ÖZCAN DOGAN |20-08-2013 |Yar koynunda beslenen suna olamadan ölenlerin hikayesidir ol hikaye, “korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuk” lar içinde, en cesur, en hakim ve en çocuk olanların. Coşkun ırmakların aradıkları meçhul denizlerdir onlar. Ocak söndüren kralların yedi düvelde izini sürdükleridir; dar sokaklarında bu kentin parke taşlarının sahipleri.
Ethem, Mehmet, Abdullah ve Ali İsmail’e
“unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
unutulsun bu alışılmış duyarlık
o kadar sade, o kadar kalabalık ki
unutulmaya değer onların insan gövdeleri
ve unutulmalı mutlaka
dolsunlar diye yüreklere
dolsunlar damarlara.
ölü mü denir
ölü mü denir şimdi onlara.”
(E. Cansever)
Fırtınalı yağmur yapışkan sıcağı aldı götürdü. Şimdi gece yarısına bir saat varken, bir kartal yavrusu kendini salmaktadır kayalıklardan, kadınların çamaşır yunduğu köpüklü sulardan beslenen söğüt dallarına sürtünerek. Bir kaval sesi yükselir dalga dalga, bulutların yanından geçerek arş-ı alaya yükselir. Yüzlü yaşlarda aksakallı bir ihtiyar, ki kimileri “tarih” derler adına, yazdığı öyküleri kanayan yaralarına bastırmaktadır.
Yar koynunda beslenen suna olamadan ölenlerin hikayesidir ol hikaye, “korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuk” lar içinde, en cesur, en hakim ve en çocuk olanların. Coşkun ırmakların aradıkları meçhul denizlerdir onlar. Ocak söndüren kralların yedi düvelde izini sürdükleridir; dar sokaklarında bu kentin parke taşlarının sahipleri.
Kısık, boğuk, eski, çok eski çağlardan kalmadır sesleri onların, çok uzaklardan dağ eteğinden bir mezradan geliyor gibi. Ses dalgaları böyle dağılır giderler önlerinde engel olmasa. Engel varsa çarpıp geri dönerler, yansırlar. Çarpınca sesleri zalimin zulmüne düşenler, en önden gidenlerdi. Onlar en önden gittiler, öldüler, gençliklerinin baharında öldüler, öldürüldüler. Öylesine pervasızdı ki bazıları aşk kör etmişti gözlerini. Xızır yetişmedi darlarına, evliyaların bir teki bile aldırmadı onlara, talipler, canlar, hiçbiri ama hiçbiri; sadece uzun ve kalın dallı ağaçlar, taşlar, yıldızlar, toprak altındaki ince bacaklı böcekler, kenger dikeni ve adının Bal olduğunu söyleyen, yüzünde binbir çizgi olan bir kadın, üç damla yaş döktü onlar için.
İkiye ayrıldı Nemrut dağı o gün. En yükseklerdeki en derin kraterleri çatladı. Lav sıcağı püskürdü yüzlerine. Yerinden oynadı dünyanın temeli, ki 5 bin yaşındaki genç bir divanenin sırtına dayadı kendini, dağılmamak için. İlk defa söndü bir süreliğine Zühre yıldızı. Onların herbiri son nefeslerini verirken bir dev, acıyla haykırdı göklere; bulutlar kaçıştı, güneş güneşliğinden utandı da, utanmadı zulüm sarayının hükümdarları kendilerinden.
Meriç kabardı, Ceyhan kurudu; Kızılırmak kan aktı, Yeşilırmak irin; durdu öylece kıpırtısız Seyhan, Aras köpüğe kesti bembeyaz; attı kendini yangın üstüne Dicle ve ağladı Fırat, ol gözyaşları suladı toprağı ve leylak kokusu kapladı doğayı ansızın.
Ağaçları ülkemin direniş açtı, acıktı bütün yaratıkları toprağın altının ve üstünün. Bütün balıklar susadı da ölürcesine, açmadı ağzını bir damla denize. Cennet, cehennem ve ne varsa gökyüzüne dair tedavülden kalkmadı da yeryüzüne indirildi sandılar. Sapanlarına taş yaptılar dişlerini, yüreklerine kibrit çaktılar, kemiklerini eritip kurşun döktüler, göze kesmişti her yer, gördüler. Homeros vazgeçti Truva’yı yazmaktan, Zagros’larda bir mağaraya bıraktı Şehnamesini Firdevsi. “Buldum” dedi çığlık atarak Gılgameş “ölümsüzlüğü buldum”. Ki daha birinci bölümüdür anlatılan, sonsuz süreli bir söylencenin.
Onlar, ki devrimci derler adlarına, düştüğünde toprağa, buzullaştı dünya. Soğudu da küre büzüldü büzüldü birkaç metrekareye sığdı. Yalnızlaştırıldı penguenleri kutupların, yalnızlaştırıldı ceylan sürüleri. Kırlangıç yuvasında attı yürekleri, seslerini duymadı kimse, duyanlarınsa dilleri bir yılana yedirildi. Yalnızlıktan çokluk yaratacağız dediler, küllerinden canlanan Anka kuşu gibi, birkaç metrekareden bir dünya.
Mazdek’den Karmat’a, Tuna’nın kanatlarıyla Karadeniz’e geçmiş Siegfried’den Kamo’ya ne ad koyarsanız koyun onlara, bilin ki, aydınlıklar onların gözbebeklerindeki ışıltının yüzü suyu hürmetine vardır.
“Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar… Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar. Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.” (P. Neruda)
Ey İstanbul, zifiri karanlığın ardından günün ağaracaktır mutlaka.
Ey zalimler, ey haydutlar ve ölüm makineleri, saltanatınız sular altında kalacak birgün, yıkılacak. Yıkacağız.(Özcan Doğan)