Home , Fikret Başkaya , Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar…

Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar…

FİKRET BAŞKAYA | 19 – 03 – 2010 | Yurt dışında yaptığım konferanslarda ve özel görüşmelerde şöyle bir soruyla karşılaştığım olurdu: “‘Ermeni sorunu’ Osmanlı İmparatorluğu dönemine  [1915] ait bir sorun olduğuna ve Cumhuriyetle Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiğine göre, Cumhuriyet Rejimi neden 1915’deki katliamı inkâr ederek başına iş açıyor? Bu talihsiz olay bizim yıktığımız ‘Eski Rejim’ zamanında olmuştur ve Cumhuriyet rejiminin bu işte bir dahli söz konusu değildir demeye yanaşmıyor?”

Doğrusu başlarda bu tür sorular bana mantıklı geliyordu ve ‘aslında haklısınız, bugünkü rejimin inkâr yoluna gidip başına iş açması saçma... gibi cevaplarla geçiştirmeye çalışıyordum. İlerleyen yıllardaki yakın tarih okumalarım, dananın kuyruğunun hiç de tevâtür edildiği gibi olmadığını anlamamı sağladı. Rejim inkârda ısrar ediyordu çünkü 1923’de ‘Eski Rejimden’ bir kopuş söz konusu değildi, Cumhuriyet yeni bir şey değildi, söz konusu olan eni-sonu bir hükümet darbesiydi [coup d’état], 1915 katliamının failleri birkaç eksiği-fazlasıyla adı cumhuriyet olarak değiştirilen devletin üst düzey yöneticileri olmaya devam ettiler… Dolayısıyla, süreklilik yok sayılarak neden inkâr yoluna gittikleri ve inkârda ısrarcı oldukları anlaşılamazdı. Biz yapmadık demesi gerekenlerin biz yapmadık, öyle bir şey olmadı diyebilmeleri mümkün değildi. O zaman geriye inkâr yoluna gitmekten, yalan söylemekten başka yol kalmıyordu. Fakat bir kere yalan söylendi mi, ilk yalanı sürdürmek için yeni yalanlar söylemek kaçınılmazdır ve çelişik olarak yalan yalancıyı rehin alır. Bu, günlük hayatta da böyledir, yalan ancak yeni yalanlarla sürdürülebilir… Türkiye’yi yönetenler ilk yalanı söylediklerinde, söyledikleri yalan tarafından rehin alındılar ve aradan 95 yıl geçtiği halde ‘şark cephesinde yeni bir şey yok…’

Yalan, rejimin yalanıysa ve toplum yaşamını angaje ediyorsa, yalanın sürdürülmesi, inkârın devamı, inkarcıların ve yalancıların seferber edilmesini gerektirir. İşte resmi tarihçi ve resmi ideoloji üreticisi tam da bu iş için gereklidir ve asıl misyonu ve varlık nedeni yalan üretmek ve üretilen yalanı büyütmektir. Üretilen yalan ne kadar büyükse o işi yapan tarihçi de o kadar büyük tarihçi sayılır ve yalanla beslenenler tarafından ödüllendirilir. Tarihçinin büyüklüğüyle yalanın büyüklüğü arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Bir seferinde bir tanıdığım bir tarihçiden söz ederken  ‘o Türkiye’nin en büyük tarihçisidir‘ demişti, ben de ‘boyu mu? kilosu mu? yoksa ikiside mi büyük?..’ diye karşılık verdiğimde, şaşkın gözlerle yüzüme bakmıştı… Ona resmi tarihçinin büyüğüne-küçüğüne dair söylediklerimden de pek bir şey anlamamış gibiydi… Resmi tarihçi esas itibariyle iki şey yapmaya memur edilmiştir: Karartmak ve parlatmak, bu amaçla da toplumsal belleği yok etmek[1]. Toplumsal belleğin yok edilmesi, işlenen insanlık suçlarının, katliamların, vb. hesabının sorulmasını engelleme işlevi görür.  Resmi tarihçinin işi  ‘şanlı bir geçmiş’ üretmektir. Geçmişin şanlı olabilmesi için kirli kısımlar ayıklanmalı, utanılacak ne varsa temizlenmelidir. Elbette şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan sadece gurur duyulacak bir geçmiş yaratmak değildir. Şanlı geçmişin bugüne ve geleceğe uzanan bir işlevi de vardır: Şanlı geçmiş bugünün kötülüklerine katlanmayı da sağlar… Yaşanmış bir olayın hatırlanmasını, konuşulmasını, tartışılmasını engellemenin yollarından biri onu tabulaştırmaktır. Bilindiği gibi tabu: yasaklanarak korunan anlamındadır. TC’nin egemenleri ayıbı örtmenin bir yolu saydıkları için Ermeni sorununu tabulaştırıp, ona dokunulmazlık kazandırdılar. Onca yıl yalanda ısrar ettiler ama bilmedikleri bir şey vardı: bu dünyada yalanı ebed-müddet sürdürmek mümkün değildir. Boşuna  ‘gerçek inatçıdır’ denmemiştir… Yalan ve inkârda yüzyıllık ısrar, şimdilerde artık sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Gerçi geçen süre insan yaşamı söz konusu olduğunda uzundur ama toplum yaşamı, insanlık tarihi söz konusu olduğunda sadece küçük bir parantezdir.

