Anasayfa , Köşe Yazıları , Devletin savaşı: Sistemin çöküşü, Kürtlerin yükselişi-Mustafa Peköz

Devletin savaşı: Sistemin çöküşü, Kürtlerin yükselişi-Mustafa Peköz

Devletin savaşı: Sistemin çöküşü, Kürtlerin yükselişi

Devletin savaşı: Sistemin çöküşü, Kürtlerin yükselişi

Mustafa Peköz

Devletin Kürtlere yönelik geliştirdiği kapsamlı tasfiye stratejisinin esas amacı nedir? Devlet konsepti olarak uygulanmaya konulan bu politika herhangi bir saldırı değil, savaştır. Bu, AKP’nin değil doğrudan devletin yürüttüğü ve örgütlediği bir savaştır. Kürtleri topyekûn yok etme politikası bir tek kişinin diktatörlüğünü yani Erdoğan’ın kişisel iktidarını koruma savaşı olarak gösterilemez. Meseleyi Erdoğan’ın kendi iktidarını koruma savaşına indirgemek bizi ciddi bir yanılgıya götürür.

Bu savaşın AKP’nin ve Erdoğan’ın iktidarda kalmasının bir aracı olarak kullanıldığı doğrudur. Ama esas sorun çöküş sürecine giren rejimi ayakta tutma savaşıdır. Çöküşü engelleme ve rejimi sürdürebilme savaşını en somut halkasıdır. AKP-MHP-CHP’nin üzerinde esasen anlaştığı ve özellikle İstanbul sermayesinin desteğini aldığı bir konsept savaşıdır.

Harita yeniden çiziliyor

95 yıl önce kurulan bölgesel rejimlerin bütün dinamikleri yıkılıyor. Irak ve Suriye savaşları bir tarihsel sürecin sona ermesidir. Bu sürecin üçüncü halkası da Türkiye’dir. Misakı Milli sınırları fiilen dağılmış ve tasfiye edilmiş bulunuyor. Çöküş süreci hızlanan devletin ayakta kalması, savaş politikalarını hem içte hem de bölgesel düzeyde sürdürmesi kaçınılmaz hale geldiği anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Adalar bizimdir, Musul, Halep bizimdir. Hatta Bosna Hersek bizimdir” ve “Lozan bir zafer değildir” gibi açıklamalarını, rejim için dağılma çanlarının çaldığını gösteren çok net ifadeler olarak değerlendirmek gerekir.

Erdoğan’ın ‘yeni’-Ergenekoncu sistem adına Musul ve Halep üzerinde “oralar Osmanlı toprakları” diyerek hak iddia etmesi, Adalar bizimdir söylemi uluslararası ve bölgesel ilişkilerde, kendi tasfiye sürecini fiilen tescil etmesi anlamına gelir.

Irak ve Suriye’de başlayan ve aynı zamanda sona doğru gelen savaşın, önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi de içine alarak yeni bir boyutta devam edecek olması, ‘eski’ misakı milli sınırlarının tasfiyesi ve küresel sistemin ihtiyaçlarına yanıt veren ‘yeni’ bir misakı milli, yani sınırların yeniden çizileceği anlamına geliyor.

Küresel sistemin 21. yüzyılın ilk çeyreğinde çizmeyi planladığı yeni haritalar, bölgedeki bütün küresel ittifak ve stratejik güç ilişkilerinin değişmesi anlamına gelecektir. Yapay devletlerin tasfiyesi ve tarihsel dinamiklere dayanan ve küresel sisteme uyumlu yeni devletlerin kurulması artık hem zorunlu hem de kaçınılmazdır.

Bu sürecin önemli iki gücü olarak İran ve Kürtler olarak ön plana çıkıyor. Binlerce yıllık devlet geleneğini sürdüren İran’ın artan etkisi ve bölgenin yeni stratejik gücü olarak ön plana çıkan Kürtler, Ortadoğu’nun değişiminde belirleyici güçler olacaklardır.

“Yurtta sulh, cihanda sulh”tan nereye?

Ankara’nın tasfiyesini de içeren yeni küresel stratejinin engellenmesi için devlet, savaşın bölgesel düzeyde sürdürülmesi için politika değişikliğine yönelmiş bulunuyor. Geçmişte mevcut statükoyu korumak için “yurtta sulh dünyada sulh” konsepti yerine bu kez dağılma eğilimi içine giren rejimin korunması için “içte savaş, bölgede savaş” konsepti uygulamaya konuldu.

