Home , Köşe Yazıları , Diktatör ve Direniş Üzerine / Zahit ATAM

Diktatör ve Direniş Üzerine / Zahit ATAM

Zahit AtamBirgün gazetesinde çıkan Diktatöre Meydan Okuyan Âşık (http://www.birgun.net/haber-detay/diktatore-meydan-okuyan-cesur-asik-94641.html) adlı ilgimi ve sevgimi çeken bir yazıya göre:

August Landmesser adlı aşığımız:

1936 Berlin Olimpiyatlarının yapıldığı stadyumda Nazilerin yaptığı bir gösteriye katılmış,

August 1931 yılında henüz önemsiz bir parti olan Nazi Partisine üye olmuş,

1933 yılında ise Yahudi kızı Irma Eckler’e âşık olmuş, 1935 yılında Hamburg’ta Irma ile evlenmek için resmi başvuruda bulunmuş,

Ancak 15 Eylül 1935’te Nürnberg’te yıllık Nazi toplantısında kararlaştırılan, Nazi Almanya’sındaki anti-semitik yasalara göre evliliğe izin verilmemiş.

(Bu yasalar çok detaylıydı, örneğin doktorluk, eczacılık, askerlik gibi o yıllarda değer verilen, toplumsal saygı duyulan mesleklerden Yahudileri men ediyordu.)

Landmesser’in evliliğine izin verilmedi, ama Irma ile birlikte yaşadılar. Birini gördüğü, diğerine ise Irma hamileyken aile ayrılıp başka toplama kamplarına gönderildiği için hiç görmediği iki kızı oldu.

Savaş sırasında Irma ve iki kızının ise Nazilerce “ötenazi kampı” denilen yere gönderildikleri ve orada öldüklerini “biliyoruz”. Landmesser ise epeyce bir çektikten sonra saf Alman ve erkek olduğu için, Nazilerin insan ve erkek kıtlığını en doruk noktasında yaşadıkları 1944 yılında askere alınmış, daha sonra bir askeri operasyon için bulunduğu Hırvatistan’da izini kaybettirmiş. Daha detaylı akıbeti bilinmiyor.

İlk önce yazıda iki ufak düzeltme gerekiyor:

  1. 1931 yılında Nazi Partisi önemsiz bir parti değildi, düpedüz iktidara yürüyordu. Kitleselleşmişti ve geniş kitlelerin oy da dâhil sempatisini kazanmıştı. Zaten 1933 seçimlerinden birinci parti olarak çıktılar, mutlak çoğunluğu elde edememişlerdi, ama birinciydiler.
  2. İkinci olarak Nazi Partisi dönemin burjuvazisi için Almanya’nın içine düştüğü büyük iktisadi ve siyasi krizden çıkaracak tek parti olarak görülüyordu. Daha tuhafı Nazilerin şu ya da bu yolla Yahudi sermayesinden de destek görmüş olmasıydı. Burası çok tuhaf bir şey, ama yerin altında, gerçekler diyarında bilinir. Lenin’i hatırlarsanız, bu durumu görürsünüz, neyse zülfü yâre dokunduk.

Bunun dışında beni bu yazıyı yazmaya iten dürtü çok farklı, çünkü bu ünlü ve neredeyse bir fotoshop ürünü gibi görünen, ama tümüyle gerçek ve gerçekten güzel bir direniş anına tanıklık eden fotoğraf tarihsel bir anda çekilmiş. Yıl 1936. Dünya için çok önemli bir spor olayı olan Olimpiyatlar Berlin’de düzenleniyor. Naziler artık mutlak anlamda iktidardadır ve insanlık dışı uygulamalarda git gide daha ileri hamleler yapıyorlar. Olimpiyatlar Nazilerin egemen olduğu bir ülkede yapılıyor ve Dünyanın bütün büyük ülkeleri yarışıyor.

İşin bir de sinematografik tarafı var. İşte benim asıl dürtüm bu. Sinematografiye nasıl yansıdı, Berlin Olimpiyatları? Çünkü tarih enteresandır ve çok ilginç şeyler sinema alanında devam ediyor.

Naziler önce Berlin Olimpiyatlarının filme kaydedilmesi, haber-film yapılmasını kararlaştırdı. Bunun için de dünya sinemasının ilk büyük kadın yönetmenlerinden Leni Riefenstahl görevlendirildi. Kendisine Olimpiyatları çekmesi için tam 36 kamera verilmişti, bütün yarışları çekiyordu ve bunlardan bir film yapacaktı. Nihayetinde yaptı, emin değilim, ama bugüne kadar bir olimpiyat hakkında yapılmış en iyi belge-filmi kaydetti. Biz bugün 21. Yüzyıldayız, teknoloji ilerledi, olanaklar ölçüsüzce arttı, ama bildiğimiz en iyi onun ki hala.

Başta Hitler olmak üzere, Nazilerin en büyük safsatası “beyaz ve ari ırk” masalıydı. Olimpiyatları bunu göstermek için bir vesile sayıyorlardı. Gelin görün ki sonuçlar öyle olmadı, mesela Jesse Owens fırtınası Berlin Olimpiyatlarına damga vurmuştu. Berlin’de dört altın madalya kazandı, rekorlar kırdı.