Elbette sorun sadece Türkiye’yi, Türkleri, Ermenileri angaje etmiyordu, uluslararası siyasetin de odağında yer alıyordu ve başka türlü olması mümkün değildi. Türkiye’nin yalanı ve inkârı sürdürebilmesi, emperyalist devletlerin dahli olmadan mümkün değildi. Emperyalist güçler Ermeni sorununun Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu biliyorlardı ve onu her dönemde politik-ekonomik-jeopolitik-jeostratejik çıkarları için kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. T.C. rejiminin suç ortağı olmak onlar için son derece kârlı bir şeydi. TC’nin yalanı sürdürmekteki kararlılığı ve yalan tarafından rehin alınmışlığı, emperyalist odakların şantaj yeteneğini artırdı. Dolayısıyla ve maalesef ‘Ermeni sorunu’ iki tarafın ikiyüzlülüğünün kesişme noktasında bir sorun olarak kalmaya devam etti, ediyor. Her yılın 24 Nisan öncesinde ABD Kongresinde Ermeni şantajı gündeme geliyor ve TC’den ‘doyurucu’ tavizler koparılınca dosya bir yıllığına kapatılıyor ve bu utanç verici oyun kaldığı yerden devam ediyor. Ermeni halkının yaşadığı trajedi, çekilen acılar birileri tarafından paraya çevriliyor. Emperyalist İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların, vb. Ermeni halkının kaderiyle başka türlü ilgilenmeleri mümkün olabilir miydi?

Maaşlı yalancılar sadece resmi tarihçiler değil…

Türkiye’de tarihi tahrif etmeye, yalan üretmeye memur edilmiş tarihçilere, ‘uzmanlara’, ‘sosyal bilimcilere’, vb. ödenen maaş, emperyalist dünyadaki, özellikle de ABD’deki yalancılara ödenenin yanında devede kulak kalır. Her yıl yalanı sürdürmek için ABD’li ‘büyük tarihçilere’, lobicilere, politikacılara, anlı-şanlı senatörlere, medya mensuplarına, vb. TC’nin bütçesinden milyonlarca dolar ödeniyor. Bazı tahminlere göre sadece ABD’deki lobicilere ödenen paranın bazı yıllar 15 milyon doları aştığı tahmin ediliyor. Bu saçmalık nasıl açıklanabilir? Nasıl gerekçelendirilebilir ve nasıl savunulabilir? Yoksul halktan alınan vergilerle ‘uygar dünya’nın zengin yalancılarını ‘beslemenin’ etik-mantıkî-insânî bir açıklaması mümkün müdür? Bu, Türkiye’nin ‘ulusal çıkarı’ için mi yapılıyor? Eğer öyleyse bir şeyin ‘ulusal çıkar’ olduğuna kim neye göre karar veriyor ve bu dünya’da ‘ulusal çıkar’, ‘milli menfaat’ diye bir şey mümkün müdür? Bir devlet kendi yalanını sürdürmeyi emekçi halktan aldığı vergilerle finanse ettiğinde, bu hangi gerekçeye dayandırılabilir?