Bu bakımdan bölgesel kaosu süreklileştirme çabası, sanıldığı gibi ‘yeni’-Osmancılık merkezli yayılma stratejisi gibi bir politikayı yaşama geçirmekten kaynaklanmıyor. Mevcut varlığını koruma derdine düşmüş devletin yürütmek istediği savaşın merkezinde Kürtlerin bölgesel güç olmasını engelleme çabası duruyor. Kürtlerin bölgesel bir güç olarak Ortadoğu’da ön plana çıkmasının Ankara’nın tarihsel misyonunu doldurması anlamına geleceği hemen herkesin farkında olduğu bir realitedir.

Bu bakımdan Musul ve Halep’te hak talebinde bulunan Ankara’nın geliştirmek istediği savaşın hedefinde esasen Kürtler bulunuyor. Musul savaşında yer almak istemesi, Halep sınırlarına kadar bölgeleri askeri olarak işgal etmek istemesinin esas nedeni, bu iki bölgeyi toprakları olarak görüp işgal etmesi değil, Kürtlerin askeri ve politik gelişmesinin önüne geçilmesidir. Bu bakımdan “Halep ve Musul bizimdir” söylemi, Bağdat ve Şam üzerinde psikolojik baskı oluşturarak Kürtlerin iki bölgedeki gelişimini engelleme çabasıdır.

Kürtler Musul ve Kerkük’te aktif güç

Peki, olan nedir? Kerkük ve Musul savaşında Kürtlerin birçok farklı kanatları aktif olarak yer alıyor. Peşmerge savaşın esas gücünü oluştururken, HPG ve HPŞ savaşın aktif gücü olarak sürece dâhil oldu. IŞİD’in Kerkük’e saldırısında Kürt askeri güçlerinin yan yana savaşması, Musul eksenli çevresel savaşta Kürtlerin askeri aktif bir güç olarak rol aldıkları ve Musul’un politik statüsünde de söz sahibi olacaklarını gösteriyor.

Aynı şekilde Rojava ve Halep’de YPG, savaşın esas gücü olarak sahada aktif olarak rolünü üstleniyor. Rakka ve Halep savaşlarında YPG esas güç olarak rolünü oynayacaktır. Aynı şekilde Esad ile PYD arasında başlayan politik görüşmeler Kürtler bakımından önemli bir sürecin başladığını gösteriyor. Bu bakımdan 80 yıl önce Irak ve Suriye’nin belirlenen sınırları tarihsel işlevini tamamladı. Kürtlerin bölgenin asli bir unsuru olarak süreci belirleyen bir toplumsal güç olarak ön plana çıkıyor.

Ankara artık esas muhatap değil

Ankara’nın askeri ve politik konumu ise tam tersine işliyor. Bütün ısrarlarına ve hatta provokasyonlarına rağmen Musul savaşının dışında kaldılar. Kürtleri savaş dışında tutma çabası ve diplomasi trafiği bütünüyle çöktü. Halep’te de ciddiye alınır bir sözü olmayacak. Cerablus’ta debelenip kalacak.

Bab bölgesine girmesi de çok düşük bir olasılıktır. Bölgede rekabet halinde olan Moskova ve Washington, Ankara’nın YPG’ye yönelik saldırılarına karşı açık ortak bir tutum aldılar. Yani artık AKP iktidarını değil PYD esas muhatap olarak gördüklerini ortaya koydular.

Ankara’nın Musul ve Halep merkezli askeri kaosu körüklemesinin esas nedeni, yakın gelecekte Kürtlerin toplumsal bir güç olarak masada bulunmasını engellenmek istemesidir. Ankara “Ben kaybetsem de Kürtler kazanmamalıdır” tezini ısrarla işliyor. Ancak bölgesel savaşta süreç devletin değil, Kürtlerin istediği gibi işliyor. Güney ve Rojava genelinde yüz binin üzerinde askeri güç oluşturan Kürtler, savaş gücünü merkezileştirdikçe, politik merkezdeki rolleri çok daha fazla artacaktır.

Sürecin buna doğru evrilmesi, Türkiye’nin askeri gücüne rağmen kaybetmeye başlaması, sistemin çöküşünü hızlandıracaktır. Böylelikle “Sınırları tanımıyorum, Lozan’ı kabul etmiyorum” söylemi uluslararası ve bölgesel ilişkilerde çözülmenin yeni adı olacaktır. Savaş politikalarıyla bölgesel kaosu derinleştirmek isteyen devlet, kendi dağılma sürecini hızlandırdığının galiba farkında değildir. Bu bakımdan Erdoğan merkezli AKP iktidarının devletin stratejik unsurları tarafından belirlenen konsepti politik olarak gündemleştirmesi, Ankara’nın gücünü sıfırlamakta, etki alanını daraltmakta ve bölgesel ilişkilerin dışına düşmesine yol açmaktadır.