100 metre, 200 metre ve uzun atlamada olimpiyat ve dünya rekorlarını kırdı, 4X100 metre bayrak yarışında da dünya rekorunu kıran takımda son yüz metreyi koştu, Uluslararası Amatör Atletizm Federasyonu (IAAF) tarafından kabul edilen bütün hız koşularında dünya rekorlarını tek başına elinde tuttu uzun bir süre. Owens’ın tarihsel olarak en önemli anekdotu ise Adolf Hitler’i stadyumdan kaçıran atlet olarak yaptığı ündü, Hitler yarışı seyrediyordu, birinci bir zenci olunca stadı öfkeyle terk etmişti.

Peki, ırkçılık yalnızca Nazilere mi özgüydü? Ne gezer? Aynı yıllarda ABD’de de ırkçılığın alası vardı. Sonraki yıllarda pek çok ünlü sporcu Olimpiyatlarda tarihe geçen protestolar yaptı.

En sevdiğim ırkçılık hikâyelerinden birisi Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu Muhammed Ali’nin başına gelendir.

Ciddi protestolarla karşılaşan ve hakkında kampanyalar yapılan Muhammed Ali evinin salonunu boks sahasına dönüştürmüş ve orada maçlara hazırlık yapıyormuş. O sıralarda bütün ABD’yi sarsan Vietnam savaşı doruk noktasında… Gazeteciler geliyorlar ve Ali’ye evinde soruyorlar: “Vietnam savaşına katılacak mısınız?” Muhammed Ali’nin yanıtı kısa ve nettir: “Viet Konglular bana hiç “pis zenci” demediler, onlarla niye savaşayım ki?” Bütün büyük gazetelerin manşetlerinde ertesi gün bu vardı, bu yıllar aynı zamanda ırkçılık tartışmalarının doruk noktasıdır.

Şimdi başlangıçta bu yazıyı yazma dürtümün farklı olduğunu söylemiştim, derdim sinema diyordum: evet Berlin Olimpiyatlarının sinematografik hikâyesi burada bitmiyor, Afrika’ya da uzanıyor.

Afrika’dan üç örnek, tepkinin çeşitliliğini gösterir. Bazıları, perdedeki bilinçli olarak olumlu çizilen siyah portrelerden ilham alır: Nijeryalı yönetmen Djingarey Maiga örneğin, Stanley Kramer’in klasik liberal filmi The Defiant Ones’da Sidney Poitier’ın oynadığı rolden etkilenmiş ve sinemayla ilgilenmiştir. Diğerleri, geriye baktıklarında sinemaya gitmeyi kültürel bir yabancılaşma dönemi olarak görür. Burada, anne ve babası taşra kasabası Gonder’de öğretmen olan Etiyopyalı sinemacı Haile Gerima’dan bir alıntı yapabiliriz. 1960’larda çocukken, yerel salonları dolduran Hollywood filmlerindeki John Wayne, Elvis Presley ve Doris Day gibi kahramanlar onu kendilerine çekmiştir:

“Batı toplumunun kahramanları ve öykülerini gönüllü olarak değil, çevrenizi sarmış olan sosyal ve politik güçler yüzünden kabul edersiniz. Çocukken, filmlerde gördüklerimizi oynamaya çalışırdık. Gonder çevresindeki dağlarda kovboyculuk oynardık (…) Kızılderilileri yenen kovboylarla özdeşleşir, o kahramanların rollerine soyunurduk. Hiçbir zaman Kızılderililerle özdeşleştirmedik kendimizi ve hiçbir zaman Kızılderililerin kazanmasını istemedik. Tarzan filmlerinde bile, kahramanın eylemleriyle tahrik olur ve öyküyü onun bakış açısından izler, öyküye tamamen tutsak olurduk. Ne zaman Afrikalılar Tarzan’a arkadan sinsice yaklaşırlar; onu uyarmak, ‘onların’ geldiğini haber vermek için avazımız çıktığı kadar bağırırdık.’

Bir başka ve çok kritik örnek ise olumsuz kültürel değerler içeren filmlerden bile olumlu sonuçlar çıkartılabileceğini gösterir:

Burada konumuzla ilgili olan Osman Sembene’nin durumudur. Osman Sembene, sinemanın gücü konusundaki ilk aydınlanmayı faşizan bir belgesel ile yaşadığını söyler. Leni Riefenstahl’ın “Olimpiyat” adlı yukarıda sözünü ettiğimiz belgeselde gösterilen Jesse Owens’ın Berlin Olimpiyatlarındaki başarıları, Sembene’nin gelecekteki kariyerini biçimlendirir. Sembene’nin kuşağındaki gençlerin ilk defa beyazları yenen bir siyah gördükleri bu film ise, onların kuşağı için beyazlara karşı siyahların zaferini içeren tek film olmuştur.

Nereden nereye, ari ırkın üstünlüğünü savunan ve bunun için bir şova hazırlanan Naziler’i alt üst eden Owens, önce Hitler’in stadyumdan kızgın bir şekilde ayrılmasına yol açmış, sonra da Afrika’daki kardeşleri için bir Nazi belgeselinde karşılarına çıkarak onlara “eşit insanlar oldukları” inancını aşılamıştır. Owens artık onların kahramanıdır ve tarihsel süreçte zenciler için bir direniş örneği haline gelir.