Home , Haberler , Diyarbakışlı Çocukların İsyan Günlüğü

Diyarbakışlı Çocukların İsyan Günlüğü

DİYARBAKIR | 29 – 03 – 2010 | Diyarbakır sokaklarında, çocuk seslerinin yankısı sonrası, herkeste beyaz bir şaşkınlık ve aşırı ölçüde telaş vardı. Ambulans sirenleri, cam kırıkları ve tedirginlik… ve yerde yatan çocuk ölüleri… vardı.

Öfke yüklü, duygusal kırıklıklar yaşamış çocuklar, büyüklerin kendilerine reva gördüğü hayata isyan ediyorlardı. Savaş oyununun küçük bir parçasıyken, üç günlük isyanla öznesi olmuşlardı. Kırmızı bir bakış edinmişlerdi sokaklarda, gaz mermileri ve dumanlar arasında.

24 Mart 2006

Deli bir rüzgar, kentin üzerine ağır ağır, koyu renkli bulutları sürüklüyordu. Kara haber kütlesi, koyu renkli bulutlardan önce gelip kentin üzerinde patlayıp dağılmıştı. Sokakların havası kurşun ağırlığındaydı. Evlerde dillendirilen sözlerden öfke sızıyor, suratlardan düşen bin parçaya bölünüyordu.

Büyük bir operasyondan, kimyasal bombalardan söz ediliyordu. Yaşamını yitiren 14 gerillanın adları okunuyordu televizyon haber bülteninde.

Kara haberle, üzerinden üç gün geçen Newroz kutlamalarının gururlu sevinci, karamsarlığa dönüştürecek gibiydi. Kentin payına 4 cenaze düşmekteydi. Bir günde 4 gencin cansız bedeni toprağa verilecek, sonrasında taziye çadırı kurulacak ve anılarına saygı temelinde konuşmalar yapılacaktı.

28 Mart 2006 Salı

Binlerce kadın, erkek bağıra çağıra 10 Nisan Polis Karakolu önünden geçip Yeniköy Mezarlığına doğru yürüyorlardı. Cenaze kortejinin yanlarında, şiddetten etkilenmiş, ruhları yaralı çocuklar yer alıyordu. Onlar bu ölü uğurlama yürüyüşünü bir oyun mu zannediyorlardı, yoksa büyüklerin yükünü omuzlamak mı istiyorlardı, bilinmiyordu. Ancak, kortej boyunca en hızlı yürüyenlerdi, ağızlarından çıkan sözcükler kıvılcım saçıyordu adeta. Büyüklerin bağırıp çağırdığı öfkeli sözler, yaralı ruhlarını ayaklandırıyordu sanki. Tiz sesleriyle eşlik ediyorlardı büyüklerin haykırışlarına.

Bazen kortejin gerisinden, kıyısından, bazen de koşarak önünden yürüyorlardı. Sabırsızdılar. Ne olacaksa bir an önce olsun diye mi, yoksa bir an önce oynanacak oyuna dahil olmak içgüdüsüyle mi bilinmez, kıvır kıvırlardı. Sayıları 80-100 kadardı ele avuca sığmayan çocuklar.

Büyükler, törenle ölüleri toprağa gömerken, kendi aralarında yeni oyun kurguluyorlardı fısıltılarla. Kalabalık dönüşe geçtiğinde, onların yanında yürümeye başladılar. Yaşananların sorumluğunu yüreklerinde hissettiklerini dikkatli bakanlara duyumsatıyorlardı.

Evlerde, sokaklarda büyüklerin yaşantılarını ve anlatılarını paylaşmışlardı, televizyonlardan izledikleri, sokakta tanık oldukları onlarca hikaye biriktirmişlerdi. Bir savaş oyununun figüranı olduklarının, bundan dolayı da erken yaşlandıklarının farkında mıydılar? Belki.