Küresel güçlerin Ortadoğu siyaseti artık değişmiş bulunuyor. Ankara’nın bu değişimin dışında kalması aynı zamanda stratejik ilişkileri ve müttefik kavramını da değiştirmektedir. Türkiye ne Moskova’nın ne de NATO merkezli Brüksel’in stratejik ortağı ve müttefikidir. Ankara’yı konjonktüre dayanan ilişkilerle idare edilmeye çalışılan geçici bir unsur olarak değerlendirmek abartı sayılmaz.

Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürt gücünün bütünleşmesi

Bölgesel savaşın merkezi haline gelmeye başlayan Türkiye’nin çözülme süreci içte de devam edecektir. Bu telaş ve korkuyla, kendi sınırları içerisinde Kürtlere yönelik savaşı en üst düzeyde sürdürmeye başladı. Savaş, askeri ve politik olarak birbirini tamamlar düzeyde devam edecektir. Politik alanda belediye başkanlarının tutuklanması süreci tamamlandıktan sonra HDP’nin kapatılması ve vekillerinin tutuklanmasıyla devam edecektir.

Irak ve Suriye’de askeri ve politik başarı kazanan Kürtlerle, Diyarbakır merkezli politik Kürt gücünün bütünleşmesi belki de korkunun en somutlaşmış biçimidir. Yasal siyaset içinde yer alan Kürt politik güçlerine karşı tam bir tasfiye savaşına karar verilmesi politik açmazın bir sonucudur.

Kürtlere karşı savaş açmış olması ve Kürtlerin yönettiği bütün kurumsal yapıların tasfiye edilmesi, devletin savaş politikalarının belki de bütün cumhuriyet döneminin en üst düzeyde somutlaşmış halidir. Böylelikle içte Kürtlere karşı başlatılan savaşın her tür araçla sürdürülmek istenmesi, esasen Ankara’nın dağılma korkusunun bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

Kürtlerin fiili başkenti olarak kabul gören Diyarbakır’ın askeri ve politik bir darbeyle yeniden işgal edilmesi, devletin Kürtlerin tasfiyesindeki kararlılığının bir mesajı olarak gösteriliyor. Böylelikle sistemin kendi iç yasalarıyla gelen eş belediye başkanlarını tutuklaması ve belediyelerin işgal edilmesi, güçlü olmanın değil, tersine güçsüzlüğün ve dağılma korkusunun bir yansımasıdır.

Başkanlık projesi ile savaşın bağlantısı

İçte geliştirmek istediği savaş politikasının Türkiye’nin hemen her alanında yansımaları olacağı ve devletin buna uygun bir savaş hazırlığı içinde olduğu görülüyor. Türk-İslamcı merkezli ‘yeni’-Ergenekoncu kontrgerilla ekibinin askeri savaşa bağlı olarak sivil savaş güçlerinin oluşturulmasına karar verdikleri artık gizlenmeyen bir durum. Devlet kararıyla silahlı sivil ekiplerin oluşturulması gelecekteki savaşın boyutları bakımından bir fikir veriyor.

Bunun sürdürülmesinin tek yolu da çok daha merkezileştirilmiş bir sistemin kurulmasıdır. Başkanlık tartışmasının özü budur. Erdoğan’ın kişisel iktidarı değil, kurulu sistemin çok daha merkezileştirilerek korunma çabasıdır. Çöküşün engellenmesi, merkezi bir sistemin kurulması ve karar mekanizmasının en üst düzeyde sorunsuz yaşama geçirilmesidir. Kürt ağırlıklı bütün demokratik güçlere karşı başlatılan savaşın çok kapsamlı geliştirilerek yaygınlaştırılmasıyla merkezileşmiş başkanlık sistemi arasında doğrudan bir bağ bulunuyor.

Devletin bu savaşı kazanma şansı var mı? Ya da Kürtlerin tasfiyesini sağlayabilir mi? Bu iki soruya olumlu yanıt vermek mümkün değildir. Bölgesel ve uluslararası ilişkilerde ciddi çöküşler yaşayan bir sistemin içte uyguladığı topyekûn savaş politikalarıyla kazanma şansı bulunmuyor.

En önemli şey meclisteki, belediyedeki koltuklar değil

20 Ağustos 2016 tarihinde, Sendika.Org’da yayımlanan “Devletin Gülen Merkezli Darbeyi Kürtlere Karşı Savaşa Dönüştürmesi” isimli makalemde bugünkü politik tabloya ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştım: “Devlet, Kürtleri başta Ankara merkezinde tasfiye ederek, yerel bölgelerdeki Kürt iktidarlarını da etkisizleştirerek saldırıları çok kapsamlı bir şekilde ilerletmek istiyor.

