Home , Köşe Yazıları , Erdoğan’ın Davutoğlu’na darbesi ve Türkiye’nin geleceği – Dr. Mustafa Peköz

Erdoğan’ın Davutoğlu’na darbesi ve Türkiye’nin geleceği – Dr. Mustafa Peköz

Kim gelirse gelsin AKP’de yeni bir dönem başlayacaktır. İster Erdoğan’ın memuru olacak biri isterse de denge politikalarına uyumlu Gül gibi biri gelsin, ne AKP ne Erdoğan ne de Türkiye eskisi gibi olacaktır

erdogan_davutoglu

2 Nisan 2016 tarihinde yayınlanan “AKP için bir dönemin sonuna doğru mu?” makalemde bugün ortaya çıkan gelişmelere dikkat çekmiştim. AKP içerisinde Davutoğlu’na yönelik gerçekleştirilen darbe, önümüzdeki bir yılın çok yönlü gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. AKP’nin çözülme sürecine girmesi, aynı zamanda sistemin krizinin derinleşmesidir. Bu ikisi birbirine paralel olarak ilerliyor. Erdoğan’ın Davutoğlu’nu tasfiye planının iki yönü bulunuyor. Öncelikli olarak Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde ve iç politikada karşı karşıya olduğu devası sorunlar ve bunların yarattığı tıkanma, diğeri AKP içerisindeki güç mücadelesidir. Bu iki temel sorun birbiriyle ilişkilidir.

Sistemin iç krizinin derinleşmesi ve bunun artık engellenemez duruma gelmesi, AKP’nin iktidar dengelerini de etkiledi. Bu bakımdan güçlü görünen iktidarın aslında en zayıf halkası hızla derinleşmeye başladı. Sistemin karşı karşıya kaldığı krizi çözmek için baskı ve tasfiye stratejisini benimseyen Erdoğan merkezli bir AKP gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Sistem içerisinde tek kişi egemenliğine dayanmak isteyen bir rejimin oluşturulmasında iki yönlü bir baskı ortaya çıkar: Birincisi sistem içerisinde muhalif olan güçleri gruplara ayırarak tasfiye etmeyi planlar. Bunlar içerisinde kendisi için tehlikeli olanları belirler ve öncelikler sırasına göre saldırır. Ne kadar saldırılırsa toplumun o kadar örgütsüz kalacağı ve kendi içine kapanacağı hesabı yapılır. Amaç kişiliksizleşmiş ve etkisizleşmiş bir toplumsal yapı oluşturmaktır. İkincisi ise yıllarca desteğini aldığı, yol arkadaşlığı yaptığı grup içerisinde tasfiyeye yönelir. Etrafından kendisine muhalif olabilecek bir grubu veya kişiyi hiçbir şekilde istemez ve onları da aşamalı olarak tasfiye eder. Bütün bunları psikolojik savaşı örgütleyen bir medya gücü ile mutlak iktidarını garantilemeye çalışır. Bugün Erdoğan ve ekibinin yapmak istediği tam da budur.

Ancak politik dengelerde hiçbir şey çizilmek istenildiği gibi ilerlemez. Uluslararası, bölgesel ve iç politik gelişmeler ve faktörler hesaplanmadan hiçbir şey beklenildiği gibi olmaz. Bu bakımdan AKP içerisinde Davutoğlu’na karşı yapılan darbenin farklı nedenlerini birlikte alıp analiz etmek gerekiyor.

Birincisi, Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel ilişkilerde çok önemli oranda izole olması ve güç dengelerinin dışına düşmüş olmasıdır.  Rusya’dan ABD’ye, AB’den Çin’e kadar hiçbir güçle istikrarlı bir çizgi kurulabilmiş değil. Erdoğan, küresel güçler tarafından artık kabul görmeyen ve bütünüyle izole olmuş bir konumda bulunuyor. Bu bakımdan Türkiye’nin güç dengelerinin dışına düşmesinin resmini yansıtıyor.