Dönüş yolu Karakol’un önünden geçiyordu. Gökyüzünün ağır havasını yarıp yırtan F-16’ların sortilerinin gürültüsü sinirleri hırpalıyordu. Gözler seğiriyor, suratlar geriliyor, yüzlerdeki çizgiler derinleşiyor, dişler sıkılıyor, ağızlardan keskin sözler çıkıyordu.

Derken, panzerler hareketleniyordu. Çocuklar yerlerde, kaldırım kenarlarında taş arayışına çıktılar. Koca panzerlerin püskürtülecek boyalı su ve atılacak gaz mermilerine karşı, her parçası avuçlarından büyük taşları savuruyorlardı. Molotoflar panzerlerin üzerinde patlıyor, kısa süre alevlenip sönüyordu.

İki tarafın da öfkesi kızışıyordu. Silahlar kalabalığa doğrultulup gürültüsü kentin üzerinde dalgalanıp yayılınca, Mehmet Akbulut (18) isimli gencin yere yığılması görüldü. Riskli, bedeli ağır olacak bir savaş oyununun fitili ateşlenmişti.

Öğlen sonrası

Ofis semtine giren Çocukların ellerinde sopa, bazıları avuçlarında taş yığını, güzergahlarında bulunan resmi kurumların, travmatik belleklerinde kötülük odağı olarak yer etmiş parti binalarının, hayatlarına yabancı ve uzak banka şubelerinin ve alımlı, sükseli görüntüsüyle dikkat çeken işyerlerinin camlarını kıra kıra, etrafını döke dağıta yürüyorlardı.

Güvenlik önlemi alan polislerle köşe kapmaca oyunu oynamaktan keyifli görünüyorlardı. Çocukların bu yürüyüşü kimilerini korkutuyor, kimilerini kızdırıyor, kimi büyüklerinin desteklerini, kimilerinin yergisini kazanıyor, ünleri dilden dile yayılıyordu. Çocuklarsa yaptıklarıyla övünç içerisinde, hayatla aralarındaki köprüyü yakmaya eğilimli gözüküyorlardı.

Çocukların, savaş oyunlarının şiddetinin artmasından ürküntü duydukları açıkça görülüyordu. Bu gidişin nereye varacağına dair bir bilgileri ve sezileri yoktu. Bilinçli ya da bilinçsiz, savaş oyunu oynadıklarının sanısındaydılar. Ancak oyunun rakipleri büyüklerdi ve güçler dengesi her yönüyle aleyhlerineydi.

Televizyon haberleri saatinde kahvelerin, evlerin açık pencere ve kapılarından, Başbakan’ın sesi duyuluyordu: ‚Kadın da olsa, çocuk da olsa güvenlik güçleri gerekeni yapacaktır!‘ sözü dalga dalga sokak aralarına uzanırken, telsiz seslerinden ölümcül yankısını buluyordu.

Çocukların savaş oyunu Bağlar, Mardinkapı ve Melikahmet’te yayılarak sürüyordu. Her yanı barut ve gaz kokusu sarmıştı. Cadde ve sokaklardan dumanlar yükseliyordu. Anne ve babalar, çocuklarının olayların içinde mi, dışında mı, yaralı mı, sağlam mı, gözaltında mı kaygısıyla sağa sola koşturuyorlardı.

Silahlar ateş almaya başlayınca, her yaştan çok sayıda yaralının olduğu haberleri dilden dile dolaşıyordu. Bunlardan Halit Söğüt (78) adındaki yaşlı birinin yarasının ağır olduğu söyleniyordu.

Helikopterler çocuklar üzerinde kontrol uçuşları yapıyordu. Uyarı amaçlı ateşlenen gaz mermisi atar silahların havaya değil, çocuklara doğrultulduğu konuşuluyordu.

Çocuklar gaz dumanları arasında öksüre aksıra kollarıyla yüzlerini, gözlerini ovuyordu.

