teori Troçkistlerin faşizm konusunda dayandıkları temel bir dayanak olmuştur. Troçkistler bu teorilerini Marksın 18. Brumaire ve Enlges’in bazı değerlendirmelerinden çıkartmışlardır.
Yine Bordiga, burjuva demokrasisi ile faşist diktatörlük arasında hiçbir fark görmediğini ve ikisinde aynı olduğu tezini savundu.
Keza faşizm Otto Bauer’in savunduğu gibi ‘’her sınıfın, proletarya ve burjuvazinin üzerinde’’ki bir devlet biçimi değildir.Yada İngiliz Sosyalisti Brailsford’un savunduğu gibi ‘’devlet cihazını ele geçiren, başkaldırmış küçük burjuvazi’’de değildir.
Dimitrov faşizmin genel olarak iktidar olmada aynı yolu izlemediğini tarihi tecrübelerden çıkardığı sonuçları şöyle aktarmaktadır ‘’ ….güney doğu Avrupa ülkelerindeki özel koşullar faşizme, kendine özgü bir karakter vermektedir. Bu özellik, öncelikle, örneğin İtalyan faşizminden farklı olarak, faşizmin bu ülkelerde alttan bir kitle hareketiyle devlet ve hükümet biçimi olarak değil, tersine yukarıdan gelmesinde yatmaktadır. Gasp edilen bir devlet iktidarına, burjuvazinin askeri gücüne, banka sermayesinin mali gücüne dayanan faşizm, kitlelere nüfus etmeye ve kendine kitleler arasında ideolojik, siyasi ve örgütsel bir dayanak yaratmaya çalışmaktadır. Bulgaristan’da bu, 9 Haziran askeri faşist darbesiyle oldu. Yugoslavya’da faşizmin tezgahlayıcısı ve örgütleyicisi, monarşizm, militarizm ve banka sermayesinin ittifakıdır. Romanya ve Yunanistan’da küçük değişikliklerle aynısı oldu. Horthy ve Benhlen’in başında olduğu Macaristan da bu kuralı bozan bir istisna değildir. Avusturya ve daha gizli bir şekilde Çekoslovakya’da faşizm örgütlenmekte, silahlanmakta ve ‘’cumhuriyetiçi’’ hükümetlerin koruyuculuğu ve mümkün olan en büyük desteği altında, etkin bir şekilde son saldırısına hazırlanmaktadır.’’ (age s. 26)
Sosyal demokrasinin burjuvazinsin yedeği haline gelmesi sorunu
2. Enternasyonal döneminde sosyal demokrat partiler devrim öncesinin parlamenter yolla iktidara gelmenin araçlarıydı. 2. Enternasyonal içinde yer alan sosyal demokrat partilerin savaş aleti haline gelmeleri ve Anavatan savunması adı altında kendi burjuvalarının yanında yer almalarıyla bir dizi ülkede Sosyal demokrat partiler burjuvazinin yedeği partiler haline geldiler. Birinci emperyalist paylaşım savaş sonrasında faşizmin sosyal demokrasiyi yendiği teorileri tartışılmaya başlandı. Gerçekten sosyal demokrasi faşizme karşı savaşmış olsaydı ve bu savaşımdan sonra yenilgi alsaydı, sosyal-demokrat partilerin durumu başka türlü bir tartışmaya sahne olurdu, fakat aksine sosyal demokrasi faşizme yolu açan partiler haline geldiler. Fransa sosyalist partisi burjuvazinin ‘sol’ kanadı haline geldi. Almanya’da sosyal demokrasi savaş sonrasında iş başına gelir gelmez grevleri yasakladı, yeni savaş politikasını kabul ederek zırhlı gemilerin inşasına izin verdi. İçteki muhalefeti ezmek için kolları sıvadı 1 Mayıs gösterilerini yasakladı. Bu sosyal demokrat partilerin sağ kanadının sosyal faşist bir güzergaha girmelerinin yoluydu. İngiliz işçi partisi Almanya’daki SDP’nin yolunu izlemekten geri kalmadı. Komünist Enternasyonalin 11. oturumunda iktisadi krizin derinleşmesi ve bir dizi ülkede devrimin yükselmesine bağlı olarak komünist enternasyonal seksiyonlarının görevleri üzerine tezlerinde sosyal demokrasiye karşı mücadelede KP’lerin önüne şu görev konmaktadır ‘’faşizmin son zamanlardaki gelişimi sadece, savaş sonrası dönemde, biçimlenen bağımsız olarak burjuva diktatörlüğünün uluslararası sosyal-demokrasi tarafından desteklenmesiyle mümkün olmuştur.’’Sosyal-demokrasi, burjuva diktatörlüğünün ‘’demokrasi’’ biçimi ile faşizm arasındaki çelişkiyi meşrulaştırarak mücadele içindeki yığınların siyasal gericiliğe ve faşizme karşı olan uyanıklığını köreltti ve burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olarak burjuva demokrasisinin karşı-devrimci özünü gizledi. Sosyal-demokrasi, kapitalist devletin faşistleşmesinin en aktif faktörü ve hazırlayıcısıdır.