İkincisi, çöken Suriye merkezli Ortadoğu politikasının iki mimarı bulunuyor: Erdoğan ve Davutoğlu. Neo-Osmanlıcı yayılma hayallerine kapılan ikili, öyle ki Halep üzerinde egemenlik ilan ettiler. Suriye politikasında batağa saplanan AKP, iki müttefik gücünü ön plana çıkarttı: Dünyanın en barbar rejimlerine sahip olan Körfez’in yapay devletleri ve IŞİD, El Nusra gibi radikal İslamcı hareketler. Bunlarla Ortadoğu’yu değiştireceğine inanan AKP iktidarın kendisi yenildi. Bu aynı zamanda devletin yenilmesidir.

Üçüncüsü, Türkiye’de sistem ciddi bir kriziyle karşı karşıyadır. Artık çökme noktasına gelen rejimin yeniden yapılandırılması bir türlü organize edilemiyor. Rejimin üzerinde şekillendiği devletin iflas ettiği, toplumsal ve politik gelişmelerin çok gerisinde kaldığı herkesin kabul ettiği bir realitedir. Artık hiçbir özelliği ve işlevi kalmamış olan parlamenter rejimin yerine neyin konulacağı konusunda sistem içi güçler arasında belli bir farklılaşma bulunuyor. Halen içte politik bir güç olan Erdoğan merkezli AKP, sistemin stratejik yapısını koruyarak “başkanlık” sistemine geçişte ısrar ediyor. CHP-MHP merkezli ve ordunun halen önemli bir kesimi, devletin geleneksel yapısının devamından yana görünüyorlar. İki tarafın buluştuğu en önemli nokta ise çözümsüzlüğün merkezi olan üniter devlet yapısıdır.

Erdoğan’ın Anayasa’yı da yok hükmünde sayarak fiilen uyguladığı başkanlık, rejimin iç krizini süreklileştiren bir faktör olarak ön plana çıkıyor. Bugün devletin farklı stratejik kurumları arasında ortaya çıkan gizli çatışma, esasen rejimin içyapısının hangi modele göre reorganize edileceğinden kaynaklanıyor. Sistemin yeniden organize edilmesinin önemli halkalarından biri devletin ideolojik-politik çizgisinin yeniden tanımlanmasıdır. Bunun somutlaşmış hali de Anayasa’nın içeriğine dair yapılan tartışmalardır. Meclis Başkanı’nın “laikliğin Anayasa’da olmaması” çıkışı, din faktörünün Anayasa’da ön plana çıkartılması gibi değerlendirmeler, iç dinamikleri çok daha kırılgan hale getirdi.

Dördüncüsü, Kürtlere karşı başlatılan çok kapsamlı savaş, Türkiye’de çok kapsamlı politik değişikliklere yol açacaktır. Sistem güçlerinin üzerinde ittifak oldukları tek ortak nokta Kürtlerin tasfiyesidir. Erdoğan, bu ittifakı kendisinden somutlaştırmak için Kürtlere yönelik savaşın başkomutanlığını yapmaya karar verdi. Kürtlerle yürütülen müzakerelere son veren Erdoğan, Öcalan üzerindeki tecridi yeniden yoğunlaştırdı, Kandil’e yönelik hava operasyonlarını süreklileştirdi, Kürt şehirlerini tank ve toplarla yerle bir etmeye başladı. Bu saldırılara paralel olarak HDP’lilerin parlamentoda tasfiye edilmesine yöneldi. 22 yıl önce Orhan Doğan’lara, Leyla Zana’lara karşı yapılan tasfiye operasyonları yeniden uygulanmaya konuldu. Gündeme alınan dokunulmazlıkların kaldırılması bahanesiyle Anayasa’nın tek bir maddesi değiştirilerek HDP milletvekillerinin tutuklanmasına “yasal” bir zemin oluşturulacak. Bir bakıma AKP merkezli MHP ve CHP’nin desteğiyle parlamentoda yapılan bir başka darbedir.