Gece geç saatlerde verilen haber bültenlerinde, kentin sokaklarında yaralananlar, gözaltına alınanlar, caddelerde tahrip edilen işyerleri gibi başlıklar altında ağır bir bilanço sergilendi.

29 Mart 2006 Çarşamba

Gergin bir sabaha uyandığımızda, olaylar yeniden alevlendi. Sabah saatleri birçok mahallede eylemlerin başlaması üzerine, dükkanlar birer birer kepenklerini indiriyordu. Eyleme katılan Dicle Üniversitesi öğrencileri, polisin sert müdahalesiyle karşılaşmaktaydı.

Polisler, ‚kadın da olsa, çocuk da olsa‘ gerekeni yapmaktaydı.

Mahallelerde polislerle birlikte, kar maskeli özel harekat timleri, merkezi yerlerde ise, polis ve askerlerin yanında, tanklar konuşlandırılmaktaydı. Çocukların savaş oyunu büyükler tarafından ciddiye alınmış, artık çocukların inisiyatifinden çıkıp büyüklerin geleneksel oyununa dönüşmüştü.

Kamu binalarının güvenliğini almaya başlayan jandarma, saat 14.00 itibariyle Devlet Hastanesinin giriş-çıkışlarını da denetimine almıştı.

O gün 28 kişi kurşunla yaralanmış ve bunlardan mobilya işçisi Tarık Ataykaya (22), İsmail Erkek (8) ve Mehmet Işıkçı (19) adlı şahıslar yaşamlarını yitirmişlerdi. Mustafa Eryılmaz (26) ile Emrah Fidan (17 ise ağır yaralanmışlardı.

Olayların sürdüğü o gün, Abdullah Duran (9) adındaki bir çocuk, kardeşi Eyüp Duran ile birlikte, balkondan merakla sokaktaki olayları izliyordu. İçerden annesinin bağırıp çağırmasına, geri çekilmesi uyarısına ‚tamam‘ deyip bakmayı sürdürüyordu, olup bitenlerin nereye varacağına. O sırada, akciğerini parçalayacak serseri bir kurşun namlusundan çıkmış, hızla ilerliyordu. Abdullah’ın sesine gelen annesi, oğlunu kanlar içinde yerde yatarken buldu. Bir kurşun da ağlayıp sızlayan Eyüp’ün vücuduna değil, ceketine isabet etmişti.

Her ölüm haberi, huzursuzluğu bir kat arttırmaktaydı. Olayların giderek büyümesi olasılığı karşısında, çevre illerden takviye polis ekipleri gelmekteydi.

Bu arada, Büyükşehir Belediye Başkanı, DTP yöneticileri ile Vali Yardımcısı Çocuklarla yaptıkları görüşmeler sonuç vermiş, saat 21.30 dolaylarında, Çocuklar isyanı sona erdirmeleri için yapılan görüşmede ikirciklenmişlerse de, kabullenmişlerdi.

Bu görüşme, tarihte Çocuklarla Büyükler arasında sokak ortasında yapılan ilk barış müzakeresiydi. Çocukların isyanı büyüklerce anlaşılmış olmalıydı.

Vali, Saat 23.00’de yaptığı basın toplantısında; 3 kişinin yaşamını yitirdiğini, 200 kişinin gözaltına alındığını ve 130’u güvenlik görevlisi olmak üzere toplam 250 kişinin yaralandığını açıkladı.

***

Ölüleri gömen yorgun yüzlü ve öfkeyle soluyan kalabalığın gideceği taziye yeri, 10 Nisan Polis Karakoluna 100 metre mesafedeydi. Medine Bulvarı’ndan gelip hızla geçen bir polis otosundan yükselen siren sesiyle, tahrik olan kalabalıktan atılan taşlar havada uçuşuyordu. Polislerse, gaz bombası ve ateşli silahlarla karşılık vermekteydi.