Faşizme karşı başarılı mücadele Komünist partisinden tabandan birleşik cephe temelinde yığınların harekete geçirilmesine ve açık faşist diktatörlük için yolu açan tüm gerici önlemlere karşı ve faşizm ile burjuva demokrasisi, aynı şekilde burjuva diktatörlüğün parlamenter biçimi ile açık faşist biçimi arasındaki çelişkinin meşrulaştırılması olan, Komünist partisi içindeki sosyal-demokrat etkiyi gösteren hatanın hemen ve kökten düzeltilmesini talep eder’’ (Komünist ent. Faşizm üzerine tartışmalar. S.83)
Birinci emperyalist paylaşım savaşının arifesinde soysal-demokrasinin burjuvazinin temel dayanağı olduğunu gösterdi. Sosyal-demokratlar, Anavatan savunmasıyla milyonlarca emekçiyi ölüme gönderdi. 1917 Ekim devriminden sonra, Sovyetler Birliğine karşı düşmanca bir tutum aldı. Tekellerin işçi sınıfına karşı saldırılarında, sömürgelerin yağmalanmasında, İngiliz işçi partisinin ücretleri düşürmede, Hindistan ve Mısır’da ulusal hareketleri kanla bastırmada ve emperyalist talanda sosyal-demokrasi faşizme güç vermiştir. 1933’de Hitler’in iş başına gelmesinden sonra sosyal-demokrat von Papen Hitler’le ortak hükümet olmada bir sakınca görmemiştir. ‘’faşizm ve sosyal faşizm (sosyal-demokrasi) kapitalizmin ve burjuva diktatörlüğünün korunması ve sağlamlaştırılması için çalışıyorlar.’’ ’’ Faşistlerin ve sosyal faşistlerin davranışları ülkelerin özelliklerine göre çeşitlilik göstermektedir. Sosyal faşistler işçi yığınlarını kandırabilmek için, burjuva sınıf şiddetinin ılımlı ve ‘’kanunlara uygun’’ kullanımından, burjuva diktatörlüğün parlamento ile örtülmesinden yanalar’’ Keza Japon sosyal demokrasisi Japonya’nın Çin’i istilasını uygarlaştırma hareketi olduğunu ilan etmekten geri kalmadı.
Lenin Alman komünistlerine daha 1921 yılında ‘’batı Avrupa’da ve Amerika’da burjuvazi, proletarya içinde bir dayanağı olmadan (II ve II ½ Enternasyonalin burjuva ajanları) iktidarı elinde tutamaz.’’ diye yazmıştı. Sosyal-demokrasinin neden burjuvazinin temel sosyal dayanağı olduğu sorusu burada yanıtlanmaktadır. Sosyal-demokrasinin görevi proletarya içinde burjuvazinin etkisini taşıyıp proletaryanın mücadelesini parçalamak ve ona ihanet etmektir. Lenin’in yazdığının doğruluğunu geçen yıllar ispatlamıştır. İktisadi kriz mevcut krizi daha da derinleştirip burjuvazinin bir dizi ülkede, demokratik egemenlikten açık faşist diktatörlüğe geçmesine yol açtı. Sosyal-demokrasi bu yolda burjuvazinin çıkarlarını adım adım takip etti, burjuvazi proletaryaya karşı ne kadar kararlı şekilde faşist metotlar uyguladıysa, sosyal-demokratlar ölçüde faşistleştiler. Bu sadece sosyal-demokrasi de burjuvazinin mücadele örgütlerinin aktif desteği olmadan kesin başarılar kazanamaz. Bu örgütler birbirini dıştalamaz, aksine tamamlar’’ (age S.131)
Sağ ve sol sosyal-demokratlara karşı Dimitrov, 3. enternasyonalde yapılan faşizm tartışmalarında ve özellikle yaklaşan savaş ve faşizme karşı birleşik cephe siyasetinde şunları belirtmektedir.’’Öte yandan, sosyal-demokrasinin iki ayrı kampı arasındaki farkı da gözden kaçırmamak gerektiğini vurguluyoruz. Daha önce de işaret ettiğim gibi, sosyal-demokrasinin bir gerici kampı vardır, fakat bunun yanı sıra devrimcileşmeye başlayan işçiler kampı, yani bir sol sosyal-demokratlar kampı da vardır ve gelişmektedir. Bu ikisi arasındaki pratikteki tayin edici fark işçi sınıfının birleşik cephesine karşı takındıkları tavırlardır. Gerici sosyal-demokratlar birleşik cepheye karşıdır. Birleşik cephe hareketi onların gerici burjuvaziyle uzlaşma siyasetini baltaladığı için, birleşik cephe hareketine karşı çalmakta, hareketi baltalamakta ve bölmektedir. Sol sosyal-demokratlar ise birleşik cepheden yanadır’’ (Dimitrov FKBC s. 86)
