Anasayfa , Avrupa , En Kör Göz, Görmek İstemeyen Göz, En Sağır Kulak Duymak İstemeyen Kulaktır!..

En Kör Göz, Görmek İstemeyen Göz, En Sağır Kulak Duymak İstemeyen Kulaktır!..

H.GÜRER | 16 – 05 – 2010 | Avrupa Birliği ile ‘serbest dolaşım’ kararının hayata geçirildiği 2006 yılından bu yana; İsviçre’de yaşamakta olan göçmen emekçiler için, ve keza Türkiyeli göçmenler için iş bulma ve çalışma sorunu katbe-kat ağırlaştı. Özellikle de ‘kalifiye olmayan kişiler’in iş bulmaları ise adeta ‘imkansız’ hale geldi.

İsviçre’de istatistiki verilere göre 1,5 milyonun üzerinde ’’yabancı’’ statüsünde yaşamakta olan göçmen gerçekliği söz konusudur. İsviçre’nin toplam nüfusu ise 7,5 milyon olarak biliniyor. Bu istatistiki verilerde ki sayısal değerleri hesapladığımızda, İsviçre’de yaşamakta olan her beş kişiden birinin göçmen olduğu realitesi ortaya çıkıyor. Bu gerçekliğe, İsviçre vatandaşlığı almış göçmenlerin dahil olmadığının da altını çizelim.

Öyle ki, eğer İsviçre vatandaşlığını almış ’’yabancı’’ları da hesaplayacak olursak, bu durum daha da artıyor ve İsviçre’de yaşayan her beş kişiden ikisine tekabul edecek bir düzeye varıyor. Bu konuya değinen ‘soliday news center’ haber ajansının aktardığı bilgiye göre; ’’İsviçre halkının yüzde 28’i, yurtdışında doğanlardan oluşuyor; bu da yaklaşık iki milyon göçmen anlamına geliyor. Bu rakama göçmen ailelerin burada doğan ve İsviçre pasaportuna sahip çocukları dahil değil…’’ Verilen bu bilgilerden de görüleceği gibi, İsviçre bir göçmenler ülkesi olmasına karşın, bu ülkede yaşamakta olan göçmenleri anayasasında hala ‘yabancı’ statüsün görüyor. Bu da göçmenler karşısında bir İsviçre realitesi!..

İsviçre’de göçmenlerin yapmakta oldukları işlerin önemli bir kısmı, genel olarak yerli halkın yapmadığı/yapmak istemediği işler diyebiliriz. Ancak, yapılmayan/yapılmak istenmeyen bu işlere dahi bir ‘kalifiye eleman’ aranır olduğunda da, ne yazık ki göçmenler yine en arka sıralarda kalmaktalar. Çünkü; İsviçre anayasasında ‘yabancı’ olarak kabul edilen ‘yabancılar’, Avrupa ülkelerinin herhangi birinden gelmiş olan bir ‘yabancı’ değil, ‘Avrupalı olmayan yabancı’ olarak ifade edilen,yani AB ve EFTA üyesi olan ülkelerin dışında gelen veya gelmiş, yada gelmekte olacak ‘yabancı’lardır. Bu durum, İsviçre’de önemli bir dezavantaj halini almaktadır.

Nasıl?

İsviçre’de ki işsizliğin günah keçileri olarak gösterilen her dönem ‘yabancılar’ oluyor. Ama bu ‘yabancılar’ ifadesinin içerisinde kesinlikle batı veya kuzey Avrupa ülkelerinden gelen ‘yabancılardan’ kastedilmiyor. İş ararken ve keza işte çalışırken de bu ‘yabancı’ ayrımı son derece belirgin bir şekilde hissettiriliyor.

Diyebiliriz ki, iş yerlerinde göze batan en büyük ayrımcılık ve adaletsizliklerden biri; çalışmakta olan işçiler arasında farklı maaş alma durumudur. Öyle ki, aynı işi yapan kişiler değişik maaşlar almaktadırlar. Mesela bunun somut bir örneğini Cenevre de birebir yaşamaktayız. Bir balık fabrikasında çalışmakta olan ve aynı koşullarda, aynı işi yapan işçiler arasında maaş farklılıkları söz konusudur. Hele bu durum ‘yabancılar’ arasında daha da belirgindir. Bu durumu/uygulamayı ”Milliyete göre maaş” diyerek tanımlarsak yanlış olmaz!..

Bir başka örnek verecek olursak; yıllar önce Zürich kantonunda yapılan bir istatistik çalışma, bahsetmekte olduğumuz ‘yabancı’ ve ayrımcı yaklaşımı çok daha belirgin olarak somutlamıştır. Irkçı ve ayrımcılıkla mücadele kuruluşlarından biri, yetmiş (70) civarında üniversite mezunu ve diploma dereceleri aynı olan öğrencinin adına şirketlere iş baş vurusunda bulunuyor. Bu yetmiş diplomanın sahipleri içerisinde yalnızca on (10) kişi İsviçre kökenli ve İsviçreli ismi soy-ismi taşıyor. Diğerleri ise farklı ulus ve milliyetlere mensup göçmen çocukları. İsimleri de soy-isimleri de, nasyonal-iteleri de ‘yabancı’! İstatistik sonucunda şirketlerin cevap verdiği diploma sahipleri hep İsviçre kökenli öğrenciler olmuştur.