Kürt illerine yönelik savaşın, sistemin çözülmesinin önemli bir halkasını oluşturacağı kesin. Örneğin 5 aylık bir çatışma sürecinde aktif savaş gücünü yetiren asker ve polis sayısı bir tugay sayısına eşittir. Yani 5000 askeri ve polis çatışmalarda ölmüş veya yaralanmış. Bu bakımdan savaşın süreklileşmesi, Türkiye’nin iç krizini çok daha derinleştirecektir. Bu hem devletin çözülmesinde önemli bir etki yaracak hem de AKP iktidarının sonunu hazırlayan önemli bir faktör olacaktır. Bu durum aynı zamanda Erdoğan’ın kendi iktidarının sürdüremez bir konuma gelmesini sağlayacaktır. Kürtlerin tasfiyesi için savaş kararı alanların tasfiye olması kaçınılmazdır. Eğer savaş durdurulmaz, çözüm için masaya oturup resmi düzeyde müzakerelere devam edilmezse önümüzdeki bir yıl içinde AKP iktidarından bahsetmek oldukça zor olacaktır.

Beşincisi, iktidar gücünü korumaya çalışan Erdoğan, stratejik ittifaklarını değiştirdi. Önce Cemaat’le ortak bir ittifak kurdu. “İstediğiniz her şeyi verdim” diyen cumhurbaşkanı, 17-25 Aralık operasyonları nedeniyle aktif olarak desteklediği Cemaat’e karşı saldırılarını kesintisizce sürdürüyor. Ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalan Erdoğan, önce “savcısı olduğu” Silivri davasının generalleriyle anlaştı. Daha sonra Genelkurmay ile ittifak kurdu ve politik dengelerdeki güç yeniden generallerin lehine döndü. Bu durum Erdoğan’ın güçlü yanını değil tersine güçsüz/zayıf yanını ortaya koyuyor. Cemaat’in devlet içerisindeki kadroları tasfiye edilirken yerlerini MHP ve Ergenekon geleneğini temsil edenler almaya başladı. Sanıldığı gibi Erdoğan kendi kadrosunu oluşturmuş değil. Hızlı değişen politik dengeler, sağlıklı düşünmesini ve stratejik hesap yapmasını önemli oranda engelliyor. Generaller, Erdoğan’ın “Silivri davalarının savcısı” olduğunu unutmuş değiller. Ancak cumhurbaşkanı aracılığıyla sistem kurumlarında örgütlenen Gülen Cemaati’nin tasfiyesini sağladıktan sonra, bu kez kendisiyle bir hesaplaşmaya gidecekler.

Altıncısı, Türkiye’de artık yapısal bir hal alan ekonomik kriz, toplumun bütün katmanlarını kontrol altına almış bulunuyor. Krizin ertelenmesi veya örtbas edilmesi artık söz konusu değil. Bugüne kadar özellikle Körfez’den aktarılan sıcak sermeye ile sürdürülmeye çalışılan ekonomik dengeler son noktasına geldi. Sanayiden tekstile kadar hemen her sektörde başlayan iflaslar ekonominin bütün dinamiklerini alt üst etmiş durumda. Ülke ekonomisini ayakta tutan üretime dayalı sektörlerde ihracatın neredeyse durma noktasına gelmiş olması, sürdürülebilir ekonomik gücün kalmadığını gösteriyor. Ekonomik kriz, toplumun gündelik yaşamını çok ciddi oranda etkiliyor. İşsizlik ve yoksulluk oranlarındaki hızlı artış, toplumun alt katmanları bakımından ciddi bir toplumsal tepkinin birikmesine yol açıyor.