Ancak devletin hesaplamadığı temel nokta şu: Bölgesel güç dengelerinin değiştiği bir dönemde, Ankara’da milletvekili olmanın veya birkaç büyükşehir belediye başkanlığını almanın çok da bir önemi olmadığını gören bir Kürt Hareketi var. Daha stratejik düşünen ve daha etkili politikalarla sürece müdahale etmeye hazırlanan Kürt Hareketi, bütün milletvekillerinin istifasını ister hatta HDP’nin meclisten bütünüyle çekilmesine karar verirse devlet ne yapacak.

Aynı şekilde bütün belediye başkanlarının istifasını ister, belediyelerin işlevinin bittiğini belirtir ve belediyeleri bütünüyle kapatırsa, devletin atayacağı kayyumların ne gibi bir özelliği kalır. Ayrıca toplumsal dayanağı olmayan devlet kayyumlarının belediye yönetme şanslarının olmadığı da çok açıktır. Devletin saldırı hamlelerine karşı Kürt Hareketinin alacağı böylesi bir karar, mevcut demokratik kanalların bütünüyle ortadan kalkması anlamına gelecektir. Böylesi ciddi bir kaos ortamının oluşmasının birinci derecede sorumlusunun devletin olacağı çok açıktır.”

Süreç sanırım bu noktaya gelmiş bulunuyor. Devlet savaş politikalarındaki başarısızlığı ve tasfiyenin bir anlam ifade etmediğini gizlemek için daha üst düzeyde merkezileşmiş bir sistemin varlığına ihtiyaç duymaktadır. Bunun bir başka ifadesi da şudur: merkezileşmiş savaş konseptinin başkanlık sistemiyle devam ettirilmesidir.  Merkezi düzeyde yürütülen savaş stratejisi başarılı olur mu? Olmaz.

Askeri başarı olmadan siyasal başarı mümkün değil

Devletin bölgesel ilişkilerdeki yenilgisine karşı Kürtlerin artan kazanma gücü ve özellikle Kürt Hareketinin artan bölgesel ağırlığı ve artık fiilen küresel güçler tarafından muhatap olarak görülmesi, Ankara’nın başarısızlığını gösteren birkaç faktörden biridir.

Kürt hareketinin askeri olarak güçlenmesi veya desteklenerek güçlendirilmesi, askeri çatışmada beklenilenden daha üstün başarılar elde etmeye başlamasında, bölgesel denklemde yer alan küresel güçlerin politikalarının belirli bir etkisi olduğu da açıktır. Bu bakımdan askeri olarak kazanamayan devletin, legal Kürt siyasetini savaş konseptine dâhil ederek tasfiyeye yönelmesinin ciddi bir etkisi olmayacak, tersine kopuş sürecini hızlandıracaktır.

Bir başka gerçek de şudur: Devletin savaş konsepti mutlak değildir ve her an değişebilir. Bu değişim iç ittifakları da yeniden şekillendirir. Küresel strateji karşısında direnme şansı olmayan güçlerin ya değişme konseptine uyumlu hale geleceklerdir ya da kendileri tasfiye olacaklardır. Kürtlerin tasfiyesi üzerine savaş siyaseti oluşturanların kendilerinin tasfiye sürecine dahil olmaları sürpriz olmamalıdır.

Sermaye ve Genelkurmay ne yapabilir, ne yapamaz?

Sistem kendisini sürdürebilir bir noktada tutmak için mevcut stratejisinde ciddi değişikliklere yönelebilir. Bugün savaş sanayisinin motor gücü olan İstanbul sermayesinin, küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre içerisinde yer aldığı devlet merkezli savaş konseptinden çekilmesi bir sürpriz olmaz.

Subayları tarafından tutuklanmış ve darp edilmiş olan Genelkurmay Başkanı’nın Pentagon’a davet edilmesinin politik arka planı nedir? Hulusi Akar’a sunulan Pentagon’un Ortadoğu planı içerisinde devletin uygulamak istediği savaş konseptinin yeri nedir? Prestiji sarsılmış Genelkurmay, devletin oluşturduğu savaş politikasını Pentagon’a dayatabilir mi?

Bütün bu olasılıklar, devletin uygulamaya koyduğu savaş konseptinin bütünüyle değiştirilmesine yol açabilir. Dahası başarısız kalan savaş stratejisinin terk edilmesi bir zorunluluk haline gelebilir.

Ancak bir başka siyasal gerçek daha var: Başarısız savaş politikasının sorumluluğu kime ait olacaktır. Yenilginin muhatabı kim gösterilecektir. Çok açıktır ki uluslararası alanda muhatap, siyasi iktidar AKP ve onun doğrudan temsilcisi Erdoğan. Bunun iç politikadaki yansımaları da beklenilenden daha sarsıcı olacaktır.

Soruyu tekrar sormakta yarar var: Çanlar kimin için çalıyor?