Bir baba oğlunun akıbetini karakoldan sorup, mahkeme kayıtlarında ararken, Devlet Hastanesi’nin morgunda kayıtlı, ‚kimliği belirsiz bir ceset‘ bilgisinden oğlu Mahsum Mızrak (17)’ı, teşhis etmişti. Otopsi raporuna göre, ‚ateşli silah mermisi (gaz fişeği) yaralanmasına bağlı beyin harabiyeti ve kanaması sonucu‘ ölmüştü.

ANNE KOKUSU PEŞİNDEN GİDERKEN

30 Mart 2006 Perşembe

Yetişkinlerden oluşan kalabalık, yaşamını yitiren 3 kişinin cenazesini Bağlar-Medine Bulvarı üzerindeki camiden alınıp Yeniköy Mezarlığı’na doğru ilerliyordu. Diyarbakışlı Çocuklar, yol güzergahında bulunan 10 Nisan Polis Karakolunu taş yağmuruna tutmaya başlayınca, karakoldan gaz bombası ve ateşli silahlarla karşılık verilmişti.

Cenaze töreni yapıldığı sırada karakoldan çıkan bir iş makinesi, panzerlerin manevra alanının genişletilmesi için yolun ortasındaki refüjü kırmaya başladı. Yolu karakolun önünden geçen olaylardan habersiz Enes Ata (7), -iki yıl önce kan kanserinden ölen annesinin kokusu peşinden -evlerinden 200 metre ötede – saçları, gözleri ve sesiyle annesine çok benzeyen- teyzesinin evine doğru yürümekteydi. Bu yolu her gün okul çıkışı eve gelip yemeğini yedikten sonra teperdi.

Enes, ayakları üzerinde durmaya ve çevresindeki her şeyi algılamaya başladığında annesini sormaya, kokusunu, kucağını ve sıcaklığını aramaya başlamıştı. Annesine çok benzeyen, onun kokusunu aldığı teyzesine bağlanmıştı sonraları. Annesinin kokusunu almadan rahatça uyuyamazdı. Babası ikinci evliliğini yapmışsa da, üvey annesinden o kokuyu alamıyordu. Teyzesinin ela gözleri, siyah saçları, uzun ve açık tenli yüzü annesiydi; kucağında oturup kokladığında, kendini annesinin kucağındaymışçasına duyumsuyordu.

O kokuydu, onu her gün 200 metre yolu yürümeye zorlayan. Anne sıcaklığı, teyzesinin kucağındayken hissettiği şefkatiydi. ‚Teyze, annenin yarısıdır‘ derler. Bazı akşamlar, annesinin kokusunu almaktan doyamadığı teyzesinin evinde kalır, orada uyurdu. Rüyasını süslerdi annesinin görüntüsü.

Teyzesi tedirgin miydi, Enes’in endişesini yaşıyor muydu o an? Bir patlama sesini duymuş olmalı. Ya da, kalabalığın gürültüsünü. Beklediği bir çocuğun inlemesini duymuş muydu? Bir körpenin göğsüne isabet eden gaz mermisinin onu fırlatıp öteye, kaldırımın kenarına düşürmesiyle içine kor alev düşürmüş müydü teyzenin? Çok geçmeden taze bedeni soğumaya başlayan Enes’in gözlerindeki kırmızı bakışı eriyip sönüyordu.

Enes, anne kokusunun peşinden sonsuzluğa doğru yolculuğa çıktı ve annesiyle buluştu. Şimdi, Aşağıkonak köyündeki mezarında, annesiyle yan yana yatıyor, annesine sımsıkı sarılmış, kokluyor, kokluyor, kokluyor… Sonsuza dek.

31 Mart 2006 Cuma

Bazı semtlerde kepenkler hala kapalıydı. Dün yaşamını yitiren 7 yaşlarındaki Enes ile 8 yaşlarındaki İsmail’in cenazeleri, sabaha karşı saat 05.00′ de sadece ailelerinin katılımı ile köylerinde toprağa verildi.