Yedincisi, Erdoğan merkezli AKP toplumsal çatışmayı derinleştirerek gücünü artırmayı planladı ve bu projeyi kesintisizce uyguluyor. Amaç toplumsal ilişkileri, kutuplaşmayı derinleştirmenin ötesinde birbirine düşman gruplar haline getirmektir. Bir başka ifadeyle bir taraftan AKP iktidarının desteklediği, karşıda ise buna muhalif duruma gelen farklı sosyal grupların çatışmaya yönlendirilmesi Erdoğan merkezli AKP’nin benimsediği bir politik çizgi haline geldi. Güncel tehlike ise bu farklı sosyal gruplar arasında çatışmanın aşamalı olarak gelişme eğilimi içerisine girmiş olması, bütün toplumsal dinamikler ve kurumlar arasında kutuplaşmanın belirginleştirilmesi.

Bütün bu olgular hem Türkiye’nin hem de AKP’nin iç krizinin derinleştiren önemli faktörlerden birkaçıdır. Bunlar doğru anlaşılmaksızın AKP’de Davutoğlu’na yönelik yapılan darbenin nedenleri anlaşılamaz.

Sekizincisi, peki, AKP içerisindeki gelişimeler nasıl şekillenecek ve Türkiye’yi önümüzdeki bir yıl içerisinde neler bekliyor. Bu sorunun yanıtını bir kısım olası gelişmelerle verebiliriz.

Erdoğan bütün baskılara rağmen kendi planını uygulayamıyor. Bir tıkanma noktasına geldiğini görüyor ve sürecin kendi aleyhine işlediğinin farkındadır. Eğer başkanlık sistemini yaşama geçiremezse politik geleceğinin çok ciddi oranda sonlanacağını kavramış bulunuyor. Davutoğlu’nu AKP başkanlığına ve başbakanlığa getirmesinin esas amacı, Davutoğlu’nun zayıf ve güçsüz olmasındandı. “Güçsüzleri kontrol etmek daha kolaydır” ilkesini yaşama geçirmek isteyen Erdoğan, Davutoğlu’nda bekleneni bulamadı. Tersine Davutoğlu, Erdoğan’ın ekibini parçalayarak kendisini örgütlemeye yöneldi. Davutoğlu’nun başkanlık sistemine sıcak bakmaması, başbakanlığı etkin bir kurum olarak kullanmak istemesi, Erdoğan’ın planlarıyla çelişti ve AKP iktidarı içerisinde iktidar çatışması kaçınılmaz hale geldi.

Erdoğan, kendisine önce danışman, sonra Dışişleri Bakanı ve daha sonra Başbakan yaparak ödüllendirdiği Davutoğlu’nu bir bakıma cezalandırma kararı aldı. Bu cezalandırmanın etkisi beklenilenden daha fazla olabilir. Örneğin bölgesel politikaların çöküşü bütünüyle Davutoğlu’nun sırtına yüklenecektir. Tek sorumlunun Davutoğlu olduğuna dair psikolojik savaş, Erdoğan medyası aracılığıyla topluma yansıtılacak ve Erdoğan’ın hiçbir suçu olmadığı mesajı verilecektir.

Davutoğlu’na karşı yapılan darbeyle görevden alınması sonrası süreç nasıl işleyecektir? Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel politikalarına nasıl? yön verecektir. Erdoğan mutlak iktidar olmak isterken içte ve dıştaki dengeleri nasıl kuracaktır?

AKP’nin kongre kararı almış olması aynı zamanda önümüzdeki süreci de şekillendirecektir. AKP’nin başına gelecek kişi aynı zamanda başbakan olacak. Bu bakımdan kimin geleceği önemlidir. Ya AKP tabanı arasında bir ağırlığı ve gücü olmayan ama Erdoğan’a bütünüyle itaat eden biri ön plana çıkartılacak ya da AKP tabanı tarafından benimsenen denge politikasını başarıyla uygulayacak biri tercih edilecektir. Bu ikisine de Erdoğan karar verecektir.

Erdoğan’a itaat edenler içinde Binali Yıldırım ismi ön plana çıkıyor. Yıldırım’ın geçmişinde önemli şaibeler var. Örneğin Almanya’da yargılama konusu olan Yimpaş ve Deniz Feneri davalarında ismi geçiyor. Oğlunun kumar oynamasının basına sızdırılması da bir bakıma bu sürecin bir parçası olarak değerlendirildi. Erdoğan’a sadık biri ama zayıf halkları bulunuyor. Politik lider özellikleri bulunmayan Yıldırım’ın seçilmesi, AKP Başkanı’nın, Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın Erdoğan olması anlamına gelir.