Yapılan bu çalışmanın sonucunda da görüleceği üzere, genel olarak iş başvurularında ve keza bazı yerleşim birimlerinde vatandaşlık müracaatlarında dahi, başvurular incelenirken kişilerin milliyetine göre değerlendirildiği gerçekliği söz konusudur. Özcesi; söz konusu kişilerin İsviçre’de yaşıyor olmalarından kaynaklı, bilmeleri gereken ‘ödevleri’ne gelince, her şey istenmektedir. Ancak, söz konusu haklar olunca ‘yerli’ ve ‘yabancı’ çizgileri çizilmekten geri kalınmıyor!.. Sanıyorum ki, hiç kimsenin ’’bu konu beni ilgilendirmez’’ diyebilme lüksü olmasa gerek. Ne ‘yerlinin’, ve tabi ki ne de ‘yabancı’ olarak görülen göçmenin!..

Çünkü, İsviçre’de yaşamakta olan göçmenlerin salt sorunları bunlarla kalmıyor. Daha bilmediğimiz yığınla sorunun içerisinden, bildiklerimizin bir kaçını daha aşağıda sıralamaya çalışalım.

Mesela, İsviçre Federal hükümetinin yürürlüğe koymak istediği ve uzun yıllardır da bu konu üzerine çalıştığı “Çember Modeli” denilen modelle göçmenler üç (3) kategoriye ayrılmak isteniyor. Keza bu model gündelik prosedürler yapılırken de önemli düzeyde de işlevli halde. Ancak bizler bu durumdan bir bütün haberdar olmadığımız için, uygulamadan da habersiz bir şekilde yaşamlarımız idame ettirmeye çalışıyoruz. Bahsettiğimiz bu “Çember modeli”nin en son halkasında ise Türkiyeli göçmenler bulunmaktadır. Bunlar “zor entegre olan kişiler“ kategorisinde değerlendirilip, ’istenmeyen kişiler’ listesine konuluyorlar. Bu kimselerin iş bulmaları çok daha zor olmakla birlikte, ailelerini de yanlarına getirmeleri de bir o kadar zor ve ’imkansız’ hale getiriliyor.

Geçtiğimiz Mart-Nisan aylarında, Unia sendikasının ’Sosyal Sigortalar Anlaşmaları’na ilişkin başlatmış olduğu imza kampanyası da son derece önem taşımaktadır. İsviçre hükümetinin bir çok ülkeyle ’Sosyal Sigortalar Anlaşmaları’ olduğu biliniyor. Bu anlaşma , emekli sigortası, Annelik sigortası, hastalık sigortası, ve keza aile yardımı konularını kapsamaktadır. Kısa geçmişe kadar İsviçrenin bu anlaşmayı yürüttüğü ülkelerden biri de, Kosova’ydı. Ancak İsviçre Kosova ile olan Sosyal Sigortalar Anlaşmaları’nı uzatmama kararı alınca, İsviçre’de yaşamakta olan 170.000 Kosova vatandaşı da bu haktan mahrum bırakılmış oldu. Öyle ki, bütün yaşamları boyunca bir fiil çalışan Kosovalılar, emekli olduklarında ne yazık ki kendi ülkelerine dönme kararı alırlarsa, bu haklarından yararlanamayacaklar. Yada ülkelerinde olan çocuklarını İsviçreye getirmek zorunda kalacaklar. Ve keza buda kolay olmayacaktır. Çünkü çıkarılan yeni Göçmen Yasası gereği 14 yaşını geçmiş çocuklarını İsviçre’de çalışmakta olan bir göçmen getirememektedir. Ülkelerine gitmek istediklerin de ise, emeklilik paralarını alamayacaklar. Bu şu demektir; “Ülkemde kalır ve yaşarsan emeklilik paranı alabilir, bu haklardan yararlanabilirsin! Aksi halde ülkene gidersen, ne beş kuruş alabilir, nede bu kapsamda ki yardımlardan hangi birinden faydalanabilirsin!“ İşte, İsviçre hükümetinin Kosova ile olan bu anlaşmayı uzatmamasında ki mesajın açık ve yalın ifadesi aynen böyle. İsviçre hükümetinin bu tavrına karşı tekrardan Kosova ile anlaşmayı uzatması için başlatılan imza kampanyasının son günü 30 Nisan 2010’du. İmza kampanyasının sonucu, İsviçre ve Kosova hükümetleri arasında ki bu kararı ne denli etkiler bilinmez ama, bilinen bir gerçek var ki, o da, İsviçre hükümetinin Kosovalı göçmenlerle sınırlı kalmayacağıdır.