Bir ölüm haberi de, 28 Mart günü ateşli silah mermisiyle yaralı halde hastaneye kaldırılan ve üç günden beri tedavi altında bulunan Mehmet Akbulut (18) adlı gence aitti. Cenazesi, ancak kendi köyünde gömülebilirdi.

Ölü ve yaralı haberleri kentte dolaşırken, Çocukların avukatlarının polisin şiddetiyle karşılaştığı haberleri, sıradan bir olay gibi karşılanmıştı.

1 Nisan 2006 Cumartesi

Kentte normal yaşama dönüş gözleniyordu. Belediye çalışanları, cadde ve sokaklarda çocuklarla büyükler arasında oynanan savaş oyununun artıklarını temizliyordu. Polisler, evlerden, sokaklardan teşhis ettikleri çocukları toplamayı sürdürüyordu.

Diyarbakır Barosu, 28-31 Mart tarihlerinde yaşanan olaylarda 417 kişinin gözaltına alındığını, mahkemeye sevk edilenlerden yarısından bir fazlasının tutuklandığını açıkladı. Gözaltına alınanlardan 190’ının çocuk olduğunun altı kalın çizgiyle çizildi.

2 Nisan 2006 Pazar

Olaylar sona ermişti ama kent genelinde arama ve gözaltı operasyonları devam ediyordu, yaralıların ölüm haberi de: Tıp Fakültesi Beyin Cerrahi yoğun bakım servisinde tedavi gören Halit Söğüt (78) yaşamını yitirmişti.

İnsan Hakları Derneği, gözaltı sayısının 546’ya çıktığını, mahkemeye çıkarılan 236’sının tutuklandığını, Diyarbakır’da bulunan cezaevlerinde yer kalmadığından, 86 kişinin Mardin’e sevk edildiği, buradan Nusaybin Cezaevine nakledildiği açıklaması yapıldı.

Bir açıklama da Diyarbakır Valiliği’nden: 28-31 Mart 2006 tarihlerinde yaşanan olaylarda, 161 sivil ve 199 güvenlik görevlisinin yaralandığı; 31’inin halen tedavi gördüğü belirtildi.

3 Nisan Pazartesi

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yoğun bakım ünitesinde tedavi altında bulunan Yaralılardan Mustafa Eryılmaz (26) ile Emrah Fidan (17) yaşamlarını yitirmişlerdi.

Olayların yankısı

  • Diyarbakışlı Çocukların isyanına özenen Batmanlı çocuklar, 29 Mart’ta sokağa çıkar çıkmaz, açılan ateş sonucu Fatih Tekin (3) yaşamını yitirmişti.
  • Kızıltepe’de ise, 1 Nisan Cumartesi günü Ahmet Araç (27) ve 2 Nisan Pazar günü M.Sıddık Önder (22) isimli gençler yaşamlarını yitirmişlerdi.
  • 28 Mart 2006 tarihinde Siirt’te bir cenaze töreninin ardından, Muhlis Ete (17) isimli bir genç, polislerin açtığı ateş sonucu ağır yaralanmış ve 2 km kadar yerde sürüklenmişti.Bu üç günlük isyandan sonra, mahkemeler yaşlarından ve boylarından büyük cezalar veriyordu çocuklara. Adları tarih sayfalarına ‚taş atan çocuklar‘ başlığı altında kaydedildi. Sosyologlara yeni bir çalışma alanı açıldı. Büyüklerin yarattığı sorunlar altında ezilen çocukların karıştığı eylemler, bölgeye ve mücavir kentlere de yayıldı. Cezaevlerinde çocuklara yatacak yer kalmamıştı. Aradan dört yıl geçtikten sonra, devlet büyükleri ’suça itilmiş çocuklar‘ adıyla yeni bir yasa çıkaracaktı.Çocukların barış özlemi ise hala sürüyordu…

    VEDAT ÇETİN