Şantaj-karşı şantaj diyalektiği

ABD ya da  ‘hür dünyanın’ uygarlık timsali emperyalist devletlerden biri Türkiye’ye silah ya da başka bir şey satmak ve/veya Türkiye’de bir ihale kotarmak, jeopolitik-jeostratejik amaçları için Türkiye’yi kullanmak için politikacıları ve medyayı harekete geçirerek, Ermeni kozunu oynuyor. Ermeni tasarısı Senatonun, Temsilciler Meclisinin, parlamentoların gündemine alınıyor ve bir pazarlıktır başlıyor. Türkiye’de Dışişleri, TBMM, Hükümet teyakkûz durumuna geçiyor. Irkçı-milliyetçi hezeyanları kabartmak üzere hemen devlet medyası harekete geçiriliyor. Tasarının geri çekilmesi için Milletvekilleri seferber oluyor. Şantajcılar istediklerini alıyor ve dosya ‘şimdilik’ kapatılıyor… Eğer karar çıkarsa Türkiye güya misilleme yapıyor ‘kozlarını’ oynuyor, kararın alındığı ülkenin mallarına göstermelik bir boykot hamlesi yapılıyor, ihalelerin iptal edileceği söyleniyor. Bu sefer çokuluslu şirketlerin karşı-şantajı gündeme geliyor: “Eğer boykot devam ederse sermayemizi geri çekeriz, ekonominiz çöker…” tehdidi… ‘Ekonominin gereği’ denilenin bir gereği olarak boykot daha başlamadan bitiyor. Böylece Türk Milleti tepkisiz kalmamış, ‘ulusal onur’ korunmuş, milli duygular kabarmış oluyor… ABD Temsilciler Meclisinde oynanan son sirk oyunu, kepazeliği bir kere daha ortaya koydu. ABD silah tekelleri tasarıya karşı çıktılar. Bizim hükümet de ‘dikkat edin sizden 8 milyar dolarlık silah alıyoruz’ dedi… Aslında emperyalist devletlerle TC arasında adı konmamış zımnî bir anlaşma geçerli. TC için yalanı sürdürmek bir başarı sayılıyor ve yalanın sürdürülmesi gerekiyor. Emperyalist ülkeler de TC’nin egemenlerine: “yalanın üstünü örtmene bir şartla evet derim: ‘bana şunu- şunu vereceksin ve şunu- şunu yapacaksın” diyor. Kapitalist-emperyalist çıkarlar Ermeni sorununu pazarlık konusu yaparak ve paraya çevirerek yol alıyor ve bazı naif insanlar da sorunların çözümünü onlardan bekliyor! Oysa sorun doğrudan insanlık vicdanını angaje ediyor. Ermeni sorununun kaynağında baştan beri emperyalist çıkarlar yatıyor… Aksi halde bunca zamandır üstünü örtmek mümkün olmazdı… Yapılması gereken, birbirini besleyen bu iki ikiyüzlülüğü teşhir etmektir.

Gerçekle yüzleşmenin gerekliliği

XX’inci yüzyılın başında, özellikle de 1915 ve sonrasında bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halklar tasfiye edildi. Bu işi emekçi halk yapmadı. Zaten halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir. Halkın bu tür patolojik işlere teşebbüs etmesi, insanlık suçu işlemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu işi İttihatçı siyasetçiler yaptı. İttihatçılar yaptı ve bir kesim de yapılan etnik ‘temizlikten’ nemalanıp zenginleşti ve katliamcıların suç ortağı oldu… İttihatçıların işlediği insanlık suçuna bu halkı ortak etmek, asıl katilleri aklamak anlamına gelir. Onun için şeyleri adıyla çağırmak, yerli yerine koymak, yalandan uzak durmak gerekiyor. Biz İttihatçı katillerin suçuna asla ortak olmak istemeyiz, bu toplumun insanları işlemedikleri bir suçtan dolayı insanlık vicdanında mahkûm olmak istemezler. Sadece bu neden bile tarihimizle neden yüzleşmek zorunda olduğumuzu göstermeye yeter…  O halde yapılması gereken şey zor değil: Birincisi, resmi tarihin ve resmi ideolojinin yüz yıllık yalanından kurtulmak, gerçeği kabullenmek, şeyleri adıyla çağırmaya cesaret etmek; ikincisi de ırkçı-milliyetçi hezeyanlara prim vermemek gerekiyor. Aksi halde vicdanlar kirlenmeye, kirletilmeye devam edecektir. Son dönemde politikacılar ve devlet ricalinin yükseklerindekiler;  ‘bu iş tarihçilere bırakılsın’ demeye başladılar. Her halde ‘kendi’ resmi tarihçilerine güveniyorlardır… kimbilir. Anadolu denilen toprakların tüm Hıristiyan halklardan [Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler, vb…] temizlendiği ortadayken, hâlâ tarihçilerin söyleyecek sözü var mıdır dersiniz? Zira durum tarihçilere, hele hele ‘resmi tarihçilere’, ‘konunun uzmanlarına’  bırakılmayacak kadar önemli olduğuna göre…


[1] Bkz: “Neden Resmi Tarih?” içinde Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Kitaplığı.