Bugün Kosovalılar özgünlüğünde yaşanan bu durumun, ileride Türkiyeliler özgülünde yaşanmayacağının da garantisi yok. Çünkü, ’Sosyal Sigortalar Anlaşmaları’ İsviçre ve Türkiye arasında da mervcut. Olasıdır ki, bu durum, günün birinde aynı şekilde Türkiyeli göçmenleride vurabilir. Denir ya; “Yahudi parasız kalınca eski defterleri karıştırırmış ki, acaba birinde alacağım var mı“ diye? İsviçre’de her ekonomik kriz sonrası sıkıntıya düştükçe eski defterleri karıştırması da olasıdır. Bundan dolayı da, Kosovalı göçmen kardeşlerimizin bu sorununa karşı duyarlı olmak, onların yanında olup, onları desteklemek zorundayız. Çünkü, bu gün Kosovalı göçmenlere, yarın ise sana karşı dönebilir bu silahın namlusu!

İsviçre’de ‘Uyum Sözleşmeleri’ Önergeleri ve İleride Göçmenleri Bekleyen Sorunlar:

İsviçre’nin Büyük Meclis üyeleri olan Cristine Wirz-von Planta (LPD), Sebastian Frehner (SVP), Cristophe Haller (FDP), Lukas Engelberger (CVP), Davif Wüest-Rudin (GLP) tarafından hazılanan ‘Uyum Sözleşmeleri’ önergeleri, 4-5 ve 6.maddeleri kapsaması şeklinde düşünülerek önerilmiştir. Şayet bu önergeler kabul edilir ise, İsviçre’de yaşamakta olan göçmenlerin, yeterince dil bilmemeleri, yani dillerini Avrupa referans notu olarak bilinen B1’e yükseltememeleri halinde, oturumları ellerinden alınmak için yeterli bir ‘gerekçe’ olabilecek. Bu duruma “Ağır bir gece müziği eşliğinde önergeler” başlığı ile dikkat çeken yazar Jürg Meyer Schreibt, şu noktalara değiniyor.

“Gözünüzde bir canlandırın lütfen. Günün birinde okul müdiresi Bayan Schalfer, Bayan Kagi’nin sınıfına girer. “Gülsen”, der, lütfen tüm eşyalarını topla ve benimle gel. Anne ve baban beş senedir burada yaşıyorlar. Ama almanca dilini hiç ilerletemediler. (…) Bu yüzden defalarca uyarıldılar. Bu yüzden de geldikleri ülkeye geri dönmek zorundalar ve sen de onlarla birlikte gitmek zorundasın.

Bu sırada sınıfta oturan Patrick ağlamaya ve yüksek sesle bağırmaya başlar. Gülsen’in bu işte ne suçu var. Ailesi Almanca’yı öğrenmemiş, Gülsen ne yapsın. Böyle şey olur mu? Hangi kafasız meclis üyesi böyle bir araştırmayı düşündü. (…)

Birkaç hafta sonra aynı olay bu sefer Sibel için yaşandı. Sibel’in ailesi onun yüzme derslerine katılmasını istemiyorlardı. Dini inançları yüzünden kızlarının diğer çocuklarla havuza girmesini yasaklamışlardı. Bu yüzden hem kendilerinin, hem de Sibel’in oturma izinleri geri alınmıştı. Bunun üzerine aslında çok çekingen olan  Bayan Kagi de isyan etti. Ama böylece Sibel’i iki kere cezalandırmış oluyoruz diye yakardı. Önce yüzmesine izin verilmiyor arkasından da ailesi ile birlikte İsviçre’yi terk etmek zorunda bırakılıyor. (…)”

Jürg Meyer Schreibt, yazısında Büyük Meclis üyelerinin sunmuş oldukları bu ‘Uyum Sözleşmeleri Önergeleri’nin kabul gördüğü taktirde, ileri de ne gibi sorunlar doğurabileceğini işte bu örneklerle anlatmaya çalışmış. İsviçre’de yaşamakta olan göçmenler olarak, ileri de bizlerin karşı-karşıya kalacağı bu vb durumlara ilişkin, yığınla insan, kurum ve kuruluşlar kulağımızın yanı-başında avazı çıktığı kadar bağırırken, biz duymamayı, onlar gerçekleri ve ileride bizi bekleyen tehlikeleri gözümüzün önüne koyarken, bizler görmemeyi seçiyoruz. Gerçekleri görmemeyi, duymamayı seçmek, onların mevcut karakterlerinden bir şeyleri değiştirmez. Sorunları ortadan kaldırmaz, yalnızca kendimizi kandırmış oluruz. Çünkü gerçekler, bir İngiliz deyişinin de ifade ettiği gibi “Ayaklarımızın altındaki yeryüzü kadar katı”dırlar!