Günümüzde iş başında olan sosyal-demokrat partilerin oynadıkları rolleri çok daha iyi görmekteyiz. Yağma savaşlarında, devrimci hareketi bastırmada, anti Terör yasalarıyla toplumsal muhalefeti nasıl ezmek istediklerini görüyoruz. İngiliz işçi partisi ABD emperyalizmiyle kol kola girerek Irak’a saldırdı. Irak’ın yağmalanmasında, Irak halkının katledilmesinde İngiliz işçi partisinin nasıl bir sosyal demokrat parti olduğu ortadadır. Keza Almanya’da sosyal-demokrat partinin iş başına gelmesinden bu yana yaşananları geniş emekçi kitleleri gördü. 11 Eylül sonrasında çıkarılan anti Terör yasalarının sonu gelmez bir şekilde çıkarılmaya devam ediliyor. Hak gaspları, işçi sınıfının çalışma şarlarının yeniden düzenlenerek Tekellerin istediği şekle getirilmesi, devrimci örgütlerin yasaklanması, muhalif güçlerin banka hesaplarının kontrolü, telefonlarının dinlenmesi, tüm bunlar kendisine sosyal-demokrat diyen hükümet döneminde yapılıdı. Bunlar sadece İngiltere ve Almanya’da olmuyor, benzer uygulamalar sosyal-demokrat hükümetlerin iş başında olduğu başka ülkelerde de söz konusudur.
Türkiye’de faşizm
Ülkemizde faşizm olgusu sürekli tartışılan konulardan başında gelmiştir. Türkiye devrimci hareketi gerek faşizmin tahlili, gerekse Türkiye’nin devlet yapısının faşizm olup olmadığı konusunda sürekli bir tartışma içinde olmuştur. Tüm tartışmalar faşizmin tahlili ve buna bağlı olarak bizim gibi ülkelerde faşizm sınıfsal niteliği, hangi sınıfların temsilcisi olduğu, faşizmin sürekli bir olgumu, yoksa gelip geçici bir olgumu olduğu konularıyla yakından ilintilidir. Ülkemizde faşizmi sadece MHP’le sırlayan anlayış az tartışılmadı. Yada faşizmi sadece askeri cuntalarla sınırlayan yaklaşımlar, parlamentonun varlığını faşizmle bağdaştırmayan teoriler ve değerlendirmelerin tümü ülkemizde faşizm tartışmalarının bir özeti niteliğindedir.
Faşizm olgusunu değerlendirirken, onun ortaya çıkış şartlarını ve sınıfsal dayanaklarını doğru bir şekilde izah edemediğimizde ebetteki yanlış sonuçlara varmamızda kaçınılmazdır. Faşizmin sınıfsal dayanakları ve temsil ettiği sınıfların emperyalist ülkeler ile yarı-sömürge ülkelerde aynılığını aramak elbetteki faşizm konusunda bazılarını yanlış sonuçlara götürecektir. Faşizmi değerlendirirken, tek tek ülkelerin özelikleri, tarihi gelişmeleri, farklı faşistleşme sürecine yol açmaktadır. Buda faşizmin değişik biçim ve yöntemlerine götürmektedir. ‘’Bütünsel diktatörlük (Almanya, İtalya), Faşist askeri diktatörlük (Bulgaristan,Yugoslavya, Japonya), dinsel faşizm (Avusturya, ispanya), Parlamentarizmin belli bir görünüm olarak kalması (Polonya, Macaristan, Finlandiya) vb ..faşist diktatörlüğün sınıfsal niteliğinde herhangi bir değişiklik yapmaksızın bu farklılıklar, sosyal-demokrasinin rolünün sınırlanması, reformist sendikaların tavsiyesi, ile onlardan bazı grupların çekilmesi ve yararlanılması derecesinde kendisini göstermektedir’’ (Kom. Ent. faşizm tahlili s.158)
Bizim gibi yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde faşizm, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının ortaklaşa diktatörlüğüdür. Bizim ülkemizde faşizm ‘kurtuluş savaşı sonrası’ 1923 de ‘kurtuluş savaşına’ önderlik eden Kemalistlerin iş başına gelmeleriyle devlet askeri faşist diktatörlüğe bürünmüştür. İbrahim yoldaş ‘’Kemalizm, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazisinin sağ kanadının ideolojisidir’’ der ve devamla ‘’Kemalizmin faşizmle bağdaşması bir yana, Kemalizm bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri faşist bir diktatörlüktür’’ tespitini yaparak, ülkemizdeki faşizmin sınıf karakterini açık olarak ortaya koymaktadır.