İkinci isim kimsenin pek hesaba katmadığı Numan Kurtulmuş’un olmasıdır. Kurtulmuş’un Milli Görüş geleneğinden gelmiş olması ve AKP tabanı tarafından kabul edilebilir olması ciddiye alınacak bir tercihtir. Ancak Kurtulmuş’un, HAS Parti kurulurken Erdoğan için söyledikleri ve o dönem Gülen Cemaati’yle olan yakınlığı önemli bir dezavantajdır.

Diğer önemli bir isim ise Gül’ün yeniden piyasaya çıkmasıdır. AKP tabanı tarafından mutlak kabul gören Gül hem iç politik ilişkilerde bir denge kuracaktır hem de uluslararası ilişkilerde bir rahatlatma sağlayacaktır. Sağlamcı Gül’ün Erdoğan’dan bir telefon beklediği kesin. Ancak Erdoğan’ın Gül’e onay vermesi aynı zamanda mevcut planlarını ertelemesi demektir. AKP’nin kurucuları şimdiden Gül için AKP içerisinde yoğun bir kampanyaya başladılar. Aynı şekilde İstanbul sermayesi, Gülen cemaati, ABD ve AB gibi küresel güçler Gül’e sıcak bakacakları kesin. Burada tercihi Erdoğan yapacaktır.

Bir başka sürpriz ise Yalçın Akdoğan’dır. Erdoğan’a bağlı görünmesi ama güç dengelerine göre pozisyon alması zayıf bir halka olduğunu gösteriyor. Sürpriz olmayacak tek isim damadıdır. Hiçbir özel bir yeteneği olmayan Albayrak’ın AKP başına gelmesi oldukça zordur. Böylesi bir yönelim AKP’nin bitişini oldukça hızlandırmaktır. Erdoğan bu riski kesinlikle almaz.

Kim gelirse gelsin AKP’de yeni bir dönem başlayacaktır. İster Erdoğan’ın memuru olacak biri isterse de denge politikalarına uyumlu Gül gibi biri gelsin, ne AKP ne Erdoğan ne de Türkiye eskisi gibi olacaktır.

Türkiye özellikle bölgesel ve uluslararası ilişkilerde belirgin bir değişikliğe gitmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin Suriye ve PYD politikası değişecektir. Yani hem Esad hem de PYD gerçeğini kabul edecektir. Rusya’dan özür dileyecek, İran’la yakınlaşma stratejisi izleyecek, İsrail ile bütünlüklü bir anlaşma yapacak, Körfez ülkeleriyle ilişkileri yeniden dengeleyecektir. Obama sonrası ABD’nin pek değişmeyecek olan politikalarına mutlak bir uyum sağlayacaktır.

İçte Kürtlerle yürüttüğü savaşı sürdürürse kaybeden bir Erdoğan ve Türkiye olacaktır. Bu bakımdan önümüzdeki sonbahara doğru önemli gelişmeler yaşanabilir. Küresel güçlerin baskısıyla doğrudan PKK ile masaya oturması sürpriz sayılmamalıdır. Toplumsal muhalefete karşı saldırı ve tasfiye politikalarını süreklileştirmesi oldukça zor görünüyor. Bu konuda uluslararası baskıların artmasıyla ciddi geri adımlar atmak zorunda kalabilirler.

Bütün bunlar önümüzdeki sürecin gelişme olasılıklardır. Erdoğan’ın politik geleceğini nasıl örgütlemesiyle ilişkili olan bu süreçte beklenilen adımlar atılmazsa erken genel seçimler kapıda bekliyor. 2016 Kasım ayı ya da 2017 Mart-Nisan ayı sürpriz olmaz.