Bizim gibi ülkelerde faşizm süreklidir. Parlamentarizmin muhafaza edilmesi yada dönem dönem askeri darbelerle iş başına gelmesi faşizmin özünü değiştirmemektedir. Bu değişim sadece faşizmin dozunu artırmak veya biraz gevşetmekle alakası vardır. Ülkemizde egemen olan komprador burjuvazidir. Komprador burjuvazinin zayıflığı onu sürekli bir zora başvurmaya iter. Buna toprak ağalarının iktidara ortak olması ve feodalizmin sopa ve cebrinin de iktidara taşınması, faşizmin ülkemizdeki sınıfsal özünü tamamlar. Dolayısıyla bizim ülkemizde faşizm, Komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının ortak diktatörlüğüdür. İbrahim yoldaş PDA’yla girdiği polemikte PDA’nın faşizm değerlendirmesine karşı Birincisi; ‘’Faşizm, herhangi bir emperyalist ülkede olduğu gibi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değildir; Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, Komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür’’ Dimitrov ‘’Sömürge ve yarı –sömürge ülkelerde aynı şeklide bazı faşist gruplar gelişmektedir. Ancak tabii ki bu, Almanya’da, İtalya’da ve diğer kapitalist ülkelerde görmeye alışkın olduğumuz faşizme benzemez. Buralardaki tümüyle özel ekonomik, siyasi ve tarihi koşulları incelemeli ve dikkate almalıyız. Söz konusu koşullarda faşizm kendine özgü biçimler almaktadır. Ve alacaktır.’’ F. Karşı B.cephe s.142) Kaypakkaya devamla ‘’Ayrıca tekelci burjuvazinin komprador niteliği de bir kenara bırakılarak emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ülkeler arasındaki son derece önemli ayrım çizgisini silmişlerdi. Bunun tabii sonucu da elbette, anti-faşist mücadeleyi şehirlerde, tekelci burjuvaziye karşı yürütecek bir mücadele olarak görmek ve köylülerin anti faşist mücadeledeki rolünü inkar etmekti. (veya en azından küçümsemekti. Revizyonist klik zaman zaman köylülerden de bahsediyordu fakat köylülerin anti faşist mücadeledeki rolünü küçümsüyordu.)’’ İkincisi; ‘’faşizmin iktidara askeri darbe yoluyla geleceği düşünülüyordu ki, bu son derece sığ bir görüştü. Faşizm iktidara askeri darbe yoluyla gelebileceği gibi başka yollarla da gelebilirdi.’’ Üçüncüsü; ‘’faşist diktatörlüğün parlamento ile asla bağdaşmayacağını yaydılar. Oysa, bugün en koyu faşizmin iktidarda olduğu bir yığın ülkede, mesela Endonezya’da, Güney Vietnam’da, Pakistan’da, Hindistan’da, İran’da, İspanya’da …..parlamento mevcuttur. Faşist klikler, parlamentoyu feshetmek yerine hem bu ülkelerdeki halk kitlelerini aldatmak bakımından, hem de dünya demokratik kamuoyunu aldatmak bakımından parlamentoyu faşizmin aleti haline getirmeyi menfaatlerine daha uygun görüyorlar.’’(İK seçme yazılar s.352-53)
Dimitrov yoldaş faşizmin parlamentonun bir perde olarak kullanılmasını çok önceden göstererek şunları belirtir ‘’Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin keskin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sosyal-demokrat partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizmin sınırlandırılmamış olan siyasi tekelini kurar. Bunu ya hemen, ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yöntemini ve kan kusmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleşmesini engellemez.’’ (aktaran İK SE s.347)
Ülkemizde faşizmin sürekliliği, devrimci durumun sürekliliğiyle koşut halindedir. Devrimci durumu var eden koşullar, faşizmin de sürekliliğinin varoluş şartlarını belirler. Ülkemizde faşizm gelip geçici bir olay değildir. Faşizmin bir hükümet değişikliğiyle ortadan kalkacağını savunan anlayışla, faşizmi askeri darbelere bağlayan anlayışlar tamamen iflas etmiştir. Bu faşizmin sınıfsal tahlilini çözümlemeyen, devletin yapısını kavrayamayan, küçük burjuva anlayışların ürünüdür. Kaypakkaya yoldaş ‘’ülkemiz açısından çıkaracağımız dersler şunlaradır’’ der şu doğru sonuçlara varır; ‘’Birincisi; Türkiye’de anti-feodal, anti-emperyalist cephenin sınıf muhtevasıyla anti-faşist cephenin sınıf muhtevası aynıdır. İçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, milli burjuvazisinin devrimci kandı. Bu sınıflar arasında birleşik cepheyi gerçekleştirme mücadelesi, aynı zamanda bizim şartlarımızda anti-faşist cepheyi gerçekleştirme mücadelesidir. (…..)
İkincisi; Türkiye’de anti-faşist iktidar mücadelesi aynı zamanda anti-emperyalist ve anti feodal iktidar mücadelesidir.’’der (age s.347)
Ülkemizde faşizm bir darbe yada seçim yoluyla iş başına gelemedi. O ‘kurtuluş savaşı’ sonrası askeri bir diktatörlük olarak iş başına geldi. Parlamentoyu bir maske olarak kullandı. Uzun bir dönem tek parti olarak ‘demokrasi’ gösterisi sergiledi. 1946’lardan sonra burjuvazinin bir kanadının artan hoşnutsuzluğu, Kemalistleri çok partili bir döneme zorladı. DP”nin kurulmasıyla başlayan çok partili dönem, başka burjuva partilerin kurulmasını birlikte getirdi. Faşist diktatörlüğün resmi olarak temsilcileri olan partileri üzerinden çıkar çatışmalarının sürdüğü ülkemizde, orduya hakim olan kesim dönem dönem darbeler yaparak açık askeri faşist diktatörlüğe geçtiklerini ilan ettiler. 1960 darbesi bunlardan biridir. Burjuvazi kendi içindeki çelişkileri dahi dönem dönem şiddet yoluyla halletmeye gitmiştir. 1960 darbesiyle Demokrat parti yöneticilerinin tutuklanması ve ardından idam edilmeleri bunu gösteriyor. Keza halk muhalefetinin en çok ezildiği dönemde askeri faşist diktatörlükler dönemi olmuştur. 1971 ve 1980 askeri faşist darbeleri bunu açık örnekleridir.
Ülkemizde, parlamento her zaman faşizmin ayıbını örten bir incir yaprağı gibidir. Göstermeliktir. Karalar sürekli orduyla birlikte alınmakta, perde arkasında alınan kararlar, sadece parlamentoda göstermelik tartışılıp oylamaya sunulup yürürlüğe konmaktadır. Demokrasi adına partiler serbesttir. Ancak Türkiye’de kapatılan parti sayısı dünyanın başka ülkelerinde yoktur. Türk şovenizmiyle şaha kalkan faşizmin Kürt örgütlenmelerine ve legal partilerine karşı nasıl bir uygulama içinde olduğu açıktır. Kapatılan Kürt legal partilerinin bir çok yöneticisi katledilirken, bir çoğu yüksek cezalara çarpıtılarak yılarca cezaevlerinde tutuldu. Keza muhalif devrimci ve ulusal güçler göstermelik bağımsız mahkemelerde yargılanmakta, bazen beraat kararları da çıkmaktadır. Ancak faşizminin özel silahlı (kontrgerilla) güçleriyle devrimci ve ulusal muhalefet güçleri ortadan kaldırılmaktadır. Hala naaşları bulunmayan binlerce insan kayıptır. Yine yayın serbestliği vardır. Ancak bu yayınlar her an polis denetimde olduğundan istenilen zaman bu yayınlar kapatılmakta, büroları basılmakta, çalışanları tutuklanmakta ve onlarca yıl hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır. Sonuç itibarıyla ülkemizde faşizme karşı savaşım içte; Komprador burjuvazi ve toprak ağalarına, dışta ise emperyalizme karşı savaşım